Can Öktemer, John Malkovic Olmak filmiyle tanıdığımız yönetmen Spike Jonze’un geçen hafta vizyona giren filmi, aslında bir işletim sistemi olan Samantha’nın, Theodore'u depresyondan çıkartıp hayata geri döndürmesini ve ‘ona yeniden şarkılar söyleten kadın’ olmasını konu alan Her filmi üzerine yazdı.
CAN ÖKTEMER
can.oktemer@gmail.com
Yalnızlık bu çağda en çok işittiğimiz kelime. Sosyal medyada yazarlardan sıklıkla paylaşılan aforizmalar genelde yalnızlık üzerine. İnsanların kendilerini bu kadar yalnız hissetmelerinin ana sebeplerinden biri belki de iletişimsizliktir. Modern hayat dolayısıyla sosyal medya bize müthiş bir iletişim alanı açtı. Facebook ve Twitter üzerinden aslında tanımadığımız da bir çok kişiyle sürekli iletişim halindeyiz. Aynı şekilde cep telefonumuzla sürekli iletişim kurmaya devam ediyoruz. Bu manzaraya bakınca aslında kendimizi hiç yalnız hissetmememiz lazım. Ne de olsa bazı Facebook kullanıcılarının 1000'e yakın arkadaşı var fakat aralarından acaba kaç kişiyle yüz yüze iletişime geçmişlerdir? Biz kendimizi bu denli yalnız hissediyorsak ortada eksik bir şey var demektir. Dışarıda arkadaşlarımızla oturmuşken, sohbet için elimiz hemen akıllı telefonlara gidiyorsa ortada bir sıkıntı vardır. Modern insan, iletişim konusunda bir hayli ilerledi ilerlemesine de yüz yüze iletişimi ve birbirini dinleme alışkanlığını kaybetti sanki. Herkesin, hayatı Facebook'un ve Twitter'ın beğenileri doğrultusunda şekillendirmeye çalıştığı gibi insanlar birbirleriyle olan ilişkilerini de şekillendirmeye kalkıyor. Herkes hayatta kendisi gibi olanların peşine düşüyor ve sonu hayal kırıklığı...
Spike Jonze'un geçen hafta vizyona giren filmi Her, ana meselesi olarak modern hayat, yalnızlık ve iletişimsizlik konularını ele alıyor. John Malkovic Olmak filmiyle tanıdığımız Spike Jonze'un filminin konusu, başrolünü Joaquin Phoenix'in oynadığı boşanma arifesinde olan ve başkaları adına mektuplar yazan bir şirkette çalışan Theodore'un, duyguları algılayabilen yapay zeka olan bir işletim sistemi, Scarlett Johansson’un ses verdiği (evet Scarlett Johansson filmde sadece sesiyle karşımıza çıkmakta) Samantha'ya aşık olma hikâyesini anlatıyor. Karısından boşanmanın yaratmış olduğu travmayla başa çıkamayan, bir zamanlar çok güzel olan fakat şimdi ona ızdırap veren hatıraları kalbinden sökemeyen Theodore, Samantha'nın hayatına girmesiyle birlikte depresyondan yavaş yavaş çıkmaya başlıyor. Film boyunca sadece sesini duyduğumuz Samantha, Theodore için bir Cemal Süreya'nın “sesinde ne var biliyor musun/bir bahçenin ortası var/mavi ipek kış çiçeği... sesinde ne var biliyor musun/ev dağınıklığı var/iki de bir elini başına götürüp/rüzgarda dağılan yalnızlığını düzeltiyorsun...” dizlerini hatırlatırcasına hayatına anlam katıyor. Bir vücuda bile sahip olmayan Samantha, Theodore'u depresyondan çıkartıp hayata geri döndürüyor ve ‘ona yeniden şarkılar söyleten kadın’ oluyor. Theodore çok duygusal ve dibe vurmuş bir karakter. Onu anlayan, dinleyen ve hayata karşı son derece tutkulu olan Samantha ile güneş ışıkları Theodore’un hayatını aydınlatıyor, ona enerji veriyor.
Jonze'un filmini bir anlamda bilim kurgu olarak değerlendirebiliriz. Fakat filmin distopik gibi gözüken evrenine, baş döndürücü bir hızla gelişen teknoloji dünyasına bakıldığında Samantha gibi bir işletim sisteminin hayatımıza girmesi belki de an meselesi. Sevgililerimizi de artık yanımızda taşımıyor muyuz bir nevi? Gün içerisinde bir araya gelemediğimiz anlarda bir telefon ya da mesaj uzaklığında yürütüyoruz ilişkilerimizi. Birbirlerinden kilometrelerce uzakta ilişkilerini devam ettiren çiftler Skype bağlantısı ile konuştuğu sevgililerinin yerine bilgisayarlarına sarılıp uyumuyorlar mı? Bu anlamda film aslında o kadar gerçek ki, olaylar bize hiç yabancı gelmiyor. Aslında Jonze bize, 80'li yıllarda Hollywood sinemasında karşımıza çıkan teknofobiyi, yani yapay zekanın dünyayı ele geçireceğini değil modern hayatın insan üzerinde yaratmış olduğu tahribatı anlatıyor. Jonze, modern hayatın getirisi olan yalnızlığımızı yüzümüze vuruyor film boyunca. Gün boyu işe gidip gelen, hayattaki amacını, varoluşunu kaybeden insanların, yatakta tek başına yatarken ruhuna çarpan yalnızlığı ile baş edemeyen karakterlerin hikâyesini anlatıyor bize Jonze.
modernizmin insanın nasıl yalnızlaştırdığının en somut örnekleri görülebiliyor filmde. Şehir genel plandan çekildiğinde yalnızca koca binalar görünüyor. Güneş ışığının kendini gösterebilmesi için o koca binaların arasından geçmek durumunda kalıyor. Kalabalıklar içindeki insanların sürekli kulaklıklarının takılı olması ya da akıllı telefonlarıyla haşır neşir olmaları da bir diğer örnek... Bu arada değinmeden olmaz filmin görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema'nın filmde birinci sınıf bir işçilik çıkardığını da belirtmek lazım. Her biri ayrı güzellikte planları filmin ruhuyla örtüşmüş. Bununla beraber sanat yönetiminin de şahane olduğunu söylemek lazım. Film her ne kadar depresif bir hikâye anlatıyor gibi görünse de karakterlerin kıyafetlerindeki renklerden ötürü film de genelde cıvıl cıvıl ve bu, filmin ruhuna çok yakışmış.
Spike Jonze'un hikâyesi her ne kadar distopik bir aşk hikâyesi anlatsa da, filmin bu kadar vurucu olmasının ana sebeplerinden bu hikâyenin yakın zamanda gerçekleşme olasılığı. Yakın zamanda hayatımıza bizi anlayan, dinleyen bir Samantha'nın girmeyeceğini kim garanti edebilir ki?