Profesör Eric D. Weitz, insan hakları, modern Alman ve Avrupa tarihi, 2. Dünya Savaşı, Holokost ve soykırım konularında uzman bir tarihçi. ‘Weimar Almanyası: Söz ve Trajedi’, ‘Faşizm ve Neofaşizm: Avrupa’daki Radikal Haklar Hakkında Eleştiri Yazıları’, ‘Soykırım Yüzyılı: Irk ve Ulus Ütopyaları’ adlı kitaplarıyla, uluslararası literatürde en önemli ve saygın soykırım uzmanlarından biri olarak kabul ediliyor.
Minnesota Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak ders vermeye devam eden Weitz, aynı zamanda ‘Almanya ve Avrupa Çalışmaları Merkezi’nin de yöneticisi. ‘Sınırlar: Türkiye-Ermenistan-Yunanistan’ adlı film festivaline de katkıda bulunan Profesör Weitz ile “soykırım” kavramını, bu kavramın geçmişini, soykırımı hukuki ve tarihi açıdan tanımlamanın farklarını konuştuk.
BERİL ESKİ
berileski@agos.com.tr
• Soykırımı bir tarih terimi veya hukuki terim olarak kullanmak arasında ne gibi farklar var?
Hukuki tanım uluslararası hukuka dayanıyor. Ayrıca 1948 Soykırım Sözleşmesi’ni imzalayan 140 ülkenin iç hukuklarında da tanımlanmış bir suçtur soykırım. 1994’ten beri, özellikle Birleşmiş Milletler’in Yugoslavya ve Ruanda’da kurduğu Uluslararası Ceza Mahkemeleri’nden sonra, hukukun yorumu gelişti. Ama genel olarak, soykırımın hukuki tanımı, tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin bilim ve öğretim hayatlarında kullandıkları terimden daha kısıtlayıcı.
• Hukuken bir olayın soykırım olarak tanınması için hangi koşullar aranıyor?
Neredeyse herkes, “niyet” koşulunun her türlü soykırım tanımında ana mesele olduğu konusunda uzlaşıyor. Bu husus, Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde de yer alıyor. “Soykırım” kelimesinin bir anlamı olması için, ölümlerin kaza veya hafif ihmalden kaynaklanmaması gerekiyor. Soykırım suçunu işleyen tarafın –genellikle bu taraf bir devlet oluyor– belli bir grubun tamamını veya bir kısmını yok etme niyetinin kanıtlanması gerekiyor. Soykırım sorunu ile ilgilenen kişiler genellikle niyet koşulunda anlaşıyorlar. Ancak bazı, hatta birçok tarihçi ve sosyal bilimci, Soykırım Sözleşmesi’nin “kurbanların belli bir ulusa, dine, ırka mensup olmaları” yönündeki hükmünü çok kısıtlayıcı buluyor. Birçoğumuz, politik veya sosyal grupların da belli tarihi koşullarda soykırım kurbanı olduğu ve tatminkâr bir tanım ile onların da kapsanması gerektiğini ileri sürüyoruz.
• Tarihçiler açısından bir soykırımın mutlaka hukuken tanımlanması gerekli midir?
Kesinlikle değildir. Tüm tanımlar kurgudur, hiçbir tanım sosyal gerçekliği tamamen ve eksiksiz olarak yakalayamaz. Bilim insanlarının ve akademisyenlerin, soykırım, demokrasi, sosyalizm, etnik temizlik veya başka herhangi bir kavramı diledikleri gibi uyarlamaya, değiştirmeye ve tekrar yorumlamaya hakları vardır. Daha sonra bilim insanları, bir bireyin tanımlar üzerinde yaptığı yeniden tanımlama çalışmasının tarihi ve sosyal bilim araştırma sonuçlarına karşı dayanıklı olup olmadığını tartışmalıdır.
• Sizin tarihsel olarak yaptığınız soykırım tanımına göre, 1915’i soykırım olarak adlandırabilir miyiz?
Evet, tartışmasız Ermeniler –ve birilerinin artık dile getirmesi gereken Süryaniler– soykırım kurbanıydılar. Son dönem Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İttihat ve Terakki Hükümeti’nin, Ermenileri ve Süryanileri öldürerek ve tehcir ederek, öldürülmeyenleri de tehcirin ağır koşullarından kurtulamamaları yolu ile fiziksel olarak yok etmek istediklerini biliyoruz. Burada niyet çok açık. Bu niyeti kanıtlamaya yetecek kadar doküman şu an mevcut. Burada asıl mesele olan “niyet” hususuna dikkat çekmek istiyorum. Kanıtlar şu anda çok kuvvetli.
• Peki 1915 tarihinde bu tanımın var olmaması sosyal bilimci açısından bir fark yaratır mı?
Hayır. 1915 yılında soykırım kavramının bulunmaması hiçbir şey ifade etmez. Soykırım kavramının ilk kez Raphael Lemkin’in 1944 yılında çıkardığı “Axis Rule in Occupied Europe” kitabında kullanıldığını biliyoruz. Lemkin’in sadece Nazilerin Yahudi soykırımını dikkatle izlediğini söylenemez. Lemkin, Ermenilerin yaşadıkları konusunda son derece bilinçliydi. Her iki olay da, bazı koloni soykırımları da dâhil olmak üzere, Lemkin’i soykırım kavramını bulmak ve uluslararası bir anlaşma için kampanya yapmak konusunda cesaretlendirdi. Bu çabası, 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi’nde “soykırım” kavramının yer aldığı pasaj ile sonuçlandı.
Tarihçiler ve diğer bilim insanları, çoğu zaman olayları geriye dönük olarak nitelendirir, o dönemde bu kavramı kimsenin kullanmıyor olması fark etmez. İngiltere’de Sanayi Devrimi döneminde yaşayan ilk iki nesilden hiç kimse o dönemi “Sanayi Devrimi” olarak adlandırmadı. Fransa’da 1789 ve 1790 yıllarında yaşayan hiç kimse yaşanan olayları “Fransız İhtilali” olarak tecrübe etmedi. Biz olayları, elimizdeki en iyi analitik araçlarla açıklarız ve bazen bu, olaydan sonra geliştirilen kavramların, deyimlerin ve fikirlerin geçmişe uygulanması anlamına gelir.
• 1915’i hukukçular mı tarihçiler mi adlandırmalı? Fransa’da oylanan Soykırım İnkâr Yasası, “Konu tarihçiler arasında tartışılmalı” argümanıyla eleştirildi genellikle.
Her ikisinin de tanımlamada belirli rolleri var. Hukuki otoriteler işlerini yerel ve uluslararası mahkemelerde yapacaklardır. Daha önce de belirttiğim gibi, tarihçiler ve diğer bilim insanları kendi araştırmalarını sürdürmek ve kendi fikirlerini, metotlarını ve sonuçlarını tartışmaya açabilmek için özgür olmalıdır.
Ben, bir konuda fikir ifade etmeyi engelleyen yasaları desteklemiyorum. Demokrasilerde, kamusal alanlarda, bir kişi Holokost’u veya Ermeni Soykırımı’nı inkâr etmek yahut dünyanın düz olduğunu iddia etmek istiyorsa, bunu yapmakta özgür olmalıdır. Ancak genel olarak kamusal alanı ayrı tutmalıyız. Özellikle de üniversite gibi toplumdaki belli enstitülerde ifade özgürlüğü hüküm sürmelidir. Fakat her fikir eşit değerde değildir. Bilim toplulukları hangi fikirlerin peşinden gidileceği, öğretileceği, araştırılacağı ve yayımlanacağı konusunda karar vermelidir. Şüphesiz, bilimsel mutabakat mükemmellikten çok uzakta. Ama biz bu mükemmel olmayan haliyle idare ediyoruz ve zaman geçtikçe, kötü veya yanlış bir fikrin yıkılacağını ve yeni fikirler üzerinde mutabakata varılacağını umuyoruz. En azından peşinden gidilmeyi hak eden, mantıklı bir fikrin saygı görmesini diliyoruz.
Kısacası, Osmanlı İmparatorluğu’nda 1. Dünya Savaşı sırasında ve daha genel olarak, tüm Doğu Akdeniz, İç Anadolu ve Kafkasya’da 1860’tan 1920’lere kadar yaşanan tüm olayları her yönüyle konuşabilmeli ve konuşmalıyız. Ermeni ve Süryani nüfuslarının tahribatını ele alırken, Müslümanların geniş ölçekli zorunlu tehcirini de dikkate almalıyız. Ancak herhangi bir ciddi tartışma başlayacaksa, ilk konu Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Hıristiyan cemaatlerin başına gelen felaketin tanınması olmalıdır, tıpkı Kafkasya’da büyüyen Rus gücü sonrası Balkan ülkelerinde Müslümanların başlarına gelenler gibi. Bu duruş ile başlayan insanlar –korkunç bir şeyin yaşandığı gerçeğini kabullenen kişiler– halen yaşananların soykırım olarak tanımlanmasına direnç gösteriyorlarsa, o zaman tartışabiliriz. Ama yaşanan korkunç olayları inkâr etmeye çalışan, Ermenilerin ve Süryanilerin başlarına gelen trajediyi kabul etmeye direnen kişilerin fikirlerini beyan edebilmelerine izin verilmelidir. Ancak demokratik toplumlarda bir üniversite, bu şekilde düşünen inkârcılara fakültede kadro sağlarsa, en öncelikli değerlerini ihlal etmiş olacaktır. Bir astronomi fakültesi, dünyanın düz olduğunu kanıtlamak için araştırma yapacak birine profesyonel bir kadro sağlamayacaktır. Tarih veya siyasal bilimler fakülteleri de Ermeni Soykırımı’nı inkâr eden birine kadro vermemelidir. Bu kadro, bilimsel mutabakatın çok dışında kalmaktadır ve ciddi bir itibar kazanamayacaktır.
• Soykırım tanımlanırken, bu suçla itham edilen tarafın tanımlamada yer alması ne derece doğru? Mağdurların tanımlamada daha etkili olması gerekmez mi?
Hepimiz soykırımdan kurtulanların büyük acısını anlıyoruz. Genellikle bu acı nesiller boyunca aktarılır ve bu korkunç olayları hiç yaşamayanlara kadar ulaşır. Mağdurların anlatacak önemli bir hikâyeleri vardır ve onların hikâyeleri, bizlerin tarihinin bir parçası haline gelir. Ancak mağdurlar, trajedilerin neden ve nasıl tartışılacağı konusunda en iyi anlayışı sağlayamayabilir. Sadece mağdurların ifadelerine dayanamayız. Bilim insanlarının elindeki bütün kaynaklarla birlikte bunların gerisine gitmeliyiz ve onların tarihi içeriğe dair geniş anlayışlarını, tüm dokümanları okuma ve yorumlama yeteneklerini, yazdıklarını ve bilgilerini bir arada sunan derslerini dikkate alarak yorum yapmalıyız.