Evrim Kaya, Darren Aronofsky’nin 150 milyon dolarlık Nuh filmindeki görsel ve felsefi başarısızlığı yazdı.
EVRİM KAYA
evrimrkaya@gmail.com
Hem Eski ve Yeni Ahit’in, hem de Kuran’ın anlaşılması en zor hikâyelerinden biri, Nuh Tufanı hikâyesidir. Derler ki Tanrı, günahlar içinde savrulan insanoğluna kızar ve yeryüzünden hayatı bir tufanla silip atmaya niyetlenir. Koca yeryüzünde günahsız gördüğü tek adam olan Nuh’a bir gemi yapmasını ve bu gemiye kendi ailesi ile birlikte dünyadaki bütün hayvan türlerinden çifter çifter doldurmasını tembih eder. Böylelikle yaratılıştaki halis öze ihanet eden Kabil’in soyu cezasını çekecek ve insanlık, pür-i pak Nuh’un soyuyla sıfırdan başlama şansına erişecektir. Nuh gemisini yapar, oğulları ve karılarından gayrı herkes tanrının gazabı sularda boğulurken hayatta kalmayı başarır. Bitmek bilmeyen yağmurlar durduktan günler, aylar sonra bir güvercini geminin penceresinden salar. Güvercin nihayet ağzında bir zeytin dalıyla döndüğünde yerleşme vaktinin geldiğini anlar. Gemi bir süre sonra, İncil’e göre Ararat Dağı’nın zirvesinde, Kuran’a göreyse Cudi’de karaya oturacaktır. Derler ki, Tanrı’dan bir daha aynı gazabı görmekten korkan insanoğlu bir garanti ister. Yaratılış 9:17’ye göre, Tanrı ona ilk gökkuşağını yaratarak yanıt verir: “Bu gökkuşağı benimle yaşayan tüm canlılar arasında yapılan sözleşmenin işaretidir.”
Kimileri, yeryüzündeki tüm canlıları alacak büyüklükte bir geminin yapılmasının olanaksızlığı üzerine kısır tartışmalara girerken, kimileri, işi Nuh’un Gemisi’nin kalıntılarını aramaya kadar götürdü. Neticede pek çok kişi, bunun görünen anlamıyla ele alınmaması gereken sembolik bir hikâye olduğunu kabul etti. Yine de Nuh Tufanı, Ararat Dağı ve çevresinin uzun yıllar Rönesans başta olmak üzere pek çok dönemde sanatçıların ilgi odağı olmasının temel nedeni olageldi. Ararat Dağı’na kimliklerini belirleyici bir önem atfeden Ermenistanlılar için de, insanlığın yeniden başladığı toprakların yerlileri olma iddiasının önemini anlamak gerekiyor. 2006 yılında çektiği ve büyük bir gişe yenilgisi getiren ‘Kaynak’ filmiyle bir tür new-age din anlayışıyla olan bağını daha önce de ortaya koymuş olan Darren Aronofsky’i, Nuh hikâyesine yönlendiren nedir tam olarak bilemeyiz elbette, ancak ortaya çıkan sonuç, sofistike olmak için çok uğraştığını belli etse de, filmi animasyonun sınırına taşıyan özel efektlerle estetik olarak en çok ‘Transformers’a yaklaşan 150 milyon dolarlık bir mesel. Nuh iyidir, karısı da iyidir, çocukları iyi olsa da, zaman zaman doğru yoldan sapabilir. Kabil’in soyundan gelenler ise kötüdür, bunu et yemelerinden anlayabiliriz.
Aronofsky’nin Nuh’u, İncil’de birkaç sayfayla, Kuran’da ise daha da kısa anlatıldığı hâliyle çok temel farklılıklar içeriyor. Filmin ‘vegan lobisi’nin baskısıyla çekilmiş gibi duran ‘et yiyen barbarlar’ tasvirleri bunun örneklerinden biri. Yönetmen, tek tanrılı dinlerin öğretilerini kendine has, biraz panteist bir yaklaşımla yorumladığının ve başka inanç sistemleri ile çelişkili görünen argümanlarla harmanladığının sinyallerini daha önce de vermişti. Filmin içinde bir klip olan ‘evrim teorisi varoluşçulukla buluşuyor’ bölümünde bunu netleştiriyor. Aronofsky’nin bu gibi bölümlerde (Terrence Malick’in de ‘Hayat Ağacı’nda yapmaya kalkışıp eline yüzüne bulaştırdığı gibi) ‘2001: Bir Uzay Destanı’ ayarında, paralel bir gerçeklik estetiğini yakalamayı umduğu açıkça görünüyor. Oysa Kubrick’in dehasıyla kendi kendine bir paradigmaya dönüşen eklektik estetik, Aronofsky’nin çocuklara izletilecek mesajlarla dolu iki kutuplu vasat senaryosunda yalnızca tutarsızlığa hizmet ediyor. Yönetmenin en büyük başarısı, bu tutarsızlığı, filmin bazen kapsayıcı olmayı başaran depresif atmosferinde her zaman göremiyor oluşumuz. Söz gelimi, masum hayvanları yemeyi insanlığın (çoluk çocuk demeden!) yok edilmesini haklı gösterecek kadar büyük bir günah addeden Nuh’un aynı hayvanların milyonlarcasının birden Tanrı’nın gazabında boğularak can vermesiyle hiçbir derdi yok. Ama Tufan geldiğinde, neredeyse sadece Kabil’in soyundan gelen barbarlara dönen kamera, sanki bize bu küçük ayrıntıyı unutturmaya çalışıyor. Öte yandan, büyük oranda koyu renkler ve bir kâbus gibi insanın üzerine çöken başarılı müziğin yarattığı atmosfer, belli ki, bir kutsal kitapta olduklarını hiç unutmayan oyuncuların ciddi ağızlarından çıkan her kötü replikle ölümcül bıçak yaraları alıyor.
Filmin kutsal kitaplardan ayrıldığı en önemli yer, yarattığı depresif Nuh portresi: Tanrı’yı ‘yaradılışı geri almaya’ itecek kadar karanlık bir dünya varsa, elbette o dünyanın yerin dibine batmasını gören Nuh da, güle oynaya yeni bir dünya kurma gücünü kendinde bulamıyor olabilir. Filmin en büyük zaafı da, burada insanın gözüne batıyor: İnsanlığın sonunun gelmesi gerektiğine yürekten inanan Nuh’un kundaktaki torunlarını kesecek kadar gözü dönüyor, ancak Tanrı’yla konuşan bu adamın yaşadığı ikilemlerin ağırlığı, filmin ‘Karayip Korsanları’na yakışacak bir dövüşme sahnesinden hemen sonra, bir seri katil sekansıyla devam ederken sulara karışıp kayboluyor. Oysa Aronofsky’nin Nuh’u ‘Tanrı’nın iradesi bunu işaret ediyor’ diyerek kendi torunlarını kesmeyi düşündüğü an, Nuh’tan çok, Kierkegaard’ın ‘Korku ve Titreme’sindeki etikle çelişen imanının ağırlığı altında ezilen ve sessizliğe gömülen ‘varoluşçuların peygamberi’ İbrahim’e benziyor. Yazık ki, Kierkegaard’ın söz ile anlatmayı başardığı ‘sözden kovulmuşluk’, Aronofsky’nin 150 milyon gücünde görsellik ordusuyla anlatılamıyor da iş yine Harry Potter’ın hoşlandığı kız Emma Watson'ın gevezeliğine kalıyor.
Filmin kimi Arap ülkelerinde yasaklanmış oluşu pek haber değeri taşımıyor, zira herhangi bir peygamber tasvirine Müslüman dünyasından bu tepkinin verilmesine alışkınız. Ama en yaratıcı tepkiyi şüphesiz filmden önce ‘anlatılan hikâyenin İslam inancı ile ilgisi yoktur’ uyarısının verilmesini talep ederek mahkemeye başvuran Türkiyeli bir avukat verdi. Türkiyeli bir felsefesever olarak görüyor ve arttırıyorum: Her seanstan önce bir de şunu yazalım: ‘Aronofsky’nin ‘dinler üstü felsefesinin’ felsefeyle alakası yoktur’.