Erdoğan’ın toksik suçlamalarını anlamak

“Artık, bu hükümetin belirli fikirlere ve bir vizyona, herhangi bir şeyin sistematik eleştirisine, herhangi bir metne sadık kaldığını söylemek mümkün değil. Bu yüzden, hükümetin belirli bir istikamete doğru ilerlediğini de söyleyemeyiz.” Ümit Cizre yazdı.

ÜMİT CİZRE

Geçtiğimiz ay, Erdoğan hükümetinin temellerini sarsan en ciddi kriz olarak gündeme gelen devasa yolsuzluk skandalına kabineden 3 bakan ve yakın çevrelerindeki bürokratların isimleri karıştı. Erdoğan’ın, bir dönem askere karşı bir iktidar alanı olarak gördüğü polisi, rüşvet soruşturmasını “izinsiz” yürüttüğü gerekçesiyle radikal bir biçimde tasfiye ederek bir karşı saldırıya dönüşen tepkisi, siyaset anlayışının doğasına ve esasına dair çok şey söylüyordu.

Tepkinin en anlamlı kısmı, Başbakan’ın aralarına eski kuvvet komutanları ile genelkurmay başkanının da dâhil olduğu ve hükümetine karşı darbe planlamaktan suçlu bulunan yüzlerce subayın yeniden yargılanmasından yana olduğunu belirtmesi idi. Bir başka önemli tepkisi kurmaylarından, adeta yaraya tuz basarcasına, rüşvet soruşturmasıyla ilgili hukuki süreçleri yürütmenin kontrolü altında tutmak amacıyla iktidarın hakim ve savcı atamaları üzerindeki yetkisini genişletecek bir yasa tasarısı hazırlamalarını istemesiydi. Açıktır ki bu tepki, hükümetin kuvvetler ‘ayrılığı’ yerine ‘birliği’ tercihini doğrulayan bir hamle olarak önemli.

Erdoğan’ın bu çıkışının arka planında, AKP hükümetinin, ülke içinde muazzam bir etkiye sahip ve AKP’yi 2002’den beri her seçimde desteklemiş olan sürgündeki Müslüman lider Fethullah Gülen’in hareketi ile girdiği şiddetli ve kilitlenmiş bir mücadele var. Gülen hareketinin, orduda darbe planlayanların yargılanmasını kolaylaştırdığı düşünülmekte. Bu davaların, müdahaleci hırslarıyla kötü bir şöhrete sahip Türk ordusunun siyasal arzularını tamamıyla erozyona uğrattığı söylenemez. Ancak TSK’nın siyasal rolüne önemli oranda sınırlama getirdiği kabul edilmeli. Erdoğan’ın darbe planı yargılamalarını gözden geçirmek yönündeki en son hamlesi, Erdoğan’ın askere yönelik siyasetinde devasa bir ters dönüş yaparak Gülen hareketine karşı askeriye ile de facto bir ittifak kurması biçiminde yorumlanmakta.

Görünüşe bakılırsa Gülenistler, hükümetin İsrail’e yönelik şahin siyaseti, AB reformlarını geciktirmesi, Kürt hareketi ile uzlaşma arayışına girişmesi ve Gülenist dershane ağını kapatma planlarından ötürü Erdoğan ile bir anlaşmazlık içinde. Hareketin, polis teşkilatı ile birlikte yargının bir bölümünü Gülenci bir koloni haline getirdiği ve rüşvet incelemesini bu iki organın yardımıyla organize ettiği biliniyor. Ancak, taraflar arasındaki kavganın ideolojik olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi İslami anlayış ve bakış açılarındaki farklılıktan ya da İslam’ın toplumdaki rolüne dair uyuşmazlıklardan kaynaklandığını iddia etmek de doğru değil. Aslına bakılırsa Gülen’e bağlı olanların gerçek amaç ve saikleri, içerde ve küresel ölçekteki devasa siyasi ve ekonomik ağlarını himaye etmek için AKP yönetimi içinde daha avantajlı pozisyonlar kapmak olmuştur. Bunu sağlama bağlamak için yürüttükleri şiddetli bir mücadeleden söz ediyoruz.

AKP hakikati ve mitleri

Erdoğan’ın Gülen ile “karşılıklı suçlama” paketinin siyaseti geriye çeken anti-demokratik doğası, AKP’nin siyaseten riskli reformları teşvik ederken yakaladığı göz kamaştırıcı başarısının gizlediği bir şeye ışık tutuyor. AKP yönetiminin ilk başta, asker ve yargının başını çektiği Kemalist iktidar odaklarını yeniden şekillendirerek seçilmiş siviller için bir güven duygusu tesis ettiği; ve gıpta edilecek oranlarda ekonomik büyüme ve istikrar temin ederek ülkeyi bölgesel ve küresel ölçekte etkili bir aktör haline getirdiği doğru. Hükümetin, daha demokratik bir anayasa, etnik olarak Türk olmayan kimlikler ile gayrimüslim azınlıkların kültürel hakları ve başörtülü kadınlar için daha normal bir kamusal yaşam sağlama üzerine kamusal ve açık bir tartışma ortamının doğmasına önayak olduğu da doğru.

Lakin AKP hükümetinin 2010 referandumu ile 2011 seçimlerinin ardından giderek artan bir güçlenme hissiyle “U dönüşü” yaptığı ileri sürülmekte. Hâlbuki şu tespiti yapmak daha doğru olur: AKP en başından beri, demokratik söylemiyle eşzamanlı olarak militarist ve çoğulculuk karşıtı temaları kaynaştıran bir üniter devlet söylemini de benimseyegeldi. Partinin hem sevimli ve cezbedici hem de karanlık ve gayri-demokratik retorikleri bütünleştiren “çok-söylemli” bir yapıyla ve zihniyetle farklı kitlelere aynı anda farklı hitap metinleri kullandığını söylemek isabetli olur. Bununla birlikte, bu nitelendirmeyi yaparken partinin, sözümona “İslamcı gizli gündeminin” bir parçası olarak çok-parçalı bir söyleminin zaten hep var olduğu şeklindeki Kemalist iddiaları yinelememek gerekir.

Dolayısıyla iki kritik tespitten söz edebiliriz: Her şeyden önce, AKP’nin Gülene tepki olarak uyguladığı suçlama paketinin açığa çıkardığı kutuplaştırıcı ve demokrasiden uzak retorik, bir zamanlar daha ılımlı, orta yolcu ve popüler bir hükümetin “normalinden” sapması değildir. Aynı varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. İkinci olarak, Erdoğan’ın AKP’sinin tedirgin edici siyasal niteliklerinin kökleri “İslamcılığa” değil, rejimin bağımsızlıktan bu yana on yıllar boyunca yerleştirdiği bazı temel, yapısal ve kültürel “kuruluş kusurlarına” ve köklü gayri-demokratik alışkanlara ve geleneklere dayanmaktadır. Dolayısıyla, Erdoğan hükümeti, Türkiye’nin Kemalist ya da anti Kemalist, merkez sol ya da merkez sağ, orta yolcu ya da radikal çizgide olan aktörlerinin hiçbirisinden çok farklı bir siyaset anlayışına sahip değil.

Erdoğan’ın Gülenistlere karşı suçlama paketinin içerdiği karanlık söylem, rejimin, toplumdaki çeşitlilikleri ve farklılıkları “ahlaki” olduğu kadar “yasal” olarak da kabul etmeyi reddedegelen antidemokratik DNA’sını işaret ediyor. Bu DNA, resmi ve gayriresmî öğreti ve toplumsallaşma örüntüleri aracılığıyla hayatın her seviyesine, neredeyse bütün bireysel zihinlere ve siyasi platformlara derinden yollar açarak ulaşmış ve kodlanmış durumda. Ülkede muhalif duruşta olan taraflar arasında çok az sayıda buluşma noktası ve mutabakat arama mekanizmasına izin veren bir siyasi gelenek ile bir araya gelince sonuç şu oluyor: temsil ettikleri görüş/vizyon ne olursa olsun tüm siyasi aktörler bir “ak-kara” demagojisinin içerisine sıkışarak, otoriteryen duruşlarını, belirgin bir fikirden yoksun olma anlamında ideolojik yoksulluklarını ve gerçeklikten kopuşlarını kamufle eden bir çeşit “pragmatizm”i benimsiyorlar.

AKP’nin de bu durumdan bir farkı yok. Hükümetin medyaya saldırması; herhangi bir muhalefete karşı mutlak tahammülsüzlüğü; Aralık 2011’de Kürt bölgesindeki Uludere’de silahlı kuvvetlerin 34 sivili bombalayarak öldürmesi konusunda sorumluluk kabul etmeyi reddetmesi; Haziran 2013’teki Gezi Parkı protestolarında, polisin şiddetin en kötü aşırılıklarını sergilemesine izin vererek tek bir polis memurunu bile şimdiye kadar “tasfiye etmemesi;” ister öğrenci, ister Kürt aktivist olsun, sürekli olarak muhalif grupların gözaltına alınmaları ve tutuklanmaları ve Başbakan’ın silahlı kuvvetler ve üst komutayla ilgili konularda övücü ve kaçamak söylemleri. Bunların hepsi benim kuşağım için çok bildik klasik birer siyasetçi söylemi ve davranışı. Herhangi bir kopuşun veya bir sapkınlığın göstergeleri olmaktan çok, bizatihi Cumhuriyet’in iktidar kavramından kaynaklanmaktadır.  

Anksiyete siyaseti

Bununla birlikte, adil olmak gerekirse, AKP’nin, devletçilik karşıtı reformlarının gerçekten daha önce hiç tanıklık etmediğimiz özgün nitelikleri var.

Ordunun siyasi gücünün azaltılmasını ele alalım: Cumhuriyetçi koşullandırmanın bir sonucu olarak, parti yönetimi, askeriyenin rolünü ve görevlerini yeniden şekillendirmeyi subaylara bırakarak ve onlarla itiş-kakışsız rahat bir birlikte bir varoluşu sürdürmeyi gerçekten tercih ederdi. Ancak rahatını bozarak bir şeyler yapmaya mecbur edildi. 

Üstelik liderlik, Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde sivil üstünlüğünü bir miktar tesis etmek için eşi benzeri görülmemiş bir adım attı. Bunu demokratik sivil yönetime kendisini tamamen adadığından değil, laik düzenin (ordu, yargı ve sonrasında Cumhurbaşkanı Sezer) Erdoğan yönetimine kibirle ve aşağılamayla tavır alması ve partinin varlığını sona erdirmekle tehdit edip amansızca saldırması karşısında mecbur bırakıldığından yaptı. Laik düzenin anksiyetesinin (endişe diyelim) gerekçesi, AKP’nin, subayların koruduğu laik devleti İslamileştirmeye çalışan bir hükümet olmasıydı. 

AB’ye uyum sağlayan reformlar, AKP’nin “hayatta kalma” politikası ya da kendi endişeleriyle başa çıkma stratejisiydi. Bu süreçte, ülkenin sanki büyülü bir el değmişçesine demokratikleştiği “mit”i yaratıldı. Bu noktada dikkatli olmalıyız: benzeri görülmemiş “demokratik” atılımların altında bu partinin imzası olduğunu yadsımıyoruz. Bununla birlikte, parti tutarlı bir “demokratikleşme” projesine sistematik ve entelektüel bir taahhütte bulunmamıştır. En fazla, sadece seçilmiş sivillerin geleneksel güçsüzlüklerini alt etmek için sistematik bir mantık içermeyen reformlar ortaya çıktı ve böylece hükümetin, muhafazakâr seçmen kitlesine artan dini ve kişisel özgürlüklerinden faydalanması için bir rahatlama alanı açmasına izin verildi. 

AKP’nin iktidara yükselişi karşısında laik düzenin aktörlerini “endişeli modernler” olarak adlandıran entelektüeller, “endişeli modernlerin” tepkilerinin AKP tarafı üzerindeki etkileri hakkında hiçbir zaman etraflıca kafa yormadılar. Tarih bize, “anksiyete siyaseti”nin gerek tepkili “endişeli” taraf, gerekse endişelerin kaynağı addedilen ve bundan etkilenen taraf açısından nadiren iyi bir şeyler ürettiğini anlatır. Siyasetin bu türü daha çok, iktidar fetişizmini, narsisizmi, eleştiriye tahammülsüzlüğü ve gerçek dışı kurgusal bir demokrasiyi sanki gerçekmişçesine kutlamayı getirir. Anksiyete, korku, intikam ve karşılıklı suçlamalarla yürütülen siyaset, yalnızca kutuplaşmayı ve devlet güvenliğini teşvik eder, özgürlükleri değil. 

Neoliberal muhafazakârlık

Neoliberal politikaların izini 1980 Darbesi’ne ve onu takip eden esasen merkez sağda milliyetçi bir yapı olan Anavatan Partisi’nden neşet eden bir mirasa sürmek doğru olur. Fakat 2002’den bu yana gerçekleşenleri özgün kılan husus şu: ilk kez, neoliberal piyasa siyasetleri, 1980 dönemi sonrasından daha etkili bir biçimde, pragmatizmi, Osmanlı nostaljisi ve Sünni hassasiyetlerle rahatlıkla birleştiren ve dizginsiz kapitalist piyasalaştırmanın büyüyen faydaları sayesinde popülist reformizmi başarıyla uygulayan ve bu arada ideolojik formasyonu müphem bırakılan bir parti tarafından icra edilmekte. “İslami” denilen doğasına gelince: AKP’nin yukarıda açıklanan ve Türkiye’deki gelmiş geçmiş tüm siyasal çizgi ve aktörlerle paylaştığı görülen çok temel karakteristikleri yönetimin İslamcı politikaları “muhafazakâr” fikirler lehine açıkça terk ettiğinin hatırlatıcısıdır.

Bununla birlikte, fikri koordinatları müphem bırakılan bir partiden söz ettiğimizi hatırlatalım: AKP kendini “muhafazakâr demokrat” olarak ilan etmesine rağmen, Sünni İslamcı ontolojiyle yakınlığını muhafaza etmektedir. Buna ek olarak, Türkiye’nin katı Soğuk Savaş dönemi partilerininkine yakın bir şevkle devlet güvenliği genişletilirken, sınırsız piyasalaştırma ve — sürekli ve tutarlı olmasa da — arada Batı demokrasisi idealleri vaat edilmekte. Yönetimin beyanlarında her hanede en az üç çocuğun olduğu dindar bir yeni nesil yetiştirilmesinin istendiği duyulabilmekte; Başbakan’ın işaretiyle, devlet hastanelerinde, kürtaj ve sezaryen operasyonlarının tasvip görmediği bir dönem başlatılmıştır ve içki satışı, tüketimi ve reklamlarının kontrolleri, yasal değişikliklerle sıkılaştırılmış durumdadır. Ancak bu ahlakçı salvolara rağmen, laik muhalifler bile devletin sistematik olarak İslamileştirilmesi konusunun geçerli olmadığını kabul etmekteler. 

Yolunu kaybetmek mi? Peki ya sonra?

Bunun yerine ortaya çıkan şey ise “eski” devlet hâkimiyetinin bazen anti-Kemalist ve hak temelli, bazen ise ahlakçı ve demokratik olmayan söylemlerde gizlenerek yaşamlarımız üzerinde bildik baskısını genişletmesi. Artık, bu hükümetin belirli fikirlere ve bir vizyona, herhangi bir şeyin sistematik eleştirisine, herhangi bir metne sadık kaldığını söylemek mümkün değil. Bu yüzden, hükümetin belirli bir istikamete doğru ilerlediğini de söyleyemeyiz. Bununla birlikte, popüler desteği toplamaya devam edebildiği sürece, aynı söylemi ve izleği sürdürebilecek ve bunda başarı sağlayabilecektir. 

Peki, nasıl? AKP’nin çelişkileri, tutarsızlıkları ve toplumu bölen retoriği hem kimliğinin ta kendisi hem de kimlik yoksunluğunun; hem başarılarının hem de başarısızlığının kaynağı. Partinin kitleler nezdinde gördüğü rağbet ve aynı zamanda topladığı antipati de yine bu müphem söylemin bir ürünü. Olumlu yönden bakılacak olursa, bu muğlaklıklar ve çoğul söylemler, birden çok meseleye bağlılık duyan, çok katmanlı kimliklere ve çevresel ‘network’lere sahip, ne olduğu ve olacağı “bilinmez-kestirilemez” bağlamlarda yaşayan, sosyal parçalanmaya ve siyasal çözülmeye maruz kalmış kitlelere hitap etme enerjisinin ve kapasitesinin de kaynağıdırlar.

Erdoğan’ın karmaşık ve tutarsız görünen söylemi, gerçek “hayat”ın kendi tutarsızlıkları ve muğlaklıklarına tekabül ediyor. Bu yüzden, Erdoğan’ın ismi, milyonlarca insanın tarihsel tahayyülüne, Türkiye’nin hatırı sayılır laik toplumsal kesimi için Atatürk neyi temsil etmekteyse, ona benzer bir biçimde kazınıyor.

İngilizceden çeviren Volkan Eke. Yazının orijinali için http://www.opendemocracy.net/umit-cizre/understanding-erdo%C4%9Fan%E2%80%99s-toxic-recrimination-in-turkey

Kategoriler

Şapgir

Etiketler

suçlama