Cumhuriyet’in kuruluş aşamasını, ilanını, sonrasını Ayşe Hür yazdı.
AYŞE HÜR
Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşlarından yazar Falih Rıfkı (Atay), Çankaya adlı eserinde, Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasının (11 Ekim 1922) ardından Halide Edip (Adıvar), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Asım (Us) Bey ile birlikte, ‘Yunan zulümleri üzerine belge toplamak üzere’ gittikleri Bursa seyahatinden söz ederken, Bursa valisinin Mustafa Kemal’i karşılama programına Sultan Osman’ın Türbesi’nin ziyaretini de koyduğunu görünce, “Mustafa Kemal’in bu ziyarette bulunacağını zannetmiyorum” demesinin, hazır bulunanlar tarafından nasıl şaşkınlıkla karşıladığını anlattır ve devam eder: “Mustafa Kemal’in İstanbul’a giderek yeni bir sadrazam olmayacağını pek iyi biliyorduk. Hanedan intihar etmişti. Ortaçağ’da olsaydık Mustafa Kemal’e biat edileceği ve hanedanın isim değiştireceği zamanda idik. Yirminci asırda, çöken hanedanların yerine cumhuriyetler gelir. Mustafa Kemal’in devlet reisi olmaktan başka hiçbir şey olmasına ihtimal yoktu.” (s. 331-332)
Falih Rıfkı’nın öngörüsü haklı çıkmıştı. Çünkü bu konudaki en önemli adım olan Saltanat’ın kaldırılması işi çok değil 9 gün sonra tamamlandı. Bilindiği gibi 23 kişilik Meclis komisyonu, Mustafa Kemal’in, halifeliğin ve sultanlığın tarihine ilişkin gece yarısına dek süren uzun konuşmasından sonra bile önergeye son halini veremeyince, iki gündür mutat akşam yemeklerini kaçırdığı için sinirleri iyice gerilmiş olan Mustafa Kemal’in bir sıranın üstüne çıkarak “... Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir” şeklindeki ünlü nutkunu atması üzerine gece saat 03.00’te tekrar toplanan Meclis, Birinci Grup adına Mustafa Kemal’le İkinci Grup adına Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey’in lehte konuşmalarını takiben, (1926’da İzmir Suikastı dolayısıyla asılacak olan) Lazistan milletvekili Ziya Hurşit Bey’in itirazlarına rağmen, gök gürültüsünü andıran alkışlar arasında ‘oybirliği’ ile Saltanat kaldırmıştı.
Muhalefetsiz Meclis Cumhuriyet’i ilan ediyor
Ancak, Lozan’daki barış görüşmelerine gönderilecek delegelerin hükümet tarafından değil de Meclis tarafından seçilmesinde de ısrar eden muhalefet, üstüne üstlük Musul’un bırakılmasına da itiraz edince, siyasi başarısını bir an önce uluslararası bir başarı ile tescillemek isteyen Mustafa Kemal daha uysal bir meclis oluşturabilmek için, anayasa kurallarını ihlal ederek 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar verdi. Meclis’in tatile girmesinden sadece bir gün önce, 15 Nisan’da, Birinci Grup’un oylarıyla Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda alelacele bir değişiklik yapılarak ‘Millet Meclisi Hükümeti’ne muhalefet etmek ve Saltanat’ın yeniden kurulması için kampanya yürütmek’ ‘vatana ihanet’ kapsamına alındıktan sonra, seçim çalışmaları başladı. Mustafa Kemal, yeni milletvekillerini bizzat seçmek için Ankara’da bir seçim bürosu oluşturdu.
Ankara PTT Müdürü Sabri Bey, adayların eğilimleri için bir nevi ajanlık yaparken, İttihatçı Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri Hüsamettin Ertürk, Alevi ve Bektaşi dedelerini etkilemeye çalışıyor, ordu ve emniyet mensupları ise ikinci seçmenlere baskı yapıyorlardı. Sonuçta, 11 Ağustos 1923’te açılan ikinci meclise üç kişi dışında, hep Mustafa Kemal’in adayları girdi. İki gün sonra Mustafa Kemal oybirliği ile meclis başkanı seçildi. Aynı gün Lozan görüşmeleri yüzünden İsmet Paşa ile çatışan Rauf Bey başbakanlıktan çekildi. Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyay) Bey başkanlığındaki yeni hükümet, İkinci Grup’un muhalefet ettiği Lozan Barış Antlaşması’nı 23 Ağustos 1923’te onaylayarak Mustafa Kemal ve ekibini büyük bir dertten kurtardı. 13 Ekim’de âni bir kararla Ankara’nın başkent ilan edilmesini 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 1. Maddesi’ne yapılan bir ekle Cumhuriyet’in ilanı, 3, 8 ve 9. maddelerde yapılan değişikliklerle de Mustafa Kemal’in ‘tek adam’ oluşu iyice sağlama bağlanacaktı.
Cumhuriyet bir günde mi ilan edildi?
İsmet İnönü hatıralarında “Atatürk’le aramızda ‘cumhuriyet’ kelimesi 28 Ekim 1923 akşamına kadar geçmedi” der ama ‘Cumhuriyet’in bir gecede ilan edildiği’ bir söylenceden ibarettir. Nitekim daha 9 Ağustos 1923 tarihli gazetelerde anayasa değişikliği üzerinde çalışıldığına dair haberler çıkmıştır. Nitekim 23 Eylül 1923 tarihli Neue Freie Presse adlı Avusturya gazetesinde çıkan bir habere göre Mustafa Kemal anayasa değişiklikleri hakkındaki görüşlerini şöyle noktalamıştı: “… bütün bu tadilat cumhuriyet esasına müteveccih olacaktır. Türkiye hal-i hazırda olduğu kadar istikbalde de daha fazla demokratik bir cumhuriyet olacaktır. Hiçbir suretle garp cumhuriyetlerinin sisteminden farklı olmayacaktır.” 27 Eylül günü bu demecin resmen doğrulanmasıyla kamuoyunda ateşli bir tartışma başladı. 4 Ekim’de CHF divanı devletin adının Türkiye Cumhuriyeti olması fikrini kararlaştırdı. CHF grubunun Mustafa Kemal’e danışmadan o sırada Ankara’da olmayan Rauf Bey’i Meclis İkinci Başkanı seçmesi üzerine çıkan hükümet krizi hükümetin istifası ile sonuçlandı. Muhalif kanattan Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Dr. Adnan Adıvar ve Refet Paşa İstanbul’da toplandı. Muhalefetin ağır topu Kazım Karabekir Paşa ise görevli bulunduğu Sarıkamış’tan İstanbul’a gitmek üzere gemiye bineceği Trabzon’da bekliyordu. Yani, taraflar cephede yerlerini almıştı!
29 Ekim’de Mustafa Kemal’in CHF toplantısında “Bana biraz müsaade edin, bir teklifim olacaktır” demesiyle başlayan ateşli tartışma 18.00 civarında bitti ve konu Meclis’e taşındı. Saatler 20.30’u gösterdiğinde Mustafa Kemal’in hazırladığı değişiklik önergesi ‘Yaşasın Cumhuriyet!’ nidaları arasında 158 oyla kabul edilmişti. Türkiye’nin ilk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal’in teşekkür konuşmasını Afyon milletvekili Kamil Efendi’nin okuduğu dua izledi. Ankara halkı, olayı gece atılan silah ve havai fişeklerle öğrenmişti ama İstanbul’da kutlamalar, 30 Ekim günü sabaha karşı Selimiye’den atılan 101 pare top atışı yapıldığı için halk büyük korku yaşamıştı.
Rauf Bey, İstanbul’daki Vatan ve Tevhid-i Efkar gazetelerine verdiği demeçte ‘demokratik ilkelere bağlı kalındığı sürece rejimin ismi ile sorunu olmadığını, ancak Meclis’te ve hükümette yeterince tartışılmadan alınan bu kararın İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Merkez Komitesi’nin sorumsuz kararlarına benzediğini’ söyledi. Kazım Karabekir ise Mustafa Kemal’i üstü kapalı eleştirmekle yetindi. Tarafların bir kez daha ‘göğüs göğse gelmesi’, 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla olacaktı. Son raunda artık az kalmıştı.
Kemalist güzelleme: 10. Yıl Marşı
Bugün neredeyse herkesin ezbere bildiği nadir marştan biri olan (ki diğeri ‘Dağ Başını Duman Almış’ marşıdır) 10. Yıl Marşı, adından da anlaşılacağı üzere 1933 yılında Cumhuriyet’in 10. yıldönümü kutlamaları için hazırlanmıştı. Güftesi Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Behçet Kemal’e (Çağlar), bestesi Cemal Reşit’e (Rey) ait olan marş, tüm dünyaya bir zamanların ‘Hasta Adamı’nın nasıl dirildiğini ve 10 yılda ne büyük işler başardığını anlatmayı amaçlıyordu. Marşı ilk kez 14 Ekim’de dinleyen Mustafa Kemal’in marşı beğenmesi üzerine önce İstanbul’da Beyazıt ve Taksim meydanlarında, Şehir Bandosu’nun eşliğinde marş talimleri yapıldı, ardından bütün yurtta bir marş seferberliği başlatıldı. O tarihten sonra siyasal atmosferin gerektirdiği yerlerde söylenmesi adet olan marşın yeniden popüler olması 28 Şubat 1997’de Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Refah Partisi-Doğru Yol Partisi koalisyonuna verilen muhtıra sonrasına rastlar. O tarihten bu yana Türkiye’yi iç ve dış düşmanların saldırı altında hisseden kesimler, 10. Yıl Marşı’nı topluca okuyarak kendilerini güçlü hissetmeye çalışırlar.
İdeoloji yüklü dizeler
“Çıktık açık alınla on yılda her savaştan/On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan/Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan/Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” şeklindeki ilk kıtada, Mustafa Kemal’in asker kimliği öne çıkarılarak Milli Mücadele döneminde özellikle ‘iç düşmanlara’ karşı verilen askeri ve sivil mücadeleler vurgulanır ve aslında 14 milyon civarında olan ülke nüfusu kafiye uğruna 15 milyona çıkarıldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri yönünü Batı’ya çevirmiş bir toplum olarak, o dönemde medeniyetin sembolü olarak görülen ve eksikliği ciddi bir eziklik yaratmış olan demiryolu meselesine atıfta bulunulur. (Nitekim, Cumhuriyet’in başında 4 bin km olan demiryolu ağı 1946’ya kadar 8 bin 500 km’ye ulaştırılmıştı. Bugün ise ancak 10 bin 500 km oldu.) Marşın “Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi/Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” şeklindeki nakarat bölümünde ise Nazi Almanya’sından ve Mussolini İtalya’sından esinlenilen ırkçı havayı solumaya başlarız.
“Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız/Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız/Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız/Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” şeklindeki ikinci kıtasının ilk dizesinde Cumhuriyet’in yerini aldığı Osmanlı Devleti ve onu oluşturan tüm unsurların nasıl algılandığına dair ipuçları vardır. İkinci dizede, malum ırkçı tema tekrar karşımıza çıkar. Son dizeler ise dünyadaki bütün dillerin Türkçeden türediğini ileri süren Güneş Dil Teorisi ile dünyadaki tüm kültürlerin kökeninde Türklerin olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi’ne bir göndermedir.
“Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını/Dindirdik memleketin yıllar süren yasını/Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını/Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını” dizeleri ‘öz yurt’ tanımı ile Anadolu’nun Türklere ait olduğunu bir kez daha vurgular ve her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluk topraklarının çoğu kaybedilmişse de, son Osmanlı Meclisi’nde alınan Misak-ı Milli kararı ile tarif edilen sınırların korunduğu böbürlenmesiyle biter.
“Örnektir milletlere açtığımız yeni iz/İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz/Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz/Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz” dizelerinde önce toplumsal ayrışmayı ve sınıf oluşumunu rejime yönelik en büyük tehlike gören zihniyetin icadı olan ‘halkçılık’ ilkesinin ifadesi olarak Cumhuriyet rejiminin en kof hedefi vurgulanır, ardından bir İslam toplumundan Batılı bir toplum yaratmanın çelişkilerini çözmek için Ziya Gökalp’in icat ettiği ‘Batı medeniyeti-Türk/İslam kültürü’ sentezine atıfta bulunulur. Marşın noktasını, en son 1930’da Ağrı’da yaşanan Kürt isyanı ile yine aynı yıl Menemen’de patlak veren ‘gerici ayaklanma’ ile rejimi tehdit eden iç düşmanlara verilen gözdağı oluşturur.
Beste ‘gayri-milli’ mi?
Marşın güftesi gayet ‘milli’ olmakla birlikte, marşın bestesinin ‘gayri-milli’ olduğu yolunda bir iddia vardır. Cemal Reşit Rey’in eseri bestelerken, librettosunu ve bestesini Jean-Jacques Rousseau’nun yaptığı ve ilk kez 1752 yılında Kral XV. Louis’in huzurunda sergilenen Le devin du village (Köy Kâhini) adlı operasının “J’ai perdu tout mon bonheur/J’ai perdu mon serviteur” (bütün saadetimi kaybettim/hizmetçimi kaybettim) diye başlayan bölümden esinlendiği iddiasını ileri süren askeri doktor Osman Şevki Uludağ’a göre bestedeki prozodi hataları da ‘kopyacılığın’ sonucudur. Bursa’daki Keşiş Dağı’nın adımı Uludağ yapmakla ünlü Osman Şevki Bey, Bursa milletvekili olarak konuyu defalarca TBMM gündemine getirdiği halde bu konuda doyurucu bir cevap alamamıştı. Uzun süre sessiz kalan Cemal Reşit Rey, sonunda böyle bir operadan haberi olmadığını söylemekle yetinir. Ancak, Cemal Reşit Rey’in 1913’te, yani Jean-Jacques Rousseau’nun 200. doğum yılı etkinliklerinin düzenlendiği yıldan sadece bir yıl sonra ailecek Paris’e yerleştiği; müzik eğitimini de bu ülkede aldığı düşünülünce ‘hiç duymadım’ savunması inandırıcı görünmez. Bu konuda kendi karar vermek isteyen okuyucularımız http://www.rousseauassociation.org/aboutRousseau/musicalWorks.htm adresinden operayı dinleyebilirler.
Cumhuriyet’in iyiliklerini ruhlara sindirmek
Cumhuriyet’in 10. yılı kutlamalarının çalışmaları aylar önce başlamıştı. ‘Köyle kenti buluşturmak için’ devlet araçları ile büyük kentlere taşınan köylüler devlete ait konukevlerinde ve şehirli ailelerin evlerinde misafir edildiler. Köylere broşürler ve Cumhuriyetle ilgili piyes metinleri gönderildi. Sokaklara kurulan ‘halk kürsüleri’ vasıtasıyla, halk Cumhuriyet hakkındaki düşüncelerini söylemeye çağrıldı. Ankara’da törenler Mustafa Kemal’in radyoda Nutuk’tan bölümler okunması ile başlamış, yerli ve yabancı konukların huzurunda yapılan geçit töreni ile devam etmişti. İstanbul’da ise, Beyazıt Meydanı’nda toplanan 150 bin kişilik grup, hoparlörlerden Mustafa Kemal’in nutkunu dinledikten sonra hep bir ağızdan 10. Yıl Marşı’nı söylemişler, ardından Taksim’e doğru yürüyüşe geçmişlerdi. 29 Ekim gecesi Boğaz’da demirleyen 300 parça gemiden oluşan donanmanın ‘ışık seli’ altında Dolmabahçe Sarayı’nda Cumhuriyet Balosu yapılmıştı. Törenler, ikinci ve üçüncü günler, bütün ülkede ‘Türk vatanının bütünlüğünü göstermek üzere’ yapılan ‘yerden bir avuç toprak alma töreni’ yapılmasıyla sona ermişti.
Mustafa Kemal’in hasta olduğu 15. yıl kutlamaları hüzünlü geçti. ‘Cumhuriyet’in iyiliklerini ruhlara sindirmek’ şiarı ile yapılan 25. yıl kutlamaları ise daha canlı idi ama 10. Yıl kutlamalarının yanında çok sönük kaldı. 75. yıl kutlamaları, giderek azalan coşkuyu yeniden oluşturmak için iyi bir fırsat olmuştu.
Özet Kaynakça: Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu (1923-1924), İletişim Yayınları, İstanbul, 1998; Mahmut Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti (1923), Başnur Matbaası, Ankara, 1971, İsmet İnönü, Hatıralar, c. 2, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1987, s. 355 ve devamı; Kazım Özalp, “Cumhuriyet Nasıl İlan Edildi?”, Yakın Tarihimiz, c.3, s.289-291.
Bu yazı, 26 Ekim 2007 tarihinde Agos’ta yayımlanmıştır.