Berge Arabian, bu hafta Vakıflıköy’de çektiği hüzün dolu fotoğrafı ve kendi Kesab’ını anlattı.
BERGE ARABIAN
Kesab, 4 yaşındaki küçük bir oğlan çocuğuyken, bir ağaçtan kopardığım incirin sapındaki sütü ilk keşfettiğim yer. “Ağaçtan böyle kopartırsan, incirler beyaz gözyaşları dökerler”. Büyük kuzenim bana o gün öyle demişti.
Kesab, 4 yaşındaki küçük bir oğlan çocuğuyken, bana ağaç dalından taze bir ceviz verdikleri yer. Cevizi elimle kırıp açınca parmaklarım iki gün kapkara kalmıştı.
Kesab, Digin Meryem’in (Meryem Hanım) babası yaşlı Babuş’un dört kuzenimle birlikte devesinin sırtına oturmamıza izin verdiği yer. Onun devesi, Digin Meryem’in evine yaptığımız o yaz tatillerindeki çocukluk günlerimizin sihirli olayıydı.
Kesab, ben, iki erkek kardeşim ve kuzenlerimin tepelere giden yol boyunca gördüğümüz her taş yığınında talihsiz gelin ve damadı arayarak koca bir günü geçirdiğimiz yer. Bu âşıklar, birbirlerinin ellerini tutarak ölmüşler ve taşa dönüşmüşler, bize âşıkları üzmenin ne kadar günah olduğunu ve kutsal aşkın ne olduğunu hatırlatmak için.
Kesab, 4-5 yaşında bir çocuk olarak, o sonsuz gecelerin yumuşak rüzgârında, ilk kez duyduğum, kuzenimin çaldığı akordeon sesine âşık olduğum yer. Karanlıktaki güzel tebessümünü halen hatırlarım. Bizi saran sessizliği bozan şarkı söyleyen ağustos böcekleriydi sadece. Kuzenime bir ömür sürecek aşkım, o gece başladı.
Kesab, 4 yaşında bir çocukken (yoksa 5 veya 6 yaşında mıydım?), ihanetin ve terk edilmenin acısını ilk kez tattığım yer. O sabah, biraz geç uyandım ve kardeşlerimle kuzenlerimin bensiz tepelere gittiğini fark ettim. Ah, nasıl da ağlamıştım!
Bu yılların ardından, halen yüreğim ürperir.
Anılarımdaki bu Kesab’dan geriye ne kaldı? 2-3 aile olarak gittiğimiz yaz tatillerindeki çocukluk anılarım gözümün önünden akarken, ben bunu düşünüyorum. Ben ve Karin, Vakıflıköy’e vardığımızda, bir önemi yok diyorum kendi kendime.
Zaman kaybetmiyoruz. Kesab’dan zorla koparılan ve getirilip bu küçücük köye bırakılan 21 Ermeni mülteciyi aramaya girişiyoruz. Onların hikâyelerini dinlemek ve fotoğraflarını çekmek için buradayız. İşe, kilisenin bahçesinden başlıyoruz.
Üç saat sonra, yüreğim infilak etmek istiyor. Birçoğuyla tanıştım ve çoğunun fotoğraflarını çekmiştim. Kulaklarım, kederli seslerinin yankısıyla sancıyor. Umutsuz gözleri, gözümün önünden gitmiyor. Şimdi bazılarının kaldığı pansiyonlardan birinin bahçesinde duruyorum. Biraz temiz hava almak için çıktım. Bir sigaralık acısız bir an için… Şimdiye kadar çektiğim fotoğrafları düşünüyorum. Bakışlarında gördüğüm o ıstırabın ve umutsuzluğun aynısını yansıtabilmenin yolunu arıyorum. Bir günde dünyaları alt üst olmuştu. Bekliyorlardı. Ve bekliyorlar… Geri dönmeyi mi? Karşımdaki verandada bazıları duruyordu. Diğerleri ileri geri yürüyordu. Birinin 300 koyunu alınmıştı. Bir diğerinin 23 yaşındaki genç yeğeni yoktu. Diğerleri cezalıymışçasına duvarın dibinde beklerken, bir kadın ileri geri yürümeye devam ediyordu. Her şeyinizi kaybetmişken ve toprağınızla uğraşmanıza, koyunlarınızı otlatmanıza veya ailenize yemek hazırlamanıza gerek yokken, bütün bir günü nasıl geçirirsiniz? Bir gün, sonsuzluğa dönüşür. Beklersiniz, beklersiniz… Veya öylece durursunuz ya da adımlarınızı sürekli yinelediğinizi sonsuz bir yürüyüşe çıkarsınız. Bu, bir oyunda aldığınız bir role dönüşür. Sahnede herkesin yeri bellidir. Biri, sahnenin solunda çıkar, diğeri sağından. Ben de bu anı bekliyorum ve deklanşöre basıyorum. Birçok kez… Bu oyunu bir çerçevede ölümsüzleştirmek istiyorum. Deklanşöre son kez bastığımda, benim Kesab’ımdan geriye hiçbir şey kalmadığını anlıyorum. Fakat o ağustos böceğinin sesi, sonsuza kadar kulağımda çınlayacak.