Tutku Tuncalı, İstanbul’da Rumeli sahilinin Boyacıköy’den başlayarak içinden geçiyor ve son durağında Vesikalı Yarim’in Halil’inin oturduğu yerde sahilnâmesine güzel bir hikaye katık ediyor.
Tutku Tuncalı
Abdülhak Şinasi Hisar'ın anısına naçizane saygıyla.
Denize inen sokakların benim tarihimde bir yeri olduğundan olsa gerek yol kesen boğazın kuşattığı o sokaktan sahile inip Boyacıköy durağında otobüs beklemeye başlıyorum. Murathan Mungan’ın sözünü ettiği aşk cinayetinin işlendiği yer işte burası. Öyküde geçen “asırlık” telefon kulübesi ile ardındaki, pencerelerine hep yağmur yağan bina da yerli yerinde. Otobüs durağından bile eski Boğaz köylerine özgü bir sükûnet süzülüyor. Zihnimin filmi de burada çekilmeye başlıyor.
Günlerden alelade bir perşembe, mevsimlerden bahar. Akşamüstü gölgelerinin uzamaya başladığı şehrin asûde bir köşesinde beni yuvama taşıyacak vesaiti beklerken, bir taraftan da boğazın kadife esintisi ile sarmaşıyoruz. Gözlerim erguvanların şenlendirdiği Mihrabad Korusu’na doğru dalmış, ışıklı suyun üzerinde irili ufaklı tekneler süzülüyor. Fonda bûselik bir semaî çaldığı halde akşam güneşi gözlerimi kamaştırıyor. Burnumda iyotla karışık çimen kokusu, yüzümde çatık kaşlarımın bile gölgeleyemediği bir gülümseme kalbimin kanat çırpıntısına eşlik ediyor. Tam da Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nde ölümsüzleşmeye layık bir kadrajın içerisindeyim ki, gideceğim mevkiden geçen bir otobüsün yaklaşmakta olduğunu görerek yavaşça doğruluyorum. Küçük adımlar ile yolun kıyısına ilerlerken, küçük bir bahçeden usulca koparıp adetim olduğu üzere saçıma taktığım papatya sessizce yere düşüyor. Otobüs sade bir manevra ile önümde durup kapılarını açıyor, içeri giriyorum ve plan değişiyor.
Cihazın yaygın anlayışla neredeyse bir ayıbı ifşa eden sesini duyunca şoföre:
- Amca benim akbilim bitmiş de, sana para versem olur mu?
- Biz artık para alamıyoruz. Yolculara soracaksın.
En önde oturan üç kişiye dönüp:
- Pardon fazla akbili olan var mı?
Ortamdaki sessizlik ve umursamazlık üzerine solda tek başına oturan gence:
- Akbilini kullanabilir miyim?
- Tabii.
- Sağol. Alır mısın bunu da?
Uzatılan 2 liranın 25 kuruşluk üzerini, “Ah, lütfen rica ederim”, “Hiç önemli değil”, “Lütfen…”, “Sağolun” kabilinden diyaloglara rağmen almayıp hareket eden otobüste yalpaladıktan sonra direklere tutunarak arkada telefonla konuşmakta olan bir kızın yanına oturuyorum. Ortanın üzerindeki bir perdeden anlatmaya devam ediyor:
- … kızım o bir şey değil, daha neler var. Geçen akşam yurtta oturuyoruz, bu dedi ki, “Ya Tuğçe 10 liran varsa ver de, şurdan iki bira alıp gelelim.” Ay bu arada biliyorum cebinde parası olduğunu, utanmadan benden de istiyor. Yok abi dedim. İstiyorsa alsın babasının kredi kartıyla napıyım yani. Bir gün önce gelmiş bana New Balance’dan aldığı ayakkabıları gösteriyor, ertesi gün de 10 lira istiyor. Çüş dedim içimden yüzsüzlüğe bak. Var ya, aslında bunun ailesi nassıı zengiiin...”
Muhabbeti en heyecanlı yerinde iPod ile kesip devamını duymamaya çalışıyorum. Bol enstrümanlı etnik bir müziği kulağıma tıkayıp aynı anda okuduğum beş kitaptan o gün yanıma aldığım Adorno ve Horkheimer’ın Sosyolojik Açılımlar'ının 17. sayfasını ben de bir devam niteliğinde açıyorum. Dertli kızın vızıltısını duyar ve entel burnumu kıvırır halde kafamı pencerenin sağından akan Baltalimanı, Rumeli Hisarı, Aşiyan; solundan akan Kanlıca, Anadolu Hisarı ve Küçüksu’dan yana çevirmeksizin Frankfurt Okulu’nun eleştirel düşünürlerini anlamaya çalışıyorum. Önüme gelen saçlarımı çantamdan çıkardığım bir kalem ile gelişigüzel topladığım halde arada bir gözümün önüne düşen bir tutam perçem sayfa geçişlerinde kulak arkasına atılırken, bana o anda nerede olduğumu anlamaya yetecek kadar dışarıya bakma zamanını da kazandırıyor. Nihayet daimi Bebek trafiğinin başladığı noktada kız ayaklanıp önce telefonun “NO” sonra otobüsün “DURACAK” ışığını yakan kırmızı düğmesine basıyor. Onun kalktığı pencere kenarındaki yere birinci mevki yolcularının kurumu ve zarif bir kalça hareketiyle yerleşirken, gözüm önce parktaki rengârenk lalelere akabinde ise az ötede ofisten arkadaşlarla hafta içi toplantı bahanesiyle kahvaltıya gittiğimiz mekâna takılıyor. Otobüs devasa ve perdesiz pencereler ile boğaz manzarasının bir tablo gibi duvara asıldığı evlerin, boğaz hattı vapurlarının bir şarkının nakaratı gibi içinden geçtiği kıyıdaki cafélerin ve annemin çok sevdiği badem ezmecisinin yanından geçerken, benim aklım şık ayakkabılarımız ve çantalarımızın smart casual kıyafetlerimizi tamamladığı sabahlarda filtre kahve yanında şurupla tatlandırılmış ve mis kokulu çileklerle zenginleştirilmiş pancakelerimizi küçük parçalar halinde yediğimiz o kahvaltı sohbetlerine kayıyor.
- Şekerim ben geçen akşamki toplantıdan sonra dayanamadım Selim’le konuştum. Bu adamı kel alaka bir ekipten neden bizim başımıza yönetici olarak getirdiğini sordum. Hiçbir şey bilmiyor ki. Yani ben bu adam yöneticim olduğu sürece kişisel olarak mesleki gelişim beklemiyorum burada dedim.
- Hadi canııım! Ne dedi peki?
- Ay sorma. Vay efendim adam uzun boyluymuş, lider görünümlüymüş, diğer ekipte de güzel işlere imza atmış. Kendi çapında bir “story”si varmış yani.
- Bak sen… Bizim üç karış boyumuzla hiç şansımız yok desene?
- Güler misin ağlar mısın? Şaka gibi gerçekten.
Arnavutköy’e vardıktan sonra karşı kıyıda sahiplerinin kimler olduğu muhabbetinin yıllarca çenemizi yorduğu yalıların yanı sıra Vaniköy Parkı’nda ya da biraz ilerideki Kuleli’nin önünde yürüyen hatta balık tutan insanları görebilmeye başlıyorum. Buranın sahil yürüyüşü için en sevdiğim yerlerden biri olmasının sebebi yolun loş kayıkhaneli yalılarının önüne bir köprü gibi yapılmış olmasından çok kıyıda küçük bir burun oluşturmasından ötürü yürürken sadece karşının değil bu tarafın da sahilini görebiliyor olmam diye düşünüyorum. O esnada şoförümüz açılan trafiğe karşı koyamıyor ve ben kıyıdaki seyyar satıcı ve oltacılara küçük bir tezgâhta çağla satmaya başlayan amcanın eklendiğinin farkına vardığımda, oltayı ileriye atarsan 10’lu çaparinin firesiz çekildiği tecrübeyle sabit Kuruçeşme Parkı’na kadar gelmiş bulunuyoruz. Ne gariptir ki, parkın önünden bir uçtan diğer uca geçtiğimiz o 5-10 saniye içinde, ben oltayı atmaya çalışırken kopan kurşunu misinanın ucuna kaç kez bağladım. Sonra aynı misinayı tekrar kaç kez kopardım, çapariyi kaç kez dolaştırdım, iğneden kaç levrek kaç istavrit çıkarıp su dolu yoğurt kovasına attım, ellerime sinmiş balık kokusu ile kaç kez işe gittim hepsini sayabiliyorum.
Bir başka yazısız kuralı gerçekleştirmek, yani Ortaköy-Beşiktaş arasındaki saray duvarları ve ağaçlarla çevrili yolu yürümek üzere kumpircilerin sokağının başında otobüsten iniyorum. Caddede yürüyenlerin yaş ortalamasını yükseltmemek adına slow rock bir parça eşliğinde, eller cepte, saçlarımı savurarak yürürken yüzümdeki muzır gülümseme –öğrenci psikolojisi ile- en çok ekoseli etek, süveter ve mus çorap üçlemesi içinde arşınladığım bu yolu bugün serbest kıyafet ile yürüyebiliyor olmamdan ileri geliyor galiba.
Kafamda İstanbul’un her daim en kalabalık yaya geçidine sahip olmakla yer eden Beşiktaş’a geldiğimde akşam serinliği başlıyor. Bir gün Barbaros Bulvarı girişindeki ışıklardan aynı anda karşıdan karşıya geçen onlarca insanın içinde iken yolun, yarısında hayatımın aşkıyla karşılaşacağıma inandığım için yine bu yolu kullanarak ve Fennî'nin Sahilnâme'sinden aldığım feyz ile bir güzel yürümeye devam ediyorum.
Beşiktaş
Tıfl iken sanâ hırâm-ı bedi öğretdiğiçün
Dilerim Hazreti Hakdan anî kim o beşik tâş olsun
Dolmabahçe'deki saat kulesine vardığımda bakıyorum kafamda Şükran Ay “Sevemedim Kara Gözlüm”ü söylüyor, ben de hemencik Vesikalı Yarim’de Türkan Şoray’ın konsomatris arkadaşından İzzet Günay’ın evli ve çocuklu olduğunu öğrendikten sonra buraya gelip uzaklara daldığında içinde bulunduğu müteessir tavrı takınıveriyorum. Aynı dramayı Kabataş’a kadar sürdürdükten sonra, İzzet Günay’ın babasının Samatya’daki manavına gitmekten vazgeçip Adalar İskelesi’nde akşam vapurunu bekleyen yolcular ile demli bir çay eşliğinde oturmaya karar veriyorum. Bir an aklıma o sabah hediye olarak aldığım güzel kitap geliyor. İç kapak sayfasına düşülen notu tekrar okuduktan sonra gelişigüzel bir sayfasını açıp hikayeyi çaya katık ediyorum.
“Boğaziçi’nde bilhassa sularla ışıkların oyunları esrarlı bir canlılıktadır. Yalıların Boğaz’ı seyretmeye ayrılmış ön odalarında sulara çarpan ışıkların içeriye sıçramış akisleriyle birdenbire oda duvarının bir parçası bir vücudun derisi gibi ürpermeye ve başımızın üstünde, tavanın da bir parçası, bir nehrin altın sularıyla akmaya başlar. Karada temelleri üstünde sabit duran yalılar sularda, başları, aşağıda, temelleri havada, yüzmeye koyulurlar. Yosun kokulu kayıkhaneler, denizin mırıldanan sularını yalının, bir kısım zemin kat odalarının altlarına getirirler. Arada bir, küçük dalgaların kâh gülüştükleri, kâh ağlaştıkları duyulur.”
“Eski büyük yalılar Osmanlı İmparatorluğu’nun küçücük birer minyatürü gibiydiler. Burada her türlü vazife gören adamlar yalının müşterek hayatından istifade ederlerdi. Dadı Çerkez, bacı Zenci, hizmetçi Rum, evlatlık Türk, sütnine melez, kâhya kadın Rumelili, ayvaz Ermeni, aşçı Bolulu, hamlacı Türk veya Rum, harem ağası Habeş, bahçıvan Arnavut olur; Müslüman, Hıristiyan bu unsurlar bu çatı altına toplanarak imparatorluk içindeki anlaşmayı ve anlaşamazlığı, yaşayışı burada devam ettirirlerdi.”
“Bütün bu mânâların hep beraber kaynaşarak bu kıvamı almaları, tatlarının bu raddeye gelmesi, kalplerin bu sevgiyle yumuşaması, bakışların bu emniyetle tatlılaşması, tabiatın bir lütfu olan güzelliğini bu kadar seven ruhlar ve vücutların bu kadar güzelleşmesi, fani insanların bu kadar ezeli ve maverai hisler duyabilmeleri, hulasa bütün Boğaziçi medeniyetinin böyle açılıp yayılması için kim bilir ne uzun hazırlıklar, ne zahmetli hazırlanışlar, ne yavan zamanların yavaş yavaş geçmesi, ne kadar hayal ve melal mevsimleri, tahakkuk etmemiş nice hulya ve rüya, israf ve heba edilmiş ne çok malzeme, kaç bin türlü emek; ırsi terbiyelerin ne kadar tekerrür etmesi; ruhlardan ruhlara miras olarak geçen nice huy; kaç talih ve kaç refah senesi; ne kadar tecrübenin neticelenmesi; ne kadar merhalenin aşılması; ne kadar çilenin dolmuş olması; ne kadar biçarelerin yol açmaları; ne kadar ham ruhların pişmesi; ne kadar ustaların ve üstatların anlaşılmamış kalmaları ve anlaşılmış olmaları; ne kadar gönüllerin merhameti; ne kadar mevsimin rahmeti; ne kadar tesadüfün mürüvveti lazım gelmişti!
Kim bilir geçenlerin kaçı eski acemiliklere ne kadar gülmüş veya nasıl ağlamışlardır! İnsanın kendini bulması için ne kadar araması lazım geliyor! Her zevkimiz ya kendimizin yahut bizi hazırlamış olanların kim bilir ne kadar ıstırabına mal olmuştur! Boğaziçi’nde mehtapta musikiden bu kadar his, hayal ve şiir duyulması için de kim bilir ne uzun zamanlarda israf edilmiş ne çok his, hayal ve şiir lazım gelmiştir!
Bu bir şehrayindi. Biz, gözlerimizi kamaştıran bir havai fişeğin karanlıklarda vardığı son yükseklikte hulyalarımız ve rüyalarımız gibi şefkatli ve güzel renklerle açılarak parladığını ve ruhumuza döküldüğünü seyrediyorduk!”
Tarifi mümkün olmayan bir çaresizlik içinde, teşbihler ile süslü bu âlemin varlığını ancak tasavvur edebileceğimi ve fakat kendimi asla içine koyamayacağımı anladığım yerden sonra altını defâten çizmek istediğim cümleleri bir kenara not almayı da bırakmıştım. Beyhûde çabalasam dahi ben bu hikâyenin kahramanı olamazdım. Biliyordum ki suyuna yüz sürsem de rüzgârının kokusunu duyamayacak, gözümde canlandırsam da hiçbir musikiyi bu manzaraya layık bulamayacaktım. Zira sözü edilen bu lûtfe nail olmak için ne lazım gelenleri yapmaya ne de kaybedilenleri tek başına geri getirmeye hayal gücüm bile yetmezdi. O an dünya ne kadar büyümüş, zaman ne çok şeyi silmiş ve ben o masanın başında ne kadar küçük, ne kadar aciz kalmıştım. Yolcuların vapura binişine takılan gözlerimdeki yaşlar o an kim bilir hangi kompozisyonu tamamlayarak dökülüyordu.