Tutku Tuncalı, Ferhat’ın nereye çekilse gidebilecek bir hikayesini, İstanbul’un güzel semti Balat’a yerleştiriyor ve olabilecek çeşitli ‘Ferhat hikayeleri’ni yazıyor.
Tutku Tuncalı
masalistanbul.blogspot.com
“Ferhat yağmurun aksine ağır ağır iniyordu yokuştan aşağı. Bütün aceleleri ertelemiş; ceketinin kolundan önce eline sonra parmaklarına ve nihayet tespihinin tanelerine süzülen damlaları akıntıya sabırla uğurluyordu. Sol kaşındaki yara zamanla müsemma geçiyorsa da bundan sonra tüm vesikalarda bir şeyi işaret etmeye devam edecekti. Nihayet mahalleyi deniz ile ayıran yola geldi, karşıya geçip kıyıya doğru ilerledi. Etrafı tanıdık bir siluet arar gibi süzdü ve müsait bir yerde durdu.”
Buraya kadar okuyunca, nereden baksan pek de aklıselim gözükmeyen bu adamın bir hikâyeye hangi cihetten girdiğinden, dahası neden hikâye edildiğinden bîhaberiz. Ama istemsiz bir “acaba” oluşturmadı mı? Merak kiplerinde onlarca cümle kurabilir ve dahi bu kısacık anı kafamızda bir yere, bir bedene, bir anıya yerleştirebiliriz kolayca. Ortalamanın üzerinde bir film izleyicisi olarak bu sahneye bir fon müziği ve serin akşamüstü gölgeleri eklemekten de geri durmayız. Tüm dekoru pastel renklere boyar suyun üzerine telaşla düşen damlaları seyre dalmışken devamını dillendirebiliriz.
Adamı his yordamıyla çizdiğimiz yağmurlu bir sokağa indirip yürütebiliriz beynimizin kılcallarının. Hatta Ferhat adında biri geçmiş olabilir hayatımızdan, onunla kıyaslayıp aralarındaki 7 farkı buluveririz küçük bir göz marifetiyle. Ferhat’tan azade kendimize bağlayabiliriz bu nemli sahneyi ya da bu ismin çağrıştırdığı aşka dair tüm anlamlara. Yokuş aşağı deniz kıyısına inilen bir sokak özlemi yeşertebiliriz küçük kalbimizde, arzular ummanımıza bir damla da bu sokaktan sahile inip ıssız bir köşede durmaktan düşebilir. Rutubet ceketli bir bedendeki kokunun ayırtına varışımızı anımsatabilir. Zamana yenilmiş yaralarımızın izlerini okşatabilir görünmez ellere. Dahası kendi yüzümüzü düşünebiliriz ayna düzleminde ve yahut 3×4 cm ebadındaki ciddiyet sahibi gülümseme kadrajlarında. O fotoğrafı başkalarına yakıştırabilir ya da hoyrat bir makasla taraflarına bölüştürebiliriz.
Sadece yağmur kelimesi bile şemsiyenin icadını hızlandıran sakınmalarımızın ve sakıncalarının aksine doğuştan hüzünle kodlanmıştır bir yerde. Daha okumaya başlar başlamaz gözümüze ilişmesi kendimizde kendine kolayca yer bulduğundandır. Ortalama bir insan hayatının ne kadarı yağmur destekli bir hüzünle geçmiş olabilir? Olsun… Yazar yağmur der bizim gözlerimizde bulutlar toplanmaya başlar. Empati kurmak nadir zamanlara özgü bir kolaylıktır.
Elinde tespih tutan bir karakteri ideolojilerimiz yordamıyla tanımlayabiliriz. Sabrı ve ibadeti aslında edemiyorsak, bir dizi sayılı boncuktan medet ummak ne kadar doğru olur diye düşünmek, bazı yol ayrımlarında mantıksızdır. Hele ki, paragrafın sonunda ıssız bir sahilde duruyor halde buluyorsak onu, hikâyenin devamından çok öncesini duymaya teşne oluruz.
Tüm beklentileri karşılayacak bir “Ferhat” başlıktan alınan feyiz ile Balat’ta yaşayan, bir hayli âşık ve belki de bu mevzu ile alakalı olarak görünür görünmez yaralar almış, elindeki tespih ile genç yetişkin ve delikanlı bir abimiz olabilir. Büyük olasılıkla her hafta sonu fotoğraf gezileri ile ölümsüzleştirilen sokak çocuklarından birinin ağabeyi, halı yıkayan teyzelerden birinin oğlu olan kahramanımız efkarını yağmurda terbiye etmeye çıkarmış, akabinde coğrafi bir şans eseri kendini Haliç kıyısında bulmuş diyebiliriz. Vakıa Ferhat’a merak edilen o soruyu zamanında Asaf Halet de haykırmıştır:
Vurma kazmayı Ferhâaad!
He’nin iki gözü iki çeşme.
Aaahhh dağın içinde ne var ki güm güm öter?
Ya senin içinde ne var Ferhâaad?
Oysa bizim Ferhat, Ahrida Sinagogu’nda bir haham olsa, bir anda zaman ve mekân algımız değişir. Yağmur altında başında küçük takkesi ile kıyıya inmiş ve az ilerideki Or-Ahayim Hastanesi’ne doğru yol alacak dense hiç kimse hastanenin, adını Hayat Işığı verecek incelikteki idealist doktorlar tarafından Sultan II. Abdülhamid’in fermanıyla küçük bir sağlık ocağı olarak; sinagogun ise 15. yüzyılın başlarında, kurucularının İstanbul’a göç ettikleri, bugün ise Makedonya’da yer alan Ohri kentinden alarak tesis edildiğini merak etmez.
Örneğin aynı minvalde Ferhat Hoca, Ferruh Kethüda Camii’nin müezzini olsa, tespih konusu bizim için bir soru işareti olmaktan çıkmakla birlikte caminin, içinde Tekfur Sarayı’ndan çiniler bulunan ve 15. yy’da Mimar Sinan tarafından Sadrazam Semiz Ali Paşa’nın kâhyası Ferruh Kethüda adına yapılmış külliyenin günümüze kalan tek parçası olması ile – kethüdanın ne demek olduğunu bilmediğimizden olabilir – ne kadar ilgileniriz? Belki ilk yapıldığında kıble duvarında içine Mısır, Kudüs, Mekke ve Medine’yi de alan küçük bir Ortadoğu haritası nakşedilmiş olduğunu ancak daha sonra üzerinin bir levha ile kapatıldığını söylesem sanata saygılı bir duruşla gözlerimizi kısarak dudak bükebiliriz.
Yetmezmiş gibi Ferhat, Surp Hreşdegabet, Sveti Stefan Bulgar Ortodoks, Panagia Balin veya İoannes Prodromos Methokhi Kiliselerinden birinden hatta Rum Patrikhanesi’nden çıkmış bir papaz da olabilir. Ya da mimarisinde Türk hamamlarında görülmemiş özellikleri ve sadece Musevilere ait bir bölüm içinde havuzu da barındıran Balat Hamamı’ndan geliyor olsa, bizi de kendiyle birlikte bilinmeyen bir geçmişe götürebilir.
Benim Ferhat Amcam ise Sütlüce hattında kürek çeken bir garip kayıkçıdır. Adını saraylardan alan semtinde aslında İspanyol Seferadlarından yadigâr olduğunu bilmediği, cumbası parke taşlı sokağa bakan rutubetli evinde ömür tüketir. Zaman ve mekândan azade bu ihtiyar geçen akşam meyhane çıkışı çakırkeyif olduğu halde kapı eşiğinde düşüvermiş ama yetmiş iki millet ve dahi onca semavi din mensubundan bir insan evladı ahını duymamıştır.
Yine de gönül koymaz kimseye, zira bilir ki, kayıkta ölümle arasında ince bir tahta parçası olduğu halde karada iken hiçbir şey yoktur.