Ayşe Akdeniz bu hafta Haller Durağı’nda, Tarih Vakfı Başkanı ve Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bülent Bilmez'le Tarih Vakfı, Türkiye'deki tarihyazıcılığı, egemen olan Kemalist tarihyazıcılığı, güçlenen İslamcı muhafazakar tarih anlatısı ve resmi tarihin oluşturduğu 'Türk-İslam sentezi' üzerine konuştu.
Ayşe Akdeniz
aysheakdeniz@gmail.com
- Tarih Vakfı, farklı disiplinlerden 264 kişinin bir araya gelerek 1991 yılında kurduğu bir vakıf. Bu, nasıl bir ihtiyaç sonucu gerçekleşen bir oluşum?
O zamanlar ben yurtdışında doktora öğrencisiydim ve süreci sadece uzaktan izleyebildim. Daha sonra kitabımın Vakıf tarafından yayınlanması, süreli yayınına makale gönderme vb. biçimlerde dışarıdan katılımım söz konusu oldu, ama 90’lı yıllarda Türkiye dışındaydım. O yüzden o sürecin içinde değildim. Ancak Tarih Vakfı, 90’lı yılların başındaki acil, can yakıcı sorunlara cevaben, günlük sorunlara tepki olarak doğmuyor. Daha öncelerden birikmiş ciddi bir ihtiyaç var ve bence bu, bir ihtiyacın dışa vurması; neredeyse bir patlama. Bu ihtiyacın kaynağı da bütün cumhuriyet tarihi boyunca (hatta daha geriye, İttihat ve Terakki’ye kadar da gidebiliriz) memlekette tarihin sürekli manipülasyon için kullanılmasına, siyasi erklerin belli amaçlara ulaşmak için tarihi sürekli olarak kötüye kullanmasına, bu anlayış üzerinden Türkiye’nin kendi içine kapanmasına ve çağdaş demokratik toplum ve bireyin gelişmesini engellemesine tepki. Üstelik bu aynı zamanda bizzat tarihçiliğe, o zanaatın kendisine zarar veriyor. İşin diğer bir yönü de hizmet ettiği şeyle ilgili: ‘kötüye kullanılma’ olmasa bile, sadece ‘kullanılma’ yönünden bakıldığı zaman da (aslında bir ucu ırkçılığa kadar giden) tarihin ve tarihçiliğin bütün ulus-inşa süreçlerinde, bir ‘modern kolektif kimlik inşası’nda her şeyiyle hizmette olduğunu görüyoruz. Cumhuriyet tarihi boyunca, bu hizmetin değişik konjonktürlerde değişik versiyonlarıyla karşımıza çıkması söz konusu. Bazen zikzaklar olmuş olabilir, ama genelde 1990’lara kadar bir sürekliliğin söz konusu olduğu kesindir. Ulus-inşa süreçlerinin yaşandığı her yerde, özellikle 3. dünya ülkelerinde görülen şey burada da yaşanıyor. Bir ulus inşa edilirken süreç, şu üç temel sütun üzerine oturtuluyor: Dil, tarih ve coğrafya. (Aklımıza hemen cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan fakülte geliyor: 'Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'!) Bunlar, ‘ulus-inşa sürecinin üç atlısı’ olarak karşımıza çıkıyor. Tarih bu sürecin en önemli sütunlarından ya da kulvarlarından birisi. Bu kulvarların ağırlığı zaman zaman değişebiliyor. Genelde dil daha çok öne çıkıyor. Dönem dönem vatan algısının yaratılması ya da önceki vatan algılarının (yer isimlerinden tutun da hafıza mekanlarına kadar algıların değiştirilmesi üzerinden) dönüştürülmesi vs aracılığıyla coğrafya üzerine çalışılıyor. Ancak her zaman tarih kulvarı çok önemli oluyor. Bu kulvarın kendisine odaklanınca da aslında şunu görüyoruz: 90’lara gelene kadar bizzat devlet tarafından yönlendirilen, sürekli yeniden üretilen, yaygınlaştırılan bir süreçten ve o üretim sürecinin dışından gelen anlatıların da kontrol altına alınmaya çalışıldığı bir tarihyazımı ve tarihçilik sürecinden bahsediyoruz. Bu süreç boyunca, bizim bildiğimiz bütün mekanizmalar, taktikler kullanılıyor: Sessizliğe boğma, bazı şeylerin halı altına atılması, vs ile yeni bir kolektif kimlik var edilip yaşatılıyor. Bazen aslında sırf bir tabuyu paylaşıyoruz, bir konuda birlikte susuyoruz diye ‘biz’ oluruz. Bazen bunu sağlayan, icat edilmiş anlatılar, icat edilmiş olgulardır. Bu çok yaygındır. Tarihçi ve siyasetçi işbirliği ile birileri için kolayca atalar yaratılabilir, birilerine ata yaratılabilir, birilerinin ataları değiştirilebilir. Tarihçiler olarak bunun mümkün olduğunu gördük, görüyoruz. Başka bir yöntem de tarihte var olan bir şeyin, herhangi bir olgunun açık bir şekilde çarpıtılması durumudur. Bunların dışında, daha masum olan bir yöntem de olguların işlev ve anlamlarının tarihsel bağlamından koparılarak bugünkü amaca yönelik olarak yeni işlev ve anlam yüklenerek kullanılmasıdır. Tarihte herhangi bir yerde karşımıza çıkan olgunun, sembolün birdenbire o tarihsel bağlamından bağımsız, şimdi işimize geldiği gibi kullanılması söz konusu olabilmektedir.
Bunları söylerken elbette çok fazla bugünden konuşuyoruz. Şu anda biz, post-modern paradigmanın çok fazla etkisi altında, dil, kültür ve kimlik odaklı konuşuyoruz. Oysa Cumhuriyet tarihine, tarihçiliğe baktığımız zaman işin ekonomi-politik ve sosyolojik, (bu bağlamda da sınıf merkezli) bir ayağının da olduğunu görüyoruz.
Sonuç olarak, 90’lara gelene kadar (ister 1908 ister 1913’ten başlatın, ki ikincisi daha doğru olur), küçük zikzaklar olsa da, yukarıdan baktığınızda bir doğrusallık görmek mümkündür. Ama burada 1980 darbesinden sonraki 10 yılı unutmamak gerekiyor. Bu meseleler konuşulurken darbe ve sonrası dönem bazen ihmal ediliyor. Oysa 1980’ler Türkiye’nin yeniden şekillenme ve günümüz Türkiye’sinin ortaya çıkış dönemidir. O dönem sadece yeni kuşak üzerinde değil, o dönemin yetişkin aydınları üzerinde de inanılmaz etki yaratmıştır. 80’ler, işini seven, işini doğru yapmak isteyen bir tarihçi için zaten kabul edilemez bir ortamı, artık tamamen çekilemez hale getirmişti. Dolayısıyla 80’lerde kendilerine rejim tarafından tahammül edilemediği için üniversitelerden atılanlar var. Kendileri öyle bir ortamda çalışmaya tahammül edemedikleri için istifa edenler var. Çok fazla yurtdışına giden var, çünkü bu dönem üniversitelerden kopanlar veya kopartılanlar genelde Türkiye akademiyasının zaten yüzü dışarıya dönük olan, yurtdışındaki bilim dünyasıyla ilgili ve ilişkili olan kesimi. Bu kişiler askeri diktatörlüğün koşullarını kabul etmeyecek insanlar. Dolayısıyla da 80’e kadar olan zaten kabul edilemez birikim, 80’lerde öyle bir hal alıyor ki, daha önce tarihçilere sunulan sınırlar veya çerçeve içerisinde mevcut tabularla, sessizliklerle, çarpıtılmış gerçekliklerle tarih yapılması istenilmekle birlikte bu çerçevenin çeperinde kalma şansı mevcutken (hatta çerçeveyi reddeden marjinal çıkışlar söz konusu olabiliyorken) artık buna da izin vermeyen bir ortam yaratılıyor. Bu tarih anlatısının çeperinde bulunmak da mümkün değildi artık. Dışında var oluş şansınız zaten yoktu. Tarih Vakfı böyle bir ortamda doğdu.
Evet, 1990'lerin başından itibaren Türkiye’de savaş doruğa çıkıyor, korkunç katliamlar oluyor, ama unutulmaması gereken bir husus 90’ların başında Türkiye’de herkesin tartıştığı, tabuları sorguladığı, ‘demokratikleşiyor muyuz acaba?’ diye düşündüğü birkaç yıl yaşanmıştır. Bu çok önemli. 89 – 92 yılları arasındaki yayınlara ve medyaya baktığınızda şaşırtıcı oranda farklı ve yeni – bazıları 95’den itibaren yazılması imkansız olan - şeyler yazıldı, yayınlandı. Bu böyle bir ara dönem.
Ancak Tarih Vakfı, kurulduğu dönemin bu sıcak ortamından ziyade, o güne kadarki (yukarıda özetlenen) hakim tarih anlayışına ve tarihçiliğine ve daha çok da 1980'lerin yarattığı faşizan düşün ortamına tepkisel birikimin sonucu olarak doğuyor. Tarih Vakfı, sadece tarihçilerin değil, beşeri bilimler ile ilgili kalem erbabının, bunun yanı sıra bu konuda duyarlı olan çok değişik mesleki çevrelerden heterojen bir topluluğun bir araya gelmesiyle kuruluyor. Kurulduğu zaman, Türkiye’de tarihyazımında, tarih algısında küçük bir eleştiri, küçük bir revizyon çabasının bile çok değerli olduğu bir zaman. Toplumda bu eleştirelliğin ve revizyonizmin büyük karşılığı var. (Nitekim devlet merkezli tarihçiliğin, bütün çabalara rağmen kitlelerde karşılık bulmadığını sonraki yıllarda daha açık bir şekilde göreceğiz.) Aslında solcu ve bir kısım İslamcı akademisyenler ve aydınlar arasında böyle bir damar her zaman vardı. Bu resmi tarih anlatısını da, daha genelde resmi tarihçiliği de sorgulayan, reddeden insanlar şimdi daha rahat ortaya çıkma ve kendisini ifade etme fırsatı bulmuştu. Demokrat aydınların bu yöndeki arayışlarını kurumsallaştıran Tarih Vakfı oldu.
“Tarih Vakfı, bilimselliği; dinsel, etnik, kültürel, cinsel ayrımcılıktan ve her türlü önyargıdan, şovenizmden uzak durmayı titizlikle gözetir”
- Tarih Vakfı tarihi, tarih tartışmalarında sürekli karşımıza çıkan, özellikle Ermeni Soykırımı tartışmalarında temel argümanlardan birisi olarak kullanılan, “meseleleri tarihçilere bırakalım” boyutundan sivil toplumun meselesi haline getirme çabasını da içinde barındırıyor. Bir sivil toplum kuruluşu, sadece tarihçilerden meydana gelmeyen bir yapı olarak inşa ediliyor diyebilir miyiz?
Tarih Vakfı’nın ne olabileceği ve dışarıdan nasıl göründüğü ile ilgili de birkaç şey söylemek gerekiyor önce: Tarih Vakfı, bir vakıf olarak hangi işlevlere, rollere aday olabilir? Öncelikle, söylediğiniz gibi, sivil toplum kuruluşu olarak yüzünü kamuoyuna dönmüş, zaten kendi enstitülerinde, kurumlarında, dünyalarında tarih yazan, üreten, tartışan insanların bunları kamuya sunma, tartışma, aynı zamanda oradan da alma çabası için uygun bir düzlem olarak düşünülebilir. İkinci olarak, bir meslek kuruluşu olabilir. Tarih disiplinin kendisinde zaten çok-disiplinlilik vardır. Ayrıca tarih ve tarihçilik, beşeri bilimlerin hemen her alanında, hem üniversite düzeyinde eğitimde, hem de bu alanların literatüründe karşımıza çıkıyor. Tarihçiler başta olmak üzere, beşeri bilimlerle uğraşan insanlar, kendi kurumlarında yaptıkları çalışmalardan öte, meslektaşlar olarak Vakıf’ta bir araya gelip burayı bir işbirliği ve dayanışma ortamı olarak da kullanabilirler. Üçüncüsü olarak, tam da mevcut tarihin üretildiği, yaygınlaştırıldığı, tartışıldığı, yeniden üretildiği mekanizmaların, ortamların, kurumların yetersiz kaldığı, ulaşmadığı alanlara, çalışmalara, ilişkilere ve işbirliklerine akademya dışında ortam sağlayabilir Vakıf. Bunu da, çalışma yapanları projeler üzerinden bir araya getirerek, gruplar kurarak veya aktivizm üzerinden gerçekleştirebilir.
Tarih Vakfı, bu üçünden sadece birini seçmeyi bilinçli olarak reddetmiş ve üçünü birlikte götürmeyi denemiş gibi görünmektedir. Yeri geldiğinde bu düzlemlerden birisi daha fazla öne çıkmış olabilir, ancak geriye dönüp bakacak olursak, sizin de ifade etmiş olduğunuz gibi, herhalde bir sivil toplum kuruluşu olarak çalışmaları (tarihin ve tarihçiliğin ülkenin demokratikleşmesi, açık toplumun gelişmesi, şeffaflığın artması gibi konularda hizmet etmesi, katkı sunması anlamında) daha çok öne çıkmıştır. Bu da tesadüf değil. Kuruluş bildirgesinde tam da böyle bir şey söyleniyor. Internet sitemizde de bu açıkça dile getiriliyor: Tarih Vakfı “bilimselliği; dinsel, etnik, kültürel, cinsel ayrımcılıktan ve her türlü önyargıdan, şovenizmden uzak durmayı; farklı ülkelerden insanlar arasında karşılıklı anlayış ve dostluğu temel alan bir yaklaşımı titizlikle gözetir. (...) tarih çalışmalarının böyle bir yaklaşımla yürütülmesinin Türkiye'de katılımcı demokrasinin gelişmesine önemli bir katkıda bulunabileceği ve ülkemiz yurttaşları arasında çağdaş ve güçlü bir dayanışmayı olanaklı kılacağı görüşündedir. Tarih Vakfı, ‘öteki’leştirici olmayan ve bilimsel bir tarih anlayışının, Türkiye'nin küreselleşen bir dünyada, Avrupa Birliği ile bütünleşmesinde, eşit, saygın ve onurlu bir yer alması bakımından çok köklü bir etki yapacağı, özellikle dinsel, etnik, kültürel çatışmaların kasıp kavurduğu içinde bulunduğumuz bölgede, barışı güçlendirici bir rol oynayacağı kanısındadır.” Bugüne kadar Vakfın bu amaca sadık kaldığı görülüyor. Bizim bugün kendimize sorduğumuz soru, 1990’ların başında kurulan Vakfın 2010’lardaki işlevi ve rolüyle ilgili yukarıda yazılanların ve bugün de geçerli olan ilkelerin uygulanması için bugün en uygun yöntem ve araçlar ile genelde önceliklerin ne olduğudur.
“Şu anda hakim olan İslamcı muhafazakar tarih anlatısı kendi tarih anlatısını, egemen Kemalist tarih anlatısıyla cepheden hesaplaşarak yapmıyor. İşine geldiği zaman mevcut egemen anlatıyı bal gibi kullanıyor”
- Bir tarafta devlet, bildiğimiz resmi tarihi inşa edenler, onunla hareket edenler var. Bir tarafta da sizin dediğiniz o işlevi yerine getirip getirememe haliyle uğraşan kişiler var. Merak ettiğim şey, sosyal bilimcilerin hassasiyetleriyle hareket edip edemeyeceği. Nesnellik olgusunu bu meselelerde nereye koymalıyız? Birbirimizin sözünü nerede bütünleyebiliyoruz ya da ayrışıyoruz. Özellikle 2000’li yıllara geldiğimizde, İslamofobi, Dersim, 1915, malların el değiştirmesi vs gibi meselelere yaklaşımlarımızda çoğumuz o yaratılan “biz algısı” üzerinden çeşitli “hassasiyetlerle” refleksler gösteriyoruz. Bazımız Ermeni meselesinde tereddütsüz özür dileyip, soykırım diyebiliyorken bazılarımız içinde bulunduğumuz barış sürecinde işin dışında kalabiliyor. Bu tarih bilincinde, tarihi sorgulamada, bugünü ya da geçmişi anlamada kendi hassasiyet ve bakış açılarımızı merkeze alarak bir şey yapıyor olmanın ötesinde Tarih Vakfı nerede?
Türkiye’de tarihçilik, biraz da doğal olarak, kamuoyunda, medyada daha çok tarihçilik çalışmalarının sonuçları veya ürünleri itibariyle tartışılıyor. Oysa işin mutfağı, zanaatı, metodolojisi de Türkiye’de tarihçiliğin en büyük sorunlarından birisi. Bu da Vakıf olarak bizim önemli dertlerimizden bir tanesi. Vakıf olarak bizi birçok tarihçi veya genelde beşeri bilimci çevreden ayıran farklılık da budur: Vakıf’ın her gün artan prestiji, saygınlığı, ne söylediğinden çok nasıl söylediği ve o söylediğinin nasıl bir mutfaktan çıktığıyla alakalıdır. Herhangi bir kitapevine gittiğinizde elinize aldığınız bir tarih kitabı sizin düşündüğünüzden çok farklı şeyler söyleyebilir, tamamen karşı olduğunuz şeyler de söyleyebilir, ama okuduğunuzda “evet, bu akademik bir çalışma” ve hatta “iyi bir akademik çalışma” diyebilirsiniz yine de. Çünkü bu işin kriterleri az çok bilinir. Bunlar başka tartışmalara kurban gitmemelidir. Tarihyazımında tabu kırmak için veya her hangi bir çarpıtmayı düzeltmek, hakim anlatıda revizyon yapmak için her yol mubah değildir. Mesleğin ahlakı, ilkeleri, metodolojisi, en az siyasi, sosyal, kültürel herhangi bir ‘ulvi’ amaç kadar önemlidir ki bence, Tarih Vakfı’nı ayırt edici şeylerden birisi de hem amaç hem de araç konusunda aynı hassasiyeti göstermesidir.
Tarih Vakfı'nın işlevi, rolüyle ilgili dikkat çekici bir şey, tarih ve kamusal alan ilişkisi ve tarihin kamuda kullanılması meselesinin son bir yıldaki etkinliklerimizde ve yayınlarımızda öne çıkmasıdır. Şimdi etrafınıza baktığınızda, televizyonu açtığınızda, gazeteleri okuduğunuzda bu ülkenin herhangi bir Bakanından Başbakanına ve hatta Cumhurbaşkanına kadar, herhangi bir siyasi parti liderinden dernek başkanına kadar neredeyse herkes kentsel dönüşümün tarihi miras boyutunu veya falanca yerdeki falanca heykeli konuşuyor. Yeni Osmanlıcılığı tartışıyor. Televizyon dizileri üzerinden falanca padişahın gerçekten falanca şekilde giyinip giyinmediğinin, falancayı öldürüp öldürmediğinin, bir Türk’ün böyle bir padişah olup olamayacağının herkes tarafından her gün konuşulduğu bir ortamdayız! Şimdiye kadar olanın kat be kat üzerinde ve farklı saiklerle başlatılmış bir tartışma ortamı içerisindeyiz. Bunlar tarihçilerin arasında, küçük gruplar içerisinde konuşulan, tartışılan şeylerdi. Bu konularda laf edebilmek için yıllarca, bazen onlarca yıl çalışmak gerekiyordu. Bunu, elitist kaygıyla bu durumdan yakınmak için söylemiyorum. Bu, internet gerçekliği gibi, bir gerçeklik. Ama burada asıl önemli olan, işin siyasi/ideolojik boyutu. Az önce 90’lar öncesini konuştuk ya… 90’larda tabu kırıcılık daha kolaydı; tarihyazımında revizyon, farklı anlatılar, tarihyazımında yeni arayışlar daha kolaydı. Ancak metodolojik anlamda arayış veya tabu kırıcılık pek söz konusu değildi. Yaklaşım veya bakış anlamında, en genel anlamda Kemalist anlatıyı, Kemalist tarihyazımını sorgulamak, eleştirmek tabu kırıcılık anlamına geliyordu. Günümüzde Kemalizm konusunda “Vurun abalıya” durumu oluşmuş durumda zaten: onlarca yıldır tarihyazımını domine etmiş olan, onun üzerinde egemen olmuş olan bu Kemalist veya Atatürkçü, ne diyeceksek artık, (çünkü bunlar arasında önemli nüans farkı var), hakim tarihyazımını sorgulamak üzere ortaya çıkmış, ama kendi tarihyazımını şu anda topluma empoze etmeye, hakim kılmaya çalışan ve bunun için de Kemalist rejimin kullandığı eğitim gibi konvansiyonel kanallardan ilerleyen, günümüzün medyasını çok iyi kullanan, İslamcı gelenekten gelen muhafazakar bir hükümet söz konusu. Dolayısıyla falanca kıyafeti giymekle, falanca kışlayı falanca yere yapmakla, Ortadoğu, Balkanlar konuşurken sürekli ahistorik anlayış içinde Osmanlı’ya referanslar üzerinden tarih, bugün her zaman olduğundan daha fazla siyasetin, günlük yaşamın içerisindedir. O nedenle yeni yöntemleri, işlevleri ve rolleri konuşmak gerekir diyorum. Artık, revize edilmesi gereken hakim anlatıların sayısı arttı! Çünkü birinin egemenliği henüz bitmeden, şu anda hakim olan İslamcı, muhafazakar tarih anlatısı güya anti-Kemalizm üzerinden kendi tarih anlatısını inşa ediyor. Ancak bunu, egemen Kemalist tarih anlatısıyla cepheden hesaplaşarak yapmıyor. İşine geldiği zaman mevcut egemen anlatıyı bal gibi kullanıyor.
“Türkiye'de anaakım tarihyazımı ve tarih eğitimi, her zaman ‘Türk-İslamcılık’ ve hatta ‘ırkçı Türkçülük’ anlayışının kalesi olagelmiştir”
- Türkiye’deki tarihyazımı ve tartışmalarına bakınca başka nelerle karşılaşıyoruz?
1980’lere kadar genelde çağdaş veya alternatif tarihyazımında ekonomi-politik ve kısmen sosyoloji merkezli tarih anlayışı karşımıza çıkıyor. Ve aslında pratikte tarihçiler ve farklı tarih anlatıları genellikle dar anlamda ideolojilerin kaleleri oluyor. Ancak anaakım tarihyazımı ve tarih eğitimi, her zaman ‘Türk-İslamcılık’ ve hatta ‘ırkçı Türkçülük’ anlayışının kalesi olagelmiştir. Türkiye’de akademiyada bu durumun kırılması Boğaziçi Atatürk Enstitüsü Tarih Bölümü ve ATA’nın farklı tutumuyla başlamıştır. 90’lara kadar, 70’lerde, 80’lerde Türkiye’nin herhangi bir döneminde bir üniversitede tarih bölümüne gittiğinizde o bölümdeki neredeyse herkesin ya ırkçı Türkçü, ya İslamcı Türkçü olduğunu ya da öyle olmadığı halde ses çıkartmayarak onların aralarında varlığını sürdürmeye çalışanlardan biri olduğunu görebilirdiniz. Başarılı, dünyaya açık ve çağdaş literatürden haberdar insanların pek rağbet göstermediği, beşeri bilimlerin taşrasında bir disiplin olagelmiştir tarihçilik. Bizim disiplinin Türkiye’de böyle bir şansızlığı da var. Pratikte tarihçilik, prestijli bir meslek olarak kendisine yaşam alanı bulamamıştır.
- Daha önce bir süreklilikten bahsettik. Tarihyazımında bu sürekliliği sağlayan nedir?
Bu sürekliliği İttihatçılık ile başlatacaksak (ki bazı tarihçiler bu dönemin 1950’lere kadar sürdüğünü söyler) ve bu dönemde sürekli olan nedir diye soracak olursak, karşımıza bir Türk ve İslam sentezi çıkıyor. Bu ’ve’yi özellikle kullanıyorum. Biliyorsunuz özellikle 1980 sonrasının hakim devlet ideolojisi olarak ‘Türk-İslam’ versiyonu literatürde zaten çok kullanılır, ama ben Türklük ile İslam arasında yapılan bu sentezin değişik dönemlerde değişik şekillerde karşımıza çıktığını düşünüyorum. Ancak hakim ideolojide bu sentezin sürekliliği mevcuttur. Bazen bu sentezde İslami unsur niteliksel veya niceliksel olarak öne çıkabiliyor ki buna ‘İslam-Türk’ sentezi diyebilirsiniz. Ancak her durumda vazgeçilmeyen şey sentezdir ve bu sentezin iki unsuru, Türklük ve İslamdır. Bu, günümüzde güya alternatif, resmi tarihyazımından farklı duruş sergilediğini söyleyen, egemen olmaya çalışan yeni egemen muhafazakar anlatı ile eski modernist anlatı arasındaki devamlılığı da göstertiyor: Aslında gerçek bir kopuş yaşamadığımızı görüyoruz! O yüzden alttan alta Türkiye’nin gerçek tabularının yine de sorunsuz bir şekilde sürmesi mümkün oluyor, çünkü bu tabu yeni anlatının da tabusu. Cepheden hesaplaşmamakla tam da bunu kastediyorum. Bu böyle olmak zorunda değil. Zamanla evirilebilir. Özü itibariyle böyledir demiyorum, ama şu ana kadar gördüğümüz şey, mevcut muhafazakar, İslamcı tarih anlatılarının, tarihyazımının iddia ettiği revizyonizmin, sonuçta aslında egemen tarihyazımı gemisinde, öncekilerde aynı gemide olduğudur. Gemiyi terk etmeye de niyetli olmadıklarını görüyoruz. Geminin yönetimini ele geçirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Türkiye’de İslamcılıktan vazgeçmiş Türkçüler, Türkçülükten vazgeçmiş İslamcılar olmuştur ama bunlar hep marjinal kalmışlardır.
Daha da çarpıcı olan şu dur ki, Türk-İslamcıların veya İslam-Türkçülerin ne İslam’ı var olan İslam’dır ne de Türklüğü var olan Türklüktür. İkisi de açıktan açığa bir icat veya dönüştürme peşindedirler. Dolayısıyla da Türk-İslamcılığın farklı versiyonları veya devletin Sünni İslamcılığı, aslında yaşanan Sünni İslam veya onun farklı pratikleri ile barışık değildir. Kendi Sünniliğini, kendi İslam’ını yaratır ve dayatır. Bu Türk-İslamcılık, ne tek parti yönetiminde, ne Demokratik Parti döneminde, ne daha sonraki dönemlerde, ne de bugün gerçek anlamda yaşayan İslam nedir diye görme, anlama, bunun üzerinden tarih yazma çabasında olmamıştır. Sadece olması gerektiğine inandığı, olmasını istediği İslam’ı inşa eder. Sünni İslam’ın farklı uygulamalarının resmi Sünnilik tarafından inkarından daha önemli bir şey, İslam’ın gövdesinde büyük yer tutan heterodoks kesimlerin inkarı veya mümkünse (resmi Sünnileştirmeye tabi tutarak) dönüştürülmesi çabalarıdır. Nitekim, Türk-İslamcı Türkiye aydınları, az önce belirttiniz, Batı’daki İslamofobi üzerine çokça konuşur, ama kendi dünyasındaki Alevifobi üzerine asla konuşmaz! Oysa genelde Türkiye’de Alevifobi, (özellikle Türk-İslamcılar arasında) doruktadır. Bu, tarihyazımında da karşımıza çok sık çıkan bir şeydir. Dolayısıyla, İslam derken, hangi İslam’dan bahsediyoruz? Aynı şey aslında Sünni İslam için de geçerlidir: Sünni tarikatların birçoğu da tarihyazımında, hep ‘öteki’ olmuşlar veya yok sayılmışlardır. Siyasette de böyle olmuştur. Demokrat Parti döneminde daha önce tek parti döneminde dışarıda bırakılmış, çevredeki bu halkın merkeze çekilme, içerimlenme, içeriye alınma çabasına (Demokrat Parti’nin bile beklediğinin çok üstünde) aşırı ilgi görmesinin nedeni, bu ‘öteki’ olma durumuna tepkidir. Ancak Demokrat Parti bu tepkinin sesi olmaktan çok, onu soğuran, müesses nizama içerimlemeye çalışan parti olmuştur. Sonuçta, sürekliliği söz konusu olan öyle bir rejimden bahsediyoruz ki, neredeyse herkes ötekidir!
Aynı şey Türklük için de geçerlidir. Bu bütün ulus-inşa süreçlerinde böyledir aslında. Genelde ulus-inşacılar, güçperest sahte avukatlardır. Mevcut olduğunu iddia ettikleri bir ulusun temsilcileri olarak ortaya çıkarak güç savaşımına bu temsiliyet üzerinden katılırlar ve mevcut bir halkın temsilcileri veya avukatları olma iddiasıyla ortaya çıkarlar. Halktan hiçbir vekaletname almadıkları gibi temsil ettiklerini iddia ettikleri o ulus da yoktur aslında. Nitekim bu süreçte eğer enerjilerinin %30’unu, mevcut olduğunu iddia ettikleri halkın dışarıya karşı avukatlığına harcıyorlarsa en az %70’ini de içeride kendi avukatlıkları konusunda bu halkı ikna etmeye ve mevcut olduğunu iddia ettikleri o ulusu inşa etmeye harcarlar. Türk-İslamcılık söz konusu olduğunda nasıl aslında var olan Müslüman’dan, Sünni’den bahsetmiyorsak burada da aslında var olan ‘Türk’ten bahsetmiyoruz. Yaratılmış, icat edilmiş ve insanlara giydirilmeye çalışılan şeylerden bahsediyoruz.
Devletin Türk-İslamcılığındaki ‘Türk’ devletin Türkü, ‘İslam’ da devletin İslam’ıdır. Bunun anlaşılması için asıl meselenin sürekli ve diyalektik bir iktidar savaşımı olduğunu unutmamak gerekir. ‘Yukarıda birileri var, birilerini alıyor, istediği gibi kullanıyor’ gibi anlaşılmamalıdır bu durum. Bu, iç içe geçmiş bir ‘al gülüm, ver gülüm’ ilişkiler ağına dayanır. Bu süreçte farklı çevrelerin elitleri, farklı sınıflar, farklı toplumsal tabakalar farklı roller oynarlar. Devlet, bunlarla çıkar ilişkisine girerek istediği ayarı vermeye çalışabilir, ama (Kürdistan’da olduğu gibi) sözüm ona tasfiye etmeye çalıştığı feodal ağayla on yıllar boyunca işbirliği içinde, onun iktidarını yeniden üreterek rejimi sürdürebilir. Kendisi kadar modernist bir muhalif hareket ortaya çıktığında, sözüm ona modernist Ankara rejimi, kendi sözcükleriyle, bölgenin en ‘pre-modern’, ‘ilkel’’ unsurları arasında koruculuk sistemini kurup, onunla işbirliği içinde modern ve modernist muhalefete karşı savaşabilir. Demek ki iktidar çok önemli. Aynı şey, Türk-İslamcı devletle işbirliği yapan o insanlar açısından baktığımızda da böyle. Onları birden bire öznelikten çıkarmak yanlış olur. ‘Orada bir devlet var, herkesi yönlendiriyor, her şeyi şekillendiriyor’ anlayışı doğru değildir. Farklı kesimlerin de kendi elitleri ve farklı kesimler ile devlet arasında da karmaşık güç ve çıkar ilişkileri var.
Sonuç olarak, olmayan bir ‘biz’ yaratılıyor bu süreçte. Alevisinden, Çerkezinden, Mevlevisinden, Gürcüsünden vs…
“Rejim, gayrimüslimlerin Türkleştirilmesi idealinden de tam olarak vazgeçmiyor”
- Müslümanlardan mı bir ‘biz’ yaratılmaya çalışıyor?
Gayrimüslimleri de katmaya çalışıyor. “Bizleştirebilecekleri” insanları aşama aşama listelemiş kafasında. Müslümanlar ilk etapta bizleştirilebilecek olanlar olarak görülüyor, ama orada da bir yandan etno-sentrik unsurlar (daha doğrusu dil merkezli ‘biz’ler) baş ağrıtıyor: Bunlara Arnavutçayı, Kürtçeyi ve diğer dilleri, kendilerine ait olan tarihsel, yerel değerleri ne zaman unutturacağız derdi var. Diğer yandan, tekrar söylüyorum, saf Türkçülük değil, Türk-İslamcılık söz konusu olduğu için, çuvala sığmayacak mızrak gibi duran Gayrimüslimler meselesi var. Ancak gayrimüslimlerin Türkleştirilmesi idealinden de tam olarak vazgeçmiyor. Gerçi zaman zaman devlet, açıklar vererek, bu konudaki umutsuzluğunu ve vazgeçmişliğini ifade etmiştir, ama hiçbir zaman açık açık ‘Gayrimüslimler benim vatandaşım değil’ dememiştir. Söylediği yerlerde bunu pot kırarak yapmıştır. Bunu defalarca söylemiştir. ...
- ‘Affedersiniz, Rum’ gibi söylemlerden bahsediyorsunuz sanırım?
Evet. Genelde, bunlar, sürç-i lisan şeklinde karışımıza çıkar. Ancak içten içe gerçekten öyle düşünüldüğünü, gayrimüslimlerin vatandaş olarak görülmediğini, görüldüklerinde de ikinci ve hatta üçüncü sınıf vatandaşlar olarak görüldüğünü gösterir. Diğer yandan, Aleviler’in de Müslüman olmalarına rağmen bizleştirme sürecinde son aşamada düşünüldüklerini görüyoruz. Dersim Soykırımı hazırlıkları ve Dersim Harekatı sırasında devlet yöneticileri ve basın bir taraftan ‘Asıl Türk bunlardır, Horasan’dan gelmişlerdir, vs’ diye Dersim halkını kendince ’yüceltirken’, diğer taraftan da aynı metinlerde ‘Barbar Kürt’ ifadelerine yer verebilmiştir. Dönemin sözüm ona pozitivist aydınlarının ‘bunlar sapık dini inanca sahip’ şeklindeki dini ayrımcılık, ötekileştiricilik söylemini kullandıklarını görebiliyoruz. Bütün bunlar dikkate alındığında, tarihyazımı ve tarihçilik konusunda karmakarışık bir tablo ortaya çıkıyor.
Ayrıca, Türkiye’de eskiden beri her konuda resmi tarihyazımı ne kadar hakim olsa da, aynı zamanda her zaman bedel ödemeye hazır ‘cesurlar’, ‘kahramanlar’ da çıkıp farklı şeyler söylemişlerdir. O yüzden Türkiye, benzeri birçok rejimden farklı olmuştur. Ancak bu, ‘normal’ bir ülke olmadığımızı gösterir! Egemen anlatıyı sorgulayan veya reddeden farklı şeyler söylemek için 'kahraman' olmanın zorunlu olmadığı bir ülkede yaşamayı arzulamalıyız: İsmail Beşikçi söyleyeceklerini söyleyecek, Taner Akçam yazdıklarını yazacak ve bundan dolayı ne kahraman olacak ne de şeytanlaştırılıp bedel ödettirilecek.
- Kürdün, Alevinin, Ermenin sürekli düşman, zararlı olduğu bir tarih yazımında öyle bir inşa süreci yaşanıyor ki o tarih yazımıyla gerçekleştirilen toplumsal inşada bir de kibir ortaya çıkmıyor mu? Söz konusu olan bir yandan da çok kibirli bir yapı. Çocuklar 7 yaşından itibaren varlıklarını Türk varlığına armağan ederek, Kürtlerin zararlı olduğu, Ermenilerin Türkleri nasıl kestiği vs bilgileriyle donatılıyor ve bunlar üzerinden bir tarih algısı yaratılıyor. O çocuklar 20 yaşına gelip askere gittiğinde ya da günlük hayatta bu meselelerin aksi halleriyle karşılaştığında kendisine küfür ediliyormuş gibi algılıyor. Kahramanlık ya da hainlik dediğiniz durumları yaratan zihniyet aslında bu değil mi? Bunu nasıl aşacağız?
Bu çok önemli bir mesele. Ben burada daha çok “tarihçi ne yapıyor, ne ediyor” gibi konular üzerine, mesleğin içinden konuşuyorum. Halbuki tarihyazımının ‘alıcısı’ olan kitleyi yaratan ve hatta bizzat tarihçiyi daha tarihçi olmadan eğiten, sosyalleştiren, kendisi yapan bir genel eğitim süreci var. Haklısınız. Bu süreci yaşayan kişi doğal olarak hayatı tam da kahramanlar ve hainler üzerinden düşünen bir kişi oluyor. Ve hatta bazen muhalifliğiniz bir kahraman yerine başkasını kahraman görmekten ibaret olabiliyor. Bence Türkiye tarihyazıcılığının da genelde Türkiye’deki entelektüel ortamın da en büyük sorunlarından birisi, kahramanlığın ve hainliğin bir türlü gereksiz veya işlevsiz sözcükler haline gelememesi. Bunu yapmadığımız sürece mevcut kahramanların sahteliğini ispatlayıp yerine gerçek kahramanlar icat edeceksek, mevcut hainlere iade-i itibar yapıp yeni hainler ilan edeceksek, yaptığımız şey ‘siyaset’ olabilir. Ancak asla entelektüel, akademik, bilimsel bir iş yapıyor olmayız. Diğerinin de hayatta yeri var. ‘Onun olmadığı, siyasetin yapılmadığı bir ülke özlüyorum’ demiyorum. Bunlar da olacak ve her ülkede olur. Ancak bu, banal siyasettir ve genelde siyasetin merkezinde olmamalıdır. Böyle şeyler genelde siyasetin çeperinde yapılır. Her ülkede olur; normaldir, olması gerekir. İnsanlara siyah ile beyaz arasında seçimi dayatan kahramanlık ve hainlik söylemi üzerine kurulu aktivizm, siyasetçilik yapılabilir. Asıl sorun bunun Türkiye’de siyasetin merkezinde olması. Ancak bunun dışında, bunun ötesinde daha önemli bir sorun, bu anlayışın entelektüel, akademik, bilimsel yaşamda hakim olmasıdır. Sorun buradan kaynaklanıyor. Sorun, siyah ve beyaz arasında seçimin dayatılmasından kaynaklanıyor. Aydın olarak ‘acaba’ ya da ‘ama’ diyebilmeliyiz. Ancak 'ama’ demenin müthiş saldırılara uğramanıza neden olduğu, linç edilmenize yol açtığı bir ülkede yaşıyoruz. Belki ‘ama’sız siyaset olur. Peki ‘ama’sız konuşan düşünür, entelektüel olur mu? Aslında asıl mesele ‘ama’sızlığı dayatanlar değil; entelektüel ortam öyle bir ortam ki, saflaşmalar gerçekten ‘ama’ kaldırmıyor çoğu zaman.
Asıl mesele ise şu: bu konuştuklarımızı yapanlar, ‘acaba’lı ve ‘ama’lı konuşanlar, hakim anlatıyı sorgulayanlar Türkiye’de hep olmuş. Ancak, insanlar ‘marjinal’lliğe mahkum bir şekilde çıkıp konuşmuş. Bir aydın, tarihçi, sosyolog vs. olarak bunu yaptığında, kahraman olmuş.
Ancak genelde iki büyük tabuya nerdeyse hiç dokunulamadığını görüyoruz. Birisi, bence, en güçlü, diğeri ise en yaygın tabu. En güçlü tabu, Atatürk tabusudur. Güçlülüğü, kitleler nezdindeki yaygın kabulünden, etkisinden kaynaklanmıyor. Nitekim özellikle muhafazakar, İslamcı kesimlerin Kemalizm, Atatürkçülük ve Atatürk hakkında yazdıklarını çok sıra dışı, revizyonistçe, yani hakim anlatıyı revize edici bulabilirsiniz. Ancak bunların hepsinin sırf müesses nizam tarafından tahammül edilebildiği ölçüde yapılabildiğini biliyoruz. Son yıllarda bu tahammül sınırının zorlanabilmesi ise daha çok konjektürel bir şey: Birçok aydın konjektür değiştiği anda başlarının belaya girebileceğini, aslında bütün bu söylenenlerin mevcut kanunlara göre suç olduğunu biliyor. Şu anda bu ‘suç’un işlenilmesine izin verildiği için Türkiye’de sağdan, soldan değerli aydınlar bu konuda cesurca ortaya çıkıp bir şeyler söyleyebiliyorlar. Ama bu konudaki çıkışlar hala cesaret göstergesi olarak görülmektedir! Çünkü söz konusu olan, hala yasalarla korunan bir tabudur.
En yaygın olan tabu ise tabii ki 1915’tir, çünkü nüfusun %99’unu oluşturduğu her zaman gururla ilan edilen Müslümanların paylaştığı bir suç, neredeyse herkesin paylaştığı günahtır. Diğer bütün tabularla uğraştığımız zaman toplumun oldukça büyük bir kesimi bunun mağduru olma iddiasıyla ya da tabunun dayanışmacısı olarak karşınıza çıkar. Ancak soykırım söz konusu olduğu zaman farklı şey söyleyebilenler yeni yeni ortaya çıkmaya başladı ve bunlar marjinal kalmayı göze alan, ya da marjinalleştirilen insanlar.
Aslında geleceği normalleştiren insanlar.
-Evet. Zaten bu işler böyle oluyor.
“Hrant'ın en son olmak istediği şey, kahramanlıktı; o, bu ülkenin olunması gereken, en normal insanıydı”
- Mesela Hrant Dink o nedenle “kahraman”. Onun sayesinde biz bu genel tabuyu bu kadar rahat tartışabiliyoruz.
Bana sorarsanız bu Hrant’ın en son olmak istediği şeydi ve bu Hrant’a büyük hakaret. O, bu ülkenin olunması gereken, en normal insanıydı. Zaten bunun için tahammül edilemedi. Açıkçası, Hrant Dink bir yere oturtulamadı.
- Yine, bahsettiğimiz “kibir” meselesine dönmüyor muyuz?
Evet, yine nasıl bireyler yarattığımızı görüyoruz. Rakel Dink’in söylediği ‘bebekten katil yaratma’ durumu. Sadece tetiği çekenlerden bahsetmiyorum. Onların sempatizanlarını, onları kabullenen insanları da aynı karanlık yaratıyor! Bu süreçte, eğitimin ve medyanın rolü çok önemli. Eğitim en önemli konvansiyonel araçlardan birisi, ama şu anda artık en az onun kadar etkili olan medya da var. Medya zaten var olan söylemi ve ortamı tekrar tekrar üreten, besleyen bir mekanizma olarak çalışıyor. Anaakım medya direkt iktidarın kontrolü, acımasız takibi ve bazen dolaysız yönetimi altında. Aynı şeyi tarihyazımında ve tarihçilikte de görüyoruz.