Edebiyat çevreleri cevapladı: Öcalan, Kerouac okusaydı... (2)

Özgün Çağlar, ‘Öcalan, Kerouac okusaydı…’ yazısında sorduğu soruyu bu hafta da edebiyat çevrelerinden başka isimlere yöneltti. Prof. Dr. Nedret Öztokat, Semih Gümüş, İrfan Aktan, Onur Caymaz ve Melike Uzun cevapladı.

Özgün Çağlar
ozguncaglar1@gmail.com

İki hafta önce yayınlanan “Öcalan, Kerouac okusaydı…” yazısında, ‘Öcalan’, ‘okuduğumuz kitaplar’ ve ‘yeraltı edebiyatı - Beat Kuşağı’ üçgeninde bazı şeyler “hayal etmiş”, hayal ettiğim bu şeyleri ve “gerçekçiliklerini” sorgulamak için de edebiyat çevrelerinden Levent Cantek, Ahmet Büke, İrfan Sancı, Şenol Erdoğan, Sibel Oral, Süha Sertabiboğlu, Fatih Kaynak ve Batuhan Dedde’ye bazı sorular yöneltmiştim. Onların bu sorulara verdiği yanıtları geçen hafta okudunuz. Bu hafta ise, aynı soruları edebiyat çevrelerinden başka isimlere yönelttim.

Sorduğum sorular şöyleydi:

1. Salt teorik, bilimsel kitap okuyarak “büyüyen” insanlarla, roman, hikaye, şiir okuyarak “büyüyen” insanlar arasında ne gibi farklılıklar vardır sizce?

2. Huxley’den Orwell’e, Orwell’den Tolkien’e, Tolkien’den Eco’ya kadar birçok ismin kitabını okumuş Öcalan, bir tane de yeraltı edebiyatı eseri okumuş: Leonard Cohen’in 6:45 Yayınları’ndan çıkan “Görkemli Kaybedenler” kitabı.  Bu çok dikkatimi çekti. Sizce yeraltı edebiyatı okumak insanı nasıl etkiler, şekillendirir?

3. Öcalan’ın içinde yer aldığı “devrimci gençlik kuşağı”, “Felsefenin Temel İlkeleri” gibi eserler ya da sol propaganda yapan edebi eserler yerine Beat Kuşağı ve eserleriyle tanışsaydı mesela, bugünkü Türkiye nasıl bir Türkiye olurdu, nasıl bir hayal kurabiliriz?

Prof. Dr. Nedret Öztokat:  “Öcalan'ın devrimci literatürü o toplumsal bağlamın getirdiği bir koşul;  Beat Kuşağı’nın söylemini o konjonktür içinde nasıl algılardı?”

(İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı)

1. Bilimsel ve kuramsal yapıtlara boğulan -özellikle genç- okurlarda, ister istemez, bir bilgi yüklenmesi durumu ve sonucunda bunların başkalarına aktarılması, dayatılması, hatta “satılması” türünden, entelektüel ego'muzu ilgilendiren bir süreç meydana geliyor. Bilginin getirdiği bir “güç” durumu, “iktidar” duygusu vardır. Doğrudan roman, hikaye gibi kurmacaya ya da dilin çok özel, teknik, sanatlı kullanımına dayalı şiire öncelik veren bir seçime gelince, hem her yaştaki okura, hem gençlere, çok farklı bir dünyanın kapılarını araladığı, içinde kendimizi, yakın çevremizi, tanıdığımız ve bilmediğimiz evrenleri bulduğumuz yaşamları sunduğu için çok zenginleştirici, duyarlılıklar geliştiren bir okuma etkinliği olduğunu söyleyebilirim. Camus, felsefe yapmak için iyi edebiyat okuru olmaktan söz eder. Hayatın içinden bir şeydir edebiyat ve her okuduğumuz yapıt ruhumuza, düşüncelerimize mutlaka bir şeyler aktarır.

2. Okumak insanın ufkunu açan bir etkinlik, kendini ve dünyayı anlamasında önemli. Ancak bana göre, tüm varlığımız -ruhsal, entelektüel, bedensel- ve tüm etkinliklerimiz okur kimliğimize indirgenemeyecek denli karmaşık. Yeraltı edebiyatı kentin ve kentte yaşayan insanın karanlık ve bilinmeyen kuytularını anlatır, edebiyat türü olarak tekinsiz olana, adıyla sanıyla anılmaz olana hakkını teslim ettiğinden, günümüz okurunun gözünden kaçmasına olanak yok. İnsanı şekillendirir mi, bilemem, ama farklı olanı görmesini, hissetmesini, kendi içinde adını koyamadığı bir şeylerle yüzleşmesini sağlar, edebiyatın özünde de bu yok mudur?

3. Öcalan'ın okumaları kadar, kimliğini oluşturan ve sıradan çıkarsamalarla tanımlayacağımızın çok ötesinde bir bileşenler bütününü de göz önüne almak gerek bu soruyu yanıtlamak için. Ayrıca, Beat Kuşağı’nın söylemini, düşünsel ve toplumsal art alanını ve edebiyattaki yansımalarını göz ardı etmemek gerek. Öte yandan, Öcalan'ın devrimci literatürü, dönemin felsefi okumalarını izlemiş olması o toplumsal bağlamın getirdiği bir koşul olarak görülmeli. Beat Kuşağının söylemini o konjonktür içinde nasıl algılardı, diye çok temel bir soru beliriyor.

Semih Gümüş: “Neyin ne olduğunu öğrenmek yetmez, neyin ne olabileceğini de düşünmek, bambaşka bir düşünme biçimidir”

(Edebiyat Eleştirmeni)

1. Edebiyatın hayatımızda tuttuğu yeri başka hiçbir şeyle doldurulamaz. Kuramsal, bilimsel kitaplar bizi hep gerçek hayatın içine çeker, orada tutar. Somut bilgi üretir bu tür kitaplar. Bu da önemlidir elbette, somut bilgi bu hayat içinde var olmayı, gerçek hayatla ilgili gelecek tasarımları yapmayı sağlar. Ama gene de kuramsal, bilimsel kitaplar karşısında okurun edilgin kalmaktan kurtulması zordur. Oysa edebiyat, yani yaratıcı yazı, bizi gerçek hayatın ötesine geçirir. Verilmiş olanla yetinmeyen, etkin okurlara dönüştürür. Bu etkinlik düşünsel bakımdan insanı daha farklı biçimde geliştirir. İnsan, soyutlama yapmadan, yalnızca kendisine verilmiş somut bilgiyle yetindiği sürece, yaratıcı düşünceyle kendisini eğitemez, dolayısıyla düşünce üretimine yol açamaz. Neyin ne olduğunu öğrenmek yetmez, neyin ne olabileceğini de düşünmek, bambaşka bir düşünme biçimidir. Bu toplumun asıl sorunu da budur. Siyasal çözümler yalnızca siyasetin içinde bulunamaz. Aynı zamanda topyekûn kültür seferberliğidir siyasal çözümleri kalıcı yapacak olan.

2. Yeraltı edebiyatı okumakla öteki türlerde edebiyat metinleri okumak arasında bir fark olduğunu sanmıyorum. Önemli olan, okuduğumuz metnin edebiyat metni olup olmadığıdır.

3. Sözünü ettiğiniz kuşak, 68 Kuşağı ya da 74-78 Kuşağı, bir yandan Marksizm’in klasik metinlerini ya da kuramsal, bilimsel kitapları okurken, öte yandan edebiyatla da içli dışlıydı. Bu konuda dikkat çektiğiniz gibi bir sorun yoktu o zamanlarda. O sorun sanıyorum bugün daha çok. Hem kuramsal, bilimsel kitaplar, hem de edebiyat kitaplarını bir arada okumak da bu ülkeyi değiştirmedi. Nasıl değiştirsin? Bu devlet demokrasinin, özgürlük ve eşitlik ilkelerinin kırıntısını bile tanımayan bir devlet; bu toplum demokrasiyle yoğrulmamış bir toplumken, sözünü ettiğiniz kuşakların edebiyat okumuş olması bir şey değiştirmezdi. Bugün bu ülkenin çok sayıda yetişmiş aydını yazarı, entelektüeli zaten öyle bir geçmişin içinden geçerek geldi.

İrfan Aktan: “Öcalan gibi siyasi bir aktör, olsa olsa okuduğu her şeyi, kendi siyasi çizgisi için birer argümana dönüştürebilir”

(Express Dergisi Yazarı)

1. Bundan çok emin değilim ama bana göre edebiyat, bilimin ve siyasetin dışında durmuyor. Edebiyat, siyasete göre daha geniş bir derya. Orada istediğin kadar yüzebilirsin. Edebiyat da bir teoridir. Dolayısıyla siyaset yapanlar, teorik veya bilimsel kitap okuyanların bir şekilde edebiyata da bulaştığını, bulaşacağını düşünüyorum. Bu arada okumanın “büyüttüğü” insandan söz edebilir miyiz? İnsan okuduğu oranda mı büyür? Bundan çok emin değilim. Ama sonuçta okumak bir ihtiyaçsa, herkes kendi ihtiyacına göre okur. Kimi edebiyata susamıştır, kimi bilime. Ama ben yine de böyle bir kategorizasyonun problemli olabileceğini düşünüyorum.

2. Avukatlarından edindiğimiz bilgilere göre Öcalan, 14 yıllık mahpusluk hayatında kadın meselesinden mitolojiye, felsefeden fiziğe, tarihten güncele kadar çeşitli alanlarda yüzlerce kitap okudu. Öcalan’ın edebiyata yeteri kadar zaman ayıramadığını tahmin ediyorum. Çünkü sırtında çok ağır bir politik misyon taşıyan bir insanın özellikle Ortadoğu’da kendi hareketine yön vermek için gösterdiği çaba, haliyle edebiyata olan ilgisini sekteye uğratmış olabilir. Daha fazla edebiyat okuyabilse, farklı biri olur muydu, zannetmiyorum. Öcalan gibi siyasi bir aktörün, yaptığı okumalarla “şekillenmesi” öyle kolay değil. Öcalan olsa olsa okuduğu her şeyi, kendi siyasî çizgisi için birer argümana dönüştürebilir. Öcalan’ın tarihe, mitolojiye olan ilgisi ve bunun üzerinden güncele dair yaptığı değerlendirmelere bakıldığında da bu daha net görülür.

3. Batı Avrupa ve Amerika’da 1960’ların rüzgârının Türkiye’ye biraz daha “Anadolulaşarak” ulaştığını biliyoruz. Elbette o rüzgârdan Türkiye’deki sol-sosyalist hareketler de nasibini aldı. Fakat oradaki rüzgârla buradaki aynı değildi. Bunun, sosyolojik, kültürel bir arkaplanı da var. O dönemin Türkiyeli sol-sosyalist hareketleri yüzlerini İrlanda’ya, Latin Amerika’ya veya Prag’a değil, Filistin’e çevirmişlerdi. Orada silahlı ve teorik eğitim aldılar. Sonuçta buradaki hareketler, bu toplumun içinden çıktılar. Dolayısıyla da bu toplumun şeklini aldılar. Elbette toplumsal bir dönüşüm de öngördüler ve bunu da belli ölçüde gerçekleştirdiler ama özellikle PKK’nin gelişimi, Kürt toplumunun karşısında değil, tam da içinde yer aldığı için mümkün olabildi. Öte yandan “Felsefenin Temel İlkeleri” sadece buradaki sol hareketler için değil, dünyadaki tüm Marksist hareketler içinde karşılık bulan bir kitaptı. Pozitivizm bu hareketlerin taşıyıcı kolonlarından biriydi. Beat Kuşağı ise başka bir hayalin peşindeydi ve ne yazık ki o kuşağın yarattığı rüzgâr buralara gelene kadar çoktan soğumuştu.

Onur Caymaz: “Sait Faik, Proust, Tolstoy, Marquez okuyarak büyüyen birinin politika yapacağını düşünmüyorum”

(Yazar)

1. Şöyle demeliyim. Aslında kitap okumak o kadar da önemli değil. Yani çok önemlidir de asıl olan, kitaplardan size geçenlerdir. Kitap okumak, biraz da başkasının belleğini edinmektir. O belleği edindikten sonra ne yapıyorsunuz? Bu önemli... Ama tabii sorunuza şöyle bir önermeyle yanıt verebilirim. Teorik, bilimsel (politika biliminden bahsediyorum, yoksa Kuantum fiziği bilen birinin bağımsızlığa, silahlanmaya ya da Time dergisinin belirlediği üzere etkili bir lider olmaya heves edeceğini sanmam) kitaplar okuyan insanlar belki politikacı vs. olabilir ama Sait Faik, Proust, Tolstoy, Marquez okuyarak büyüyen birinin politika yapacağını düşünmüyorum. Gerçek edebiyat, tümden bu işlerin yavanlığı üzerine kuruludur. Calvino'ya bakınız, Gary'ye bakınız. Çetin Altan, Turgut Özal'a “Roman okur musunuz?” diye sorduğunda şu cevabı alacaktır: “Ben masal okumam!” Edebiyatla büyüyen adamın edineceği şey vicdandır, bugünün dünyasını döndüren şey de, hani Öcalan'ın mektubunda “zamanın ruhu” dediği şey, ne yazık ki bugün vicdansızlıktır... Her akşam bir milyar çocuğun aç yattığı bir dünyada, okumak; pek az şey!

2. İnsan ne okursa okusun onu kendi özüyle şekillendiriyor. Bu anlamda sorunuza Öcalan bazında cevap vermek zor. Haneke'nin Aşk filminden, 'Mutlaka evlenmeliyim, yalnızlık Allah’a mahsus' yorumunu çıkarabilen küt de var; mülkiyet ilişkilerinin insanı nasıl belirlediğini çıkaran da... Öyle ya, izlediyseniz, filmdeki tüm kötü günler, yaşlı çiftin evinin, yani o mükemmel evin, mülkiyet kalesinin kapısının zorlanmasıyla başlar... Yeraltı edebiyatına gelince… Edebiyatı böyle türlere ayırmayı pek sevmem. Yeraltı edebiyatı ya da İlyada, bunların tümü de, eğer cidden edebiyatsa, insanın karmaşıklığı, bitmek tükenmez yolculuğudur konu edilen, o yüzden bir şekilde her şey her şeyi biraz etkiler. Ama nasıl etkilediği günün şartlarıyla ilintilidir. Londra metrosunu düşün, bir de bizim gudik İstanbul metrosunu. İkisi de metro! Hadi bir de espri yapalım: Daha doğru dürüst metrosu olmayan şehirde, yeraltı edebiyatı da neymiş! Anadolu Rock gibi bir şeydir olsa olsa!

3. Bilemiyorum inanın... Belki Acun hiç olmazdı, Nihat Doğan hiç Chavez'in cenazesine gitmezdi, Türkiye'nin en güvenilir kişileri anketinin sonuçlarında Seda Sayan adı görülmezdi belki...  Ama Beat Kuşağı’nın eserleriyle büyümüş bir kuşağın içinden bir Öcalan da çıkar mıydı? Hayal etmek zor... Sartre da, Lord Russel'a da aydın diyoruz bugün. Ahmet Kekeç de aydın, İsmail Beşikçi de...  Ya da bugünkü Türkiye'nin kurucularının, misal Mustafa Kemal'in Filibeli Ahmed'in “Amak-ı Hayal”ini okuduğu söylenir... Bizim Sırrı ağabey gibi Mustafa Kemal de Nursi'yi okusaydı gelecek farklı olurdu belki... Gelecek dediğiniz şey, eninde sonunda pek de fark edilmeyen küçücük sebeplerden ortaya çıkan büyük bir sonuçtur... Bilemeyiz. Bilemiyoruz... Ne diyordu Ferhan Şensoy o nefis oyunu “İçinden Şarkı Geçen Tramvay”ın bir yerinde: “Yarın belki mor olur...”

Melike Uzun: “Şimdi yeraltı edebiyatı okuyanların özgürlükten tek anladıkları ‘Kaybedenler Kulübü’ filmi türünden bir hayat”

(Yazar)

1. Deleuze üzerine doktora yapıp kamusal alanda devletin her türlü uygulamasını kayıtsız şartsız doğru kabul eden, kendisini küçükken cin çarptığını iddia eden, muhafazakar partilere oy veren birini tanımıştım. “Bilme” yalnızca kuram okuyarak ulaşılan bir hal değil. Sezilerek bilgiye ulaşılabilir. Okuma yazma bilmeyen kadınların bilgeliği bundandır. Ama bir kez okuma yazma öğrenmişseniz geri dönüşü yok, “insan” gerçeğini kuşatan bilme hali için kuramsal kitap kadar kurmaca da okumak zorunda herkes. Kurmaca sezmeyi, kuram sezdiğini adlandırmayı öğretir.

2. Birinci soruyla çok ilgili bence. Alkol almayabilirsiniz, eşcinsel olmayabilirsiniz ama yeraltı edebiyatı okuyarak alkol, uyuşturucuyla esrimenin pek de fena bir şey olmadığını, eşcinsel aşkın hetero aşktan daha güzel olabileceğini, aslolanın insanın “doğal”ı olduğunu öğrenebilirsiniz. Kuir’i bir kuram olarak bilmeseniz de yeraltı edebiyatından öğrenebilirsiniz kısacası. Ama en önemlisi “milliyet, din, aidiyet” fikrinin benliğimiz ve davranışlarımız üzerindeki tahakkümünden uzaklaşabiliriz belki de yeraltı edebiyatıyla.

3. Bu soruya ne yanıt versem kirli “reel politika”ya dokunacak ucu. Bugünlerde bu konuda yorum yapmak gerçekten zor ve içinden çıkılabilir bir durum değil.  “Felsefenin Temel İlkeleri gibi eserler ya da sol propaganda yapan edebi eserler yerine Beat Kuşağı eserlerini okusalar”dıya vereceğim yanıt şu olur: Bir grup insan yollarda aşk, seks ve uyuşturucuyla esrik halde dolaşırken “kötü”ler dünyayı ele geçirip yok etmeye başlarlardı bile. Eğer biraz olsun yaşanır bir dünyadaysak “sol”un bu konudaki mücadelesini görmezden gelemeyiz. Ama şöyle sorulsaydı yanıtım tereddütsüz olurdu: “Felsefenin Temel İlkeleri gibi eserler ya da sol propaganda yapan edebi eserlerle birlikte Beat Kuşağı eserlerini okusalardı”: Reel politikanın her türünün “pis” olduğunu, çünkü neresinden tutsanız ucunun “iktidar”a, güç arzusuna, aidiyet duygusunun pekiştirilmesine değdiğini bilirler, bu yüzden dünyayı ve ülkeyi değiştirmek için başka yollar bulurlardı. “Başka yol” şansından yine çok mu uzağız acaba? Şimdi yeraltı edebiyatı okuyanlar “Felsefenin Temel İlkeleri’ tarzı kitapları okumuyor, küçümsüyorlar çünkü. Ve özgürlükten tek anladıkları “Kaybedenler Kulübü” filmi türünden bir hayat.

Kategoriler

Şapgir