Ali Zeynel Gökpınar, barış için öne sürülen “helalleşme” kavramının yeterliliklerini tartışıyor ve soruyor: “Helalleşip hakikati bulabilir miyiz gerçekten?”
Ali Zeynel Gökpınar
gokpinar@brandeis.edu
“İnsanların kayıplar hakkındaki bilgisizliği dünyanın gerçekliğinin altını oymaktadır” der Polonyalı şair Zbigniew Herbert. Peki, kayıplarımızın varlığının hakikati bile yadsınıyorsa, ‘Türk askeri’ ve ‘gerilla’ ölüyken bile eşit olamıyorsa, adalet nasıl ve ne zaman yerini bulacak, barış bu bereketli toprakları nasıl sulayacak?
Başbakan Erdoğan’ın ‘hesaplaşmayalım, helalleşelim’ sloganı toplumun önemli bir kesimini etkilemiş görünüyor. Muhafazakârlar ve Kürtler arasında güçlü bir taban bulan bu sözlere, MHP gibi saf milliyetçi kesimlerden ise ciddi tepkiler geldi. Genel anlamda bakıldığında Başbakan’ın bu söyleminin halk arasında kabul gördüğünü ve insanların barış sürecine olan inançlarını arttırdığını söylemek mümkün. Fakat ‘helalleşmek’ nedir, adalet ve barış arasındaki ilişkiye nasıl katkıda bulunabilir?
Tecrid-i Sarih’e göre helalleşme zalimin mazlumdan üzerindeki hakkı bağışlamasını dilemesi ile olur. Hz. Muhammed’in de insanın kul borcundan kurtulması için önerdiği yol budur. Cenazelerin en önemli ritüellerinden birisi olan helalleşme kimsenin ahirete mazlum ahı ile gitmemesine ve ahiretteki adalet terazisinin yerini bulmasına yardımcı olur.
Başbakan Erdoğan’ın kullandığı şekliyle ise Türk devletinin yıllarca zalim bir yapı olduğu kabul edilmekte, Kürtlerin çektiği acılar zımnen tanınmakta ve Türk ile Kürtlerin birbirlerini kucaklamaları anlamına geliyor. Yani bir yandan hükümet, Türk devletinin Kürtlere karşı yürütmüş olduğu politikaların haksızlığını kabul ediyor, bir diğer yandan ise Kürtlerin haklarını helal etmelerini istiyor. Bu açıdan bakıldığında ise helalleşme barışın tesisi ve sürekliliğini tehlikeye atacak kimi risklere işaret ediyor.
Sorunun kaynağı esasen Türk devletçilik zihniyetinin Başbakan Erdoğan’ın fark yaratan sözlerinde bile yer bulması. Osmanlı Devleti’nin yıkılış dönemi, Kurtuluş Savaşı, Şeyh Sait İsyanı, Dersim ve sonrasında süregelen Kürt Sorunu derken, Anadolu’nun milyonlarca insanını kaybettiğini söylemek mümkün. Ermenilerin ve Rumların durumu ve devletin bu konudaki pozisyonu malum. Başbakan Erdoğan’ın Dersim halkından özür dilemesi milyonların merak ettiği acaba geçmişimizle yüzleşiyor muyuz sorusu sorulmaya başlandı. Fakat meselenin o noktada kaldığını, sadece Meclis Araştırma Komisyonu’nun halka pek de ulaşmayan bir darbe araştırması yaptığını biliyoruz. Son olarak Uludere Raporu’nda katliamı kimin gerçekleştirdiğinin bulunamadığı yazıldı. Daha doğrusu TSK’nın olaydaki rolünü inkar etti. Bu utanç verici durum ise geçmişle yüzleşmek yerine tarafların birbirine haklarını helal etmesi yoluyla gözden kaçmakta.
Bu durumun ise barış sürecini kırılgan yaptığı ortada. Hükümet ve Kürt aktörler taktiksel olarak geçmişle yüzleşmek konusuna olabildiğince girmemeye çalışıyor. Basının pek sorgulamayan durumu ise malum. Fakat en son Hasan Cemal’in Uludere’de gerçekleştirdiği mülakatlardan da anlaşıldığı üzere Uludereliler devletin kendilerine tazminat ödemesini değil, hakikati açıklayıp kabul etmesini istiyorlar. Yani haklarını helal etmiyorlar, devleti ve sorumlularını affetmiyorlar. Bu durumda helalleşmenin hakikati ve yüzleşmeyi getirip getirmeyeceği esasen en büyük soru işaretlerinden birisi. Zira Güney Afrika’dan, Arjantin’e, Peru’ya ve Sierra Leone’ye kadar çatışma sonrası geçmişle yüzleşme ülkelerin hem demokratikleşmeleri, hem de barışın tesis edilmesi konusunda önemli bir rol oynadı.
Türkiye’deki yüzleşmenin de zamanla gerçekleşeceğini tahmin etmek zor değil. Başbakan’ın sözlerinden anlaşıldığı üzere, bu süreçte yasal mekanizmalara başvurulmadan yapıcı ve onarıcı adalet yöntemlerinin kullanılacağı ortaya çıkıyor. Bunlar arasında devletin Kürtlerden özür dilemesi, resmen tanıma ve Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları kurulması gibi yöntemler var. Bu mekanizmaların kullanıldığı süreçler yasal mekanizmalar kullanılan süreçlerle karşılaştırıldığında uzun dönemde onarıcı adaletin çatışmaların tekrarlamasını engellediğini söylemek mümkün. Bunun sebebi ise onarıcı adalet mekanizmalarının bireyleri ve toplumu iyileştirmesi ve normalleşmeye katkıda bulunması. Kovuşturma ve maddi tazminat ise genellikle acıları dindirmeye yetmiyor, aksine bunların tekrar tekrar açılmasına neden olabiliyor. Yani bu ikinci tür mekanizmalar çok da faydalı ve sağlıklı olmayabiliyor.
Kürt meselesinde birinci tür mekanizmaların dahi ciddi sorunlar yaratacağına da dikkat çekmek gerekiyor. Bir yanda Kürt annelerin faili meçhul cinayetler sebebiyle gerçeği arama hakkı diğer yanda ise Türk annelerinin verdiği yüzlerce şehit sebebiyle devleti sorgulaması yukarıdaki mekanizmaları yetersiz kılabilir. Uludere annelerinin ve ailelerinin ise devletin hakikati inkar etmek için sunmuş olduğu tazminatı kabul etmedikleri ve hakikatin maddiyattan daha önemli olduğunu, devletin özrünün yeterli olmayacağı da bir gerçek. Dolayısıyla “Pandora’nın kutusu”nu açıp hakikatle yüzleşmemiz gerekirken, devletin hem karakter hem de zihniyetini değiştirmesi gerekiyor. Bunun işaretlerini de Ömer Çelik’in Rober Koptaş’a verdiği mülakattan ve AKP hükümetinin azınlıkları ülkeye davet etmesi ve helalleşme söyleminden anlayabiliyoruz. Halk olarak Kürtlerin ve Türklerin birbirini dinlemesi, hikâyelerini paylaşmaları, kayıplarını ve şehitlerini hatırlamaları ve bizlere hatırlatmaları yaralarımızı beraber onarmamıza simgesel ve varoluşsal anlamda hizmet edebilir. Bu durum Ermeni, Rum, Süryani ve Alevi meselelerine de örnek oluşturacaktır zira hükümetin İttihat-Terakki zihniyetinin pratiklerinin ülkeye verdiği zarardan yavaş yavaş kurtulmak istediği ortada. Fakat bu AKP’nin demokratikleşme ve geçmişle yüzleşme çabalarında tutarsızlıklar veya defolar olmadığı anlamına gelmiyor.
Diğer yandan, Kürt sorunu eksenindeki yüzleşme tartışmalarının genellikle bir karşıtlık üzerine kurulduğunu da söylemek gerek. Bir yanda Kürt gerillalar şehitlerle ölüyken dahi eşit olamazken, diğer yanda çatışma esnasında veya şehirdeki siyasi şiddet olaylarında PKK tarafından öldürülen Türk vatandaşlarının esamesi okunmuyor. Türklerin zalimliği ve Kürtlerin mazlumluğunu karşıtlık üzerine oturtmak, genel anlamda Kürt hareketinin, özelde ise PKK’nin gerçekleştirdiği yüzlerce şiddet olayını görmezden gelmek anlamına da geliyor. Türkiye’de sürekli örnek verilen Güney Afrika’ya bakıldığında Afrika Ulusal Kongresi’nin kendi içinde gerçekleştirilen katliamlara, işkence ve tecavüz meselelerini araştıran bir komisyon kurarak geçmişiyle yüzleşip arınmaya çalıştı. Kürt aktörlerin buna ciddi bir reaksiyon göstereceklerini tahmin etmek zor değil.
Helalleşme, Türklerin ve Kürtlerin çatışma kültüründen uzaklaşmalarına, bir arada yaşama felsefesine yardımcı olabilir. Seküler çevreler helalleşmenin dini bir kavram olması nedeniyle bu kavramdan ciddi rahatsızlıklar duyabilirler, fakat helalleşme Türk ve Kürtlerin barışı İslam çerçevesinde kurgulamaları anlamına gelmiyor. Aksine helalleşme bu konuda onarıcı bir mekanizma olmaktan öteye gitmiyor. Bununla beraber, gerek Türk devlet ve hükümetinin, gerekse de Kürt hareketinin kayıplarımızın üstünü aydınlatması, Berfo Ana ve diğer Türk ve Kürt analarının hakikat isteklerini tümüyle karşılaması gerekiyor. “Pandora’nın kutusu” açılmak üzere ve Türkiye Ermeni meselesi dahil geçmişiyle yüzleşmek için tarihi bir fırsat yakalamış durumda. Hakikat barışın yolunu aydınlatacak, adaletin yerini bulmasını sağlayacaktır.
Helalleşip hakikati bulabilir miyiz gerçekten?