Olduğu Kadar Güzeldik

Ebru Gedik Askan, Mahir Ünsal Eriş’in yeni kitabı Olduğu Kadar Güzeldik’i yazdı: “Bu kitap çıkmadan önce “ne olur çocukluk hikâyeleri yazmasın” diyordum, belki de o hikâyeleriyle benim içimi sızım sızım sızlatacağını bildiğimden, beni bu kitap çocuklarıyla çok etkiledi.”

Ebru Gedik Aslan

 

“Devrim olurdu, olmazdı orası ayrı mesele. Ama devrime inanmanın bile, razı olmamakla doğrudan ilgili, vicdanı serinleten, en olmadık zamanda insanın içini yeşerten bir lezzeti var.”

Mahir Ünsal Eriş - Olduğu Kadar Güzeldik

Önce ismini öğrendim kitabın; Olduğu Kadar Güzeldik. Sonra kapağını gördüm internetten, yine ilk kapaktaki çocuk, bu sefer pek sıkılmış, “ne çekiyorsun fotoğrafımızı, şurada babamla keyfimizi bozuyorsun” der gibi bakıyor, suratsız afacan. Dedim ki galiba, ilk kitabın devamı gibi bir şeyler bizi bekliyor; seksenler, çocuklar...

Kitap çıkar çıkmaz aldım neredeyse. Bana öyküleri sevdiren, beni her söyleşisinde büyük bir minnet ve saygıyla bahsettiği Sait Faik'le tanıştıran bu yazarın kitabını alır almaz da okudum. Okurken ve sonrasında kendime bir söz verdim; ilk kitapla karşılaştırmayacaktım, bana kalırsa bu ikinci çocuğunu ilk çocuğuyla karşılaştırıp kusur bulmaya ya da iyi yönlerini keşfetmeye çalışan boş ve gereksiz bir anne eylemi gibidir çünkü.

Bu kitapta öyküler daha uzun (ilk karşılaştırma), yazar bu sefer bizlere sadece bir anı, bir olayı çabucak, ayaküstü gevezelik eder gibi anlatıvermemiş, o hikâyenin kahramanını bize tüm duygularıyla, köşesi bucağıyla sunmuş. Yani kahramanlarını bu sefer daha çok sevmiş de, bizlerin de sevmesini ister gibi onların ne hissettiğini de anlamamızı istemiş yazar. Bir başka farklılık ise (ikinci karşılaştırma); sanki bize başka bir hikâye anlatacakmış gibi yapıp -mesela bir aşk acısı ya da karı-koca kavgası ya da bir emektar çalışan gibi- bambaşka hikâyeler, bazense aynı hikâyenin içinde yan yana giden hikâyeler anlatmış. Ayrıca (üçüncü karşılaştırma), artık yazar daha kendinden emin, daha güvenli yazmış gibi geldi bana, bu özellikle duyguları tahlil ettiği yerlerde çok daha belirginleşiyor.

Kitap bir dede-torun hikâyesiyle başlıyor denebilir, torunun gözünden hem dedenin yapıp ettiklerini hem babasının yaşadıklarını hem de hayat akıp gittikten sonra kendine ne olduğunu anlatan “sen o zaman parasız yatılıdaydın” öyküsüyle giriveriyoruz, yine o bizden hallerin anlatıldığı, kendimizden muhakkak bir şeyleri bulacağımız bir dünyaya.  Kaç çocuk ablasıyla-abisiyle kıyaslanmadı ki ve yine kendisinden pek de bir şey beklenmeyen kaç çocuk şimdi nerelerde neler yapmıyorlar ki?

Bu öykü biter bitmez ise kendimizi bir aşk acısı içinde buluveriyoruz, on yedi gün boyunca erimiş bakırla beslenmiş, cıvayla yıkanmış, cam kırıklarından yataklarda yatmış canım Feridun'unun on sekizinci günde başına gelenleri okumaya başlıyoruz, elimiz böğrümüzde, ha yakalandı yakalanacak, şimdi başına bir iş gelecek diye diye beklerken geberesiye mutlu olmanın, birbirine vuran iki kadın kalçasında resmedilen neşenin içinde kalıveriyoruz.  Yazar yine konuşturuyor kalemini, bizi derin kederlerde boğuşmaktan kurtarıveriyor, çektiğimiz aşk acıları için de bir umut oluyor.

Tam yüzümüzde gevşek gevşek bir sırıtışla kalmışken, “işe çıkılacak gün” ile o ilk kitaptaki eli kırılasıca hırsızın çaldığı mektubun başına gelenleri öğreniyoruz, ama ona üzülmek, artık bu hırsıza kızmak ne mümkün.  İnsan hiç, bir köpeğe kanı kaynayan, sonra da onun ahı tuttuğu için başına işler geldiğine inanan birine, tam da bu öyküdeki gibi Emek civarındaki evine bir vakitler hırsız girmiş bile olsa kızamıyor işte.  Ama bence bu öyküdeki en ince, en naif detay, o uykusunda ağlayan adamdır ki, onun hikâyesini yazmak bize kalıyor ya da belki ilk kitaba.

Bu öyküden sonra kitapta biraz daha hüzün havası hâkim oluyor sanki yazarın tüm o dengeleme çabalarına karşın. Mavi Haydar'ın hikâyesi belki herkes tarafından sevilmeyecek, belki hızla okuyup geçecek bazıları ama onun yaşadığı şeyleri yaşamış ya da yanından yöresinden geçmiş kişiler için bu öykü çok kıymetli bir yere sahip olacak bana kalırsa. Hani yazarın deyimiyle; bir vicdan varsa ya da kalp, onun yerini bedenlerinde sızım sızım hissedecekler. “Parti, mücadele, zafer” ya da “kanatlarımız olsa be Metin!”

Beni kalbimden vuran, geçenlerde arkadaşımın başına geldiği gibi eşime yakalanırım da “bir kitaba ağlamadığın kalmıştı” diyerek zılgıtı yerim korkusuyla kendimi tutarak okuduğum öykü ise “malibu”. Oysa ne güzel başlamıştı bu öykü, bir karı-koca kavgasını halledecek, hayra geçecektik. Ahh Mayir Bey ahh! “Ailelerimiz zengin olmadığı için, bizim arada bir böyle günahlar işleme hakkımız olabiliyor Allah tarafından” diye düşünen ufaklık, olmaz belki böyle hakkın ama o günahın bedeli de... Neyse ufaklık sen yine de hakkını helal et.

Dayısı Avrupa'ya kaçırılan ufaklık, sana gelince o oyunun adı “isim-şehir”dir ve azıcık harçlıklarından biriktir de anneannene daha büyük harflerle yazılı bir kitap al, büyüteç çilesinden kurtar ve sen dayıcık “yebem te u mozak!”

Hani ilk kitapta bir Serkan vardı, onun akşam ezanına kadar ne yapacağını bilemeyen bir de arkadaşı, işte “zehir miktarda” öyküsüyle Serkan ve o bize bir göz kırpıyor. Ah keşke öyle olmasaydı, ah ihtiyar daha dikkatli olaydın. Bu öyküde yazar bize yine aynı anda farklı farklı hikâyeler anlatıyor, benim içim yine sızlıyor.

Artık dursun bu hüzün yoksa çok kızacağım derken bir “stopper” hikâyesi ya da bir babanın hikâyesi ya da futbolcunun ya da sadece bir baba-oğul hikâyesi ya da bir devrimcinin hikâyesi... Artık nasıl okursak. Bu hikâyede yazar fazla gevezelik etmiş bana kalırsa, içine bu kadar şey sığdırınca en altı çizilesi cümleler de bu öyküden çıkmış, ben mesela neredeyse bir yerde yarım sayfanın altını çizmişim. Ama yine de bu öykü azıcık daha kısa olaymış yazar belki bu kadar duygu tekrarına da düşmezmiş; bizse daha etkili, daha vurucu bir hikâye okuyabilirmişiz gibi geldi bana.

Çok yazdım, çok gevezelik ettim son olarak şunu söyleyeyim, bu kitap çıkmadan önce “ne olur çocukluk hikâyeleri yazmasın” diyordum, belki de o hikâyeleriyle benim içimi sızım sızım sızlatacağını bildiğimden, beni bu kitap çocuklarıyla çok etkiledi. Ama bir daha bir öykü kitabı yazarsa Mayir Bey biraz da kadınları yazsa ya demeden de susamayacağım sanırım. Aa bir de eğer Ankara'da bir söyleşisi olursa, şu ünlü Bandırma -yoksa Biga mıydı- tostundan da yesek fena olmaz hani?

 

Kategoriler

Şapgir