Deniz Gezgin, okulla birlikte içine çekilen “düzen”den kaçan bir Yılkı'nın hikayesini anlatıyor ve “asker doğmayanlar”a selam ediyor: “Keşke o gün o anda dizlerimizi kanatarak, çizgileri bozarak kaçsaydık, uçsuz bucaksız bir çayıra varıncaya dek koşup yağmur sularından içip ağaç altlarında uyusaydık.”
Deniz Gezgin
‘Asker Doğmayanlar’a…
Henüz okul hayatımızın başlamadığı yani mevsimin hep yaz olduğu yıllardı. En sevdiğimiz oyun at olmaktı. Bütün gün el ve dizlerimizin üzerinde yürür, bir at gibi yerden yiyip içerdik. Birbirimizle de atların dili olduğunu sandığımız insanca olmayan bir dil konuşurduk, ünlemsiz karından duyulan bir dil. Annem kaynar suyla dizlerimizdeki karaları ova ova çıkarırken, atlığımızı yitireceğimizden korkardık yoksa gözyaşlarımız acıdan akmazdı hiç, ne de olsa biz eğersiz atlardık, üstümüze binen bir kovboy yoktu, derdimiz çayırlarda savrulmaktı sadece, zaten bir at başka ne isterdi.
Nasıl oldu anlamadan biraz büyüdük, bir gün abimin yelelerini tıraş ettiler, tırnaklarını toprak tutmayacak kadar derinden kestiler, üstüne siyah bir üniforma diktiler. Sonraki sabah erkenden kaldırdı annem bizi, abimi giydirdi, üstünü kirletme, dize gelme diye sıkıca tembihledi. İki ayak üstünde demir bir kapıdan geçtik, kocaman bir binanın bahçesine girdik, garipti çünkü çimler tellerle çevriliydi, yürüdüğümüz betonda bir çok çizgi çiziliydi ve etrafta hiç at koşmuyordu.
Abim annemin bir tarafında ben diğer tarafındaydım, birbirimizi göremiyorduk, anladım, yine aynı anda hastalanacaktık.
Kulaklarımızı çizen bir zil sesiyle ikimiz de sıçradık, herkes hareketlendi, annem elimi bırakıp abimin yakasını düzeltti, yanağından öpüp, gitmesini söyledi. Birdenbire tüm çocuklar yerdeki çizgilerin arasında sıra oldular. Abime atça bir şey söyleyeyim istedim, formasının dizlerine bakıp vazgeçtim. Aksak adımlarla sıraya girişini seyrettim, çıplak ensesi üşüyor olmalıydı, bir öğretmen omuzlarından tutup onu hizaya soktu.
Keşke o gün o anda dizlerimizi kanatarak, çizgileri bozarak kaçsaydık, uçsuz bucaksız bir çayıra varıncaya dek koşup yağmur sularından içip ağaç altlarında uyusaydık.
Mikrofonda bir çocuk ‘Korkma’ diye bağırırken annemle bahçeden çıktık, korkma! diye eşlik etti bir sürü çocuk, abimin sesi yoktu içinde, o at dilinde bir şarkı mırıldandı, rüzgâr sözlerini kulağıma uçurdu.
O günden sonra bir kaç kez annemden saklı yine at olduk, niyeyse abimin elleri hep çok acıdı, atça sözcükleri unutmaya başladı sonra da ödevlerden oyuna zaman kalmadı. Yine de ona hiç küsmedim, yelesiz olduğundan böyleydi anladım...
Sonra biraz daha büyüdük, o demir kapıdan benim de üniformalı geçeceğim günler geldi, sıradaydım, abimden birkaç çizgi geride.
...
Yıllar çizgileri iki ayak üstünde atlayarak geçti, ellerimi yere koymak istedim, dizlerimi çürütmek. Rüyalarımda hep koştuğumuzu gördüm, ranzanın altında onun da koştuğunu bildim. Böyle böyle uzadı bacaklarım hem öyle ki elime bir sopa verdiler ve beni sıranın en başına sopayla bir diktiler. Her bayram gözlerim yerde elimde bu sopayla kaskatı dikildim artık ellerimi bırakamazdım. Sopanın ucundaki “namusundur” dediler, hepimize bir şiir ezberlettiler. Uzun upuzundu şiir, o yaz hemen hepsini unuttum yalnız bir kıtasını aklımdan sökemedim:
Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım.*
Sonra daha çok büyüdük, okulu bitirdik, fakat oyuna dönemedik, yetişkinlerin dünyasında her yer çizgiliydi, uygun adım atmayanın, hizada durmayanın, sırayı bozanın cezası ağır mı ağırdı. Böyle aksak titrek daha ne kadar gittik bilmem, bir gün eve abimin adına gönderilmiş mühürlü sarı bir kâğıt geldi, evde yalnızdık, bir divanın iki ucunda sessizce çöküp kaldık. Birden gözlerim yerdeki halıya çevrildi, üstünde koştuğumuz, geyiklerin, gürgenlerin arasından geçip göbeğindeki yeşillikte yuvarlandığımız dünyayı gördüm, dilimde paslanmış sözcüklerle Abim’e seslendim: Kuşların yuvasını bozmayacağız.
Başını salladı, yemin ederim upuzun yeleleri simsiyah dalgalandı.
Onu bir daha rüyalardan başka yerde görmedim, nalsız, eğersiz iki yılkı, demir kapıyı kırarak geçtik, çimlerin önündeki telleri kopardık ve tüm çizgileri toynaklarımızla silerek çayırlara varıncaya dek koştuk kana kana.
* Arif Nihat Asya’nın okullarda ezberletilen Bayrak adlı şiirinden