Levent Cantek, sürekli çalışmakla geçen çocukluğunu ve artık tarihe karışan “tatilde çocuğu ustanın yanına verme” geleneğini şapgir'e yazdı.
LEVENT CANTEK
Çocukluğumda, okullar kapanıp yaz tatili başladığında, erkek çocuklar sanat öğrensin diye işe koyulur, bir ustanın bir meslek erbabının yanına çırak verilirdi. Çocuk aylaklık yapmasın, boşa vakit geçirip kendini kurcalamasın, üç beş kuruş kazansın, para nasıl kazanılırmış anlasın, istikbalde bir mesleği olsun diye yapılırdı bunlar. Memur ailelerinin zanaatkârlığa gönül indirmediğini, çocuklarını elaleme teslim etmediğini, kirin pasın içine sokmadığını hatırlıyorum. Ben, küçük yaştan itibaren çalışan şanssız çocuklardan biriydim. Henüz on yaşımı bile doldurmadan, tezgâhtarlık ve çıraklık yapmaya başlamıştım ama annem ve babam, yine de beni aylak, gözü sokakta-aklı oyunda sayıyor, ailemi ve evimi düşünmediğim için sorumsuzlukla suçlayabiliyordu. İnsanların çocuklarına sevgilerini gösteremedikleri, onlardan bir an evvel büyümelerini istediği yıllardan söz ediyorum.
“Eti senin, kemiği bizim” denerek, çocukların bir ustaya emanet edilmesi, o günlerde makbuldü, herhangi bir endişeyle karşılanmıyordu. Ustalık öğrenmek, bir işten para kazanabilecek tecrübeye sahip olabilmek, her şeyden daha önemliydi. Altın bilezik derlerdi, devir kötüydü, “Sen yine okulunu bitir ama bir şeyler ters giderse bir mesleğin olmalı” deniyordu. Yetmişli yıllarda, bu yaşta çocuk niye çalışsın demek, kimselerin aklına gelmiyordu. Çocuklar sahiden de erken büyümek zorundaydı. Hafta sonları, yaz tatilleri, bayramların ikinci günü, şu, bu... Yıllarca hep çalıştım, okulun açılmasını, tatile gireceğim diye sevinerek, gün be gün takvimden sayardım. Yaşıtlarım, okul açılacak tatil bitecek diye karalar bağlarken ben... Geceleri sevinçten uyuyamıyordum.
Gönülsüz çalışmamı, aklımın başka işlerde olmasını hesaba katıyorum, üzerinden yıllar geçmesini de ekliyorum, kendi adıma şunu söyleyebilirim: Lamı cimi yok, ben dikiş makinesinden anlarım. Ufak tefek tamirini hâlâ yapabilirim. Hayatımın en az on yılı, o makinelerin arasında geçti.
İlk ustam Mıstık abiydi. O sevimli adlandırmadan tahmin edebileceğiniz gibi, ilkokulu bitirince ustanın yanına verilen çocuklardan biriydi. Koca adam olmuştu, kimse ona Mustafa demiyordu, benim gibi sonradan kervana katılan daha küçük bir çocuk için o ancak Mıstık abi olabiliyordu. Yeryüzünde tanıdığım en şahane insanlardandı. İzbe ve kirli bir bodrumda, bir yandan dikiş makinesi tamir ediyor, diğer yandan seyrettiği filmleri bir deftere yazıyor, yanlarına notlar düşüyordu. Elbise dolabının içine zulaladığı çizgi romanları vardı. Başka bir hayatı arzulayan, içinde bulunduğu cendereden kurtulmaya çalışan farklı biriydi. Düzgün konuşan, garip kültürel ilgileri olan, çalışkan ve ölçülü bir usta oldu.
Bugün dikiş makineleri, o günlerdeki kadar satmıyor; eskiden illa ki çeyize dâhil edilirdi, düğün alışverişlerinin olmazsa olmaz bir parçasıydı. Kız tarafı-oğlan tarafı birlikte alışverişe çıkar, makine beğenirlerdi. 391 mobilyalı Yoknaz 298 mi alalım, yoksa 452 mobilyalı tam-devirli 1288 mi? “Hele, de bakalım oğlum, hangisi iyi bunların?” Dikiş-nakış kursları olur, makine yedek parçaları çok yerde satılır, Ankara’da Ulus’ta adım başı tamircisine rastlanır, evlere servise çıkılırdı. Mıstık abi, Nurettin Usta, Erol amca, hatta abim o ustalardandı. İnsanlar, makineleri ahşap mobilyalarından çıkartarak getirir, tamire bırakır, üç beş gün sonra gelir alırlardı. Telefon yaygınlaşınca haber verir olmuştuk, “Teyze makineniz tamir oldu, gelip alabilirsiniz”. İnsanlar, tamir bedeli için mutlaka pazarlık ederlerdi. O yıllardan kalma bir önyargımdır, Çankırı ve Kızılcahamamlılar kadar pazarlık yapan görmedim mesela. “Ustacım sanatkâr adamsın, hakkını verelim, bak vermeyelim değil ama bu para da çok, yapma etme”. Laf bol, para konuşturur insanı. Versene işte, adam çalışmış hakkını istiyor. İlla ki eksiltecekler.
Bu sanatkâr vurgusu, o yaşlarda oldum olası aklımı karıştırırdı. Biri sorsa, sanat nedir, anlatırdım. Vallahi anlatırdım, resim sanatı, opera, teotora, bıy bıy sıralardım... Ama işin içinde olunca karışıyordu işte. Kunduracı dayının arkasında, “Sanatçının elinin kiri, bir toplumun aynasıdır” yazıyordu. Samanpazarı’nda zurnacıların toplaşıp iş beklediği kahvede, “Sanatçı adam ağlar abicim, içlidir yani” diyorlardı. Sanat nedir ve zanaat nerde durur, anlatacak değilim. Zanaatkârların, kendilerini sahiden sanatçı saymaları, ruhlarını aynı terazide okkalamaları hoşuma giderdi. Tıkır tıkır çalışan makineye bakıp “Gel de şu adama sanatkâr deme” derlerdi. Her sanatın zanaat içeren, tekrara ve tecrübeye dayanan bir yönü var. İcrayla rengini bulan, çalışmayla koyulaşan bir yön bu. Tamire gelen dikiş makinelerinin dertleri üç aşağı beş yukarı aynıydı. Bir sorunla yüzlerce kez karşılaşınca çözümünde ustalaşıp süratleniyordunuz. Asıl ustalık, istisnai bir dert olduğunda deva olabilmekte, aynı pratikliği ve sürati gösterebilmekteydi. Onu yapabilen adama usta deniyordu. Yedek parçası olmayan bir makineye yeni bir aksam uydurabilmek, bilinmedik -o günler için korkutucu olan- elektronik bir alete reçete yazabilmekti mühim olan.
Malumatın internet yoluyla ulaşılabilir olduğu bir çağdan-bugünden bakarak o devirleri anlayabilmek kolay değil. Şimdilerde, kimse bir şeyi tamir ettirmeye kalkışmıyor, astarı yüzünden pahalı hale geldiğinden, elektronik eşyalar arızalanınca çöpe atılıyorlar. Eskisi kadar tamirciye, zanaatkâra rastlamıyorsunuz. Çocukları bir ustanın yanına çırak verme işi de tavsamış durumda. Sanat okullarından öğrenciler staj filan denilerek çalıştırılıyor artık. Mahalle aralarında, büyük şehirlerin geleneksel pazarlarında tek tük görebiliyorsunuz zanaatkârları. Ulus’ta Suluhan’ın eşiğinde bileyciler, anahtarcılar, sobacılar toplaşmışlarsa da, mesela daktilo tamircileri, kazancılar, dökümcüler ya kaybolup gittiler ya da geleceği belirsiz bir yola girdiler. Ustadan çırağa geçen zanaatkârlık yerinde bile saymıyor çoktandır, ustadan sonrası Allah kerim… Sadece fotoğrafçıları düşünün, nasıl azaldılar, nasıl teknolojiye yenildiler…
1989 sonrasında, Berlin Duvarı yıkılıp, Soğuk Savaş bittiğinde, hayat o denli süratlendi ki, gündelik hayata faş eden teknoloji hafıza taşlarımızı öyle bir yerinden oynattı ki...
Doksanlı yılların başında kesip biçip yapıştırıyor, fotokopiyle çoğaltarak fanzinler yapıyordum. Bu yazıyı, o yıllarda hayal bile edemediğim bir internet mecmuasında yazıyorum. Yaşlı adam gibi konuştuğumun farkındayım. Gülmeyin! Sahiden de bir asır geçmiş kadar alelacayip noktalara savrulduk. Matbaalarda el üstünde tutulan dizgiciler, klişeciler, mizanpajcılar, takdirle anlatılan, iyi paralar kazanan ustalar tarih oldular.
Nostaljiyle işim olmaz, özlemiyorum o günleri.
Ama şuna yanıyorum, aklıma geldikçe göğsüm daralıyor, kafamda çın çın ziller çalıyor. Bütün yaşıtlarım, avare avare fili kulağına denk gezinirken, ben ıkına ıkına çalışıyordum. Ne oldu? Dikiş makineleri hikâye oldu.
Boşa geçen çıraklık yıllarım için ne yapsam, kime başvursam?