Philip Seymour Hoffman’ın oyunculuk gezintisi

Ecem Yıldırım, Ocak ayında hayatını kaybeden Philip Seymour Hoffman’ın açıklık ve esneklikle büyüttüğü oyunculuğunu yazdı: “İyi ki bu dünyadan Philip Seymour Hoffman geçmiş…”

ECEM YILDIRIM
ecemyldrm1989@hotmail.com

Geçen günlerde hayatını kaybeden Philip Seymour Hoffman, sadece kendi döneminin değil, tüm zamanların en iyi oyuncularından biriydi. Birbirinden etkileyici performanslara imza attığı yolculuğunda hep cesur bir çizgisi oldu. Sorgulanmasından korktuğu iktidarını genişletmek için her yola başvurabilecek tarikat lideri Lancaster Dodd (The Master), hikâyesini anlattığı suçluya duyduğu yakınlıkla başarılı bir kitap yazma isteği arasında kalan yazar Truman Capote (Capote), çocuk istismarıyla suçlanan Rahip Flynn (Doubt) ya da yaratım krizine girerek yıkıma sürüklenen tiyatro yönetmeni Caden Cotard (Synecdoche, New York)... Hepsine o hayat verdi. Bunu yaparken canlandırdığı her bir karaktere karşı sorumluluğu olduğunu düşünerek yolunu çizdi. Eleştirel bir şekilde yaklaşırsa, sorumluluğunu üstlendiği karakterden uzaklaşacağına inanıyordu. Bu nedenle karakterleri yargılamadan kendisine alan açmanın bir yolunu hep buldu. Bir oyuncu olarak sahip olduğu açıklık ve esneklik önünü açtı. Oyunculuğuna derinlik kazandıran tam da buydu.

Kendisine teslim edilen karakterlere yaklaşımı bütün performanslarına şekil verdi. Son derece bıçak sırtı bir karakteri canlandırdığı Şüphe [Doubt] filmindeki performansını düşünelim. Başlangıçta tek ayırıcı özelliği kilisede değişimi savunması olan Rahip Flynn karakteri, yavaş yavaş çocuk istismarı suçlamasının merkezi haline geliyor. Bu noktadan sonra filmi tek bir soru yönetiyor: Suçu işledi mi, işlemedi mi? Film farklı cevaplar arasında salınırken, şüphe, dizginleri elinde tutuyor. Rahip Flynn’in Meryl Streep tarafından canlandırılan Rahibe Aloysius karakteriyle yüzleştiği sahne, bu anlamda çok önemli bir yerde duruyor. Film, henüz açık verme niyetinde değil. Bu da Philip Seymour Hoffman’ın oyunculuğunu büyük bir dikkatle kontrol etmesini gerektiriyor. Karakteri öyle bir dengede tutuyor ki, hiçbir cevap öne çıkıp şüpheyi ortadan kaldırmıyor. Karaktere ahlakçı bir şekilde yaklaşsaydı, bu dengeyi kurmayı asla başaramazdı ve Rahip Flynn karakteri de yüzeyde kalırdı. Bir başka örnek de Mutluluk [Happiness] filmindeki Allen karakteri. Kolayca karikatürize edilebilecek bu karakter, onu yargılamayan bir oyuncunun elinde ete kemiğe büründü ve sıradan kaybeden hikâyelerinin yüzeysel anti-kahramanlarına çizilen sınırları aştı. Allen, görünmez bir kaybedenden çok daha fazlasıydı. 

Rahip Flynn de, Allen da, Hoffman tarafından canlandırılan tüm karakterler gibi derine kök saldılar. Bu derinliğin arkasında ise hep zorlu bir yaratım süreci vardı. Hoffman için oyunculuk bir anlamda dedektiflik yapmaktı. Bir karakterle baş başa kalıp yavaşça derinlere yol almak, oyunculuğun hem en sevdiği hem de en yorucu bulduğu yanıydı. Hazırlık sürecinde en çok zorlandığı filmi ise Capote oldu. Karşısında kanlı canlı bir yazar figürü vardı. Truman, Capote’yi canlandırdığı film için aylarca hazırlandı. Sesi ve bedeni üzerinde kurduğu hâkimiyeti kaybetmemek için set aralarında da Capote gibi konuştu ve hareket etti. Bana göre, bu filmdeki performansına rengini veren, hazırlık sürecinden çok, bu süreci sunuş şekliydi. Seyirci üzerindeki dramatik etkiyi arttırmak için çırpınmadı. Capote’yi canlandırırken attığı adımları kimsenin gözüne sokmadı. Boğuculuktan uzak, sakin bir yol izledi.

Philip Seymour Hoffman, kendisine hayran olan ve sürekli ilgi bekleyen bir oyuncu değildi. Ortaya koyduğu performansların yerini bulması, onu mutlu etse de, oyunculuğu fetişleştirildiğinde rahatsız olmaya başlıyordu. İnsanların onu fazla ciddiye almasından şikâyet ettiği de olmuştu. Oyunculuğun şöhretle ilgili kısmına mesafeliydi. Nasıl göründüğünü hiç umursamadı. Kabul görmekten memnun olsa da, başarıyı ödüllerde aramadı. Onun için asıl başarı, bir oyuncu olarak kendisini tekrar etmeden yaratıcı performanslara imza atmasıydı. İmgesinin kendisini aşmasına izin vermemeye kararlıydı. Tam da bu nedenle, sete güçlü fikirlerle hazırlanmış olarak gelmesine rağmen, durması gereken yeri hep bildi. Kendi karakterine odaklanıp filmdeki diğer her şeye duyarsız kalan oyunculardan değildi. Beraber oynadığı oyuncularla kurduğu etkileşime hep çok önem verdi. Dünya onun performansının etrafında dönmüyordu. Bu yüzden onun için büyük rol-küçük rol diye bir ayrım da yoktu. Manolya [Magnolia] ve Büyük Lebowski [The Big Lebowski] gibi birçok önemli filmde böyle bir ayrımı yok sayarak oynadı. Bir hikayenin anlatılması gerektiğine inanıyorsa, rolünün büyüklüğünü dert etmeden sürece dâhil oluyordu. Kendi performansından da önce oynadığı filmin bütünlüğüyle ilgileniyordu.

Güçlü bir işbirliği kurduğu yönetmen Paul Thomas Anderson, onu, beraber çalıştıkları The Master filminin senaryo yazım sürecine dâhil ettiğinde, rol hesabı yapmadan sürece katkı sağladı. Öne çıkan iki karakterden hangisinin hikâyesinin merkeze alınacağına karar veremeyen Anderson, onun fikrini sorduğunda, Joaquin Phoenix tarafından canlandırılan Freddie karakterinin hikâyesinin çok daha belirleyici olduğunu söyledi. Ona göre bu film, kendi canlandırdığı tarikat lideri Lancaster Dodd’ın değil, Freddie’nin filmiydi. Önemsediği tek şey mücadele içinde olan karakterleri canlandırmaktı. Bu karakterlerin filmde ne kadar yer kapladığıyla değil, film için ne ifade ettiğiyle ilgileniyordu. Güçlü bir oyuncu olmasına rağmen, sinemanın önce yönetmenin sanatı olduğunu vurgulaması da, kendisini haddinden fazla önemsememesiyle ilgiliydi. Pasif ya da edilgen bir oyuncu asla değildi ama filmin setten çok kurgu odasında yapıldığını söylemekten de geri durmuyordu. Paul Thomas Anderson ve Bennett Miller gibi birçok yönetmenle sağlam ilişkiler kurdu. Kendisi de yönetmenlik yaptı. İçinden Grizzly Bear şarkıları geçen ilk filmi Jack’in Kayık Gezintisi [Jack Goes Boating] son filmi de oldu.

Charlie Kaufman tarafından yazılan ve yönetilen New York Yanılsamaları [Synecdoche, New York] filmindeki Caden Cotard karakteri ise Philip Seymour Hoffman gibi tiyatro yönetmeni. Hayatına kendince anlam katmak için son ana dek çaba harcayan Caden, bugünden bakıldığında, Hoffman’ın ürettikleriyle verdiği mücadelenin izlerini taşıyor. Hoffman, hayatla kurulan ilişkinin biricikliğinin farkında olan biri olarak hiç kimseyi yargılamadan yolunu bulmaya çalıştı.

Hayatın nasıl yaşanması gerektiğini buyuranlarsa herkesi ve her şeyi durmadan yargılarlar. Hayata nasıl anlam katılır ya da doğru hayat nasıl olur, en iyi onlar bilirler. Nasıl ölüneceğine de, herkesin yerine onlar karar verirler. İnandıkları hayat kurgusunun dışına çıkan biri olduğunda da, onun hayatını avuçlarının içine almaya çalışırlar. Bir an bile durup düşünmeden yargılarlar. Bugün Philip Seymour Hoffman’ın ölümünün ardından ahlakçı bir şekilde parmak sallayanlar, onun gölgesiyle asla kazanamayacakları bir savaşa girmiş durumdalar. Onlar yaptıkları her yorumda daha da çürürken, dünyanın herhangi bir yerinde biri şu cümleyi geçirecek aklından: İyi ki bu dünyadan Philip Seymour Hoffman geçmiş… 

Kategoriler

Şapgir