“Yaşantımız hakkında konuşmuştuk bir keresinde, onurlu yaşamın nasıl olması gerektiği hakkında. Bilirdik sisli bir uzaklığın içindeydik biz. Bizi başkalarına hatırlatan tek şey kötülüktü. Kötülük, uzaklığımızın içinde kocaman bir ur gibi dururdu onların gözlerinde.” Abdullah Ataşçı yazdı.
Abdullah Ataşçı
Gideceksin. Uzun zamandır bu anı beklemektesin. Bir elinde valizin vardır, diğer elin boşlukta sallanır; sallanan elinin kimsesizliği değil, valizi taşıyan elinin yalancı yorgunluğu seni incitmektedir. Bilirsin ki, valiz bir kandırmaca aracıdır şimdi, içindeki eşyaların büyük çoğunluğunu asla kullanmayacaksın bir daha. Gidiyorsun işte. Bir yanında ağabeyin, diğer yanında çocukluk arkadaşın… Dalgınsın ama onlar, bu halini yolculuğa, veda anının taşınmaz yüküne veriyorlar. Ön camında İstanbul yazan otobüse bineceksin. Üniversite ikinci sınıfa başlıyorsun ve aylardan eylüldür.
Otobüs hareket ettiğinde ağabeyine bakıyorsun, o an dalgınlığının içinde bir büyük dalgınlık beliriyor, otobüsün camından dışarıya çıkıp ağabeyine değiyor bu dalgınlık daha sonra. Ağabeyin, elini uzatıyor sana, seni tutmak, tutup çıkarmak istiyor oradan. Uzun sürmüyor bu hali, senin gittiğin yeri hatırlıyor birdenbire, kendine geliyor hemen. Kardeşim, üniversiteye gidiyor, diyor, kederini içinde eriten bir umut beliriyor o an yüzünde. Sonra dağılıveriyor hemen bu umut ama sen artık ona değil, onun yanında duran Recep’e bakıyorsun. Recep de sana bakıyor. Ağabeyinin hüzünlü hali yok onda, neşeli bir çocukluk anısını hatırlamış gibi gülen gözlerle bakıyor sana. Seninle övünüyor besbelli, iyi bir üniversiteyi kazanmış olmandan değil bu övüncü; seninle dost olmaktan, samimi gülüşünden, her zaman yanında olacağını bilmekten… Otobüs uzaklaşmaya başlayınca iki eli de havaya kalkıyor Recep’in. Ellerinin arasından geçmişine bakıyorsun bir müddet. Kadir’i, Said’i, Abdullah’ı düşünüyorsun. Artık onları göremeyeceğini çok iyi biliyorsun. Belki son kez görseydim diyorsun, belki diyorsun bunu, emin değiliz bundan hiçbirimiz, gidiyorsun işte. Elazığ’dan çıkarken otobüs, iki damla yaş akıyor gözlerinden. Dikiz aynasından kendini görüyorsun. Annenin, babanın ve kardeşlerinin yüzleri bir zaman seninle birlikte geliyor. Hepsinin yüzü, en genç haliyle sana bakıyor durmadan…
Seni vurmuşlar Şenol.
Rüyamda gördüm. Kar üzerinde yatıyordun, bir dağın eteğinde. Kırmızı bir yol olmuştu kanın, dağdan aşağıya iniyordu. Ellerin kınalıydı, ölmeden önce sürmüşsün besbelli ve ortalık kına kokusuna kesmişti. Bir yerlerden kuzu sesleri geliyordu. Kuzuların seslerine önce bir su sesi sonra yanık bir türkünün sözleri karışıyordu. Ortalık nasıl da aydınlıktı. Sana bakıyordum Şenol. Vurulmuştun.
Seni vurdular Şenol.
Ömrümün yarısı, belki senden haber alabilirim ümidiyle geçti. Senden yirmi yıldır haber yok Şenol. Bu yüzden seni rüyalarımda çok sık görüyorum. Her seferinde sen biraz daha sen olmamış oluyorsun. Yüzünü unutmam mümkün değil oysa. Uyanınca uykuma kızıyorum.
Recep’e soruyorum seni, bazen de Said’e. Onlar da senden haber alamadıklarını söyleyip, yüzüme bakıyorlar çaresiz. Okuduğum her gazete, dinlediğim her radyo ya da televizyon haberinde kulaklarımı dört açıyorum. Ölü ele geçirilenlerin ya da etkisiz hale getirilenlerin (öyle demiyorlar mıydı yoksa?) içinde senin adının geçmemesi için dua ediyorum. Bazen fotoğraflarımıza bakıyorum. Hepsini lise ikinci sınıftayken çektirmişiz. Neden ara bir sınıfı tercih ettiğimizi düşünüyorum, sonra bunu düşünmenin anlamsızlığını… Objektife muzip ifadelerle bakmışız. Kendi dünyamızda ne kadar da mutluymuşuz. Bunu düşününce duruyorum öyle bir süre. Camdan dışarıya bakıyorum, görebildiğim dağlara. Onların ardını, ardının ardını düşünüyorum. Seni orada bulamayacağımı bilip daha uzakları düşünüyorum. Okuldan çıkıp Şemsigül Bahçesi’ne doğru yürürdük bazen. Bir ağacın altında otururduk. Okuduğumuz kitaplardan, filmlerden, bazen de futboldan konuşurduk uzun uzun. Göğe bakardık sonra, türlü hayaller kurardık. Kızlardan konuşurduk bir zaman. Utanırdın sen. Mary Gardner dediğimiz bir kız vardı sınıfta, ona yakıştırırdım seni. Kızarır bozarırdın, konuyu kapatmak için başka bir konu açardın hemen. Kendi uzaklığımızın içinde mutluyduk aslında. Oradan çıkmış olamazsın, diyorum bazen, ama sonra kendimi kandırdığımı fark ediyorum. Diyorum ki o zaman, seni vurdular Şenol.
Seni vurdular mı yoksa Şenol?
Bir gölge beliriyor bazen karşımda. Sen zannediyorum o gölgeyi. Koşup tutmak istiyorum onu. Gölge hızla kayıp gidiyor elimden. Kalakalıyorum.
Kör, eksik bir yaşanmışlık… Senin eksikliğinin acısı bu Şenol. Daha erken, demiştim oysa sana, korkak biriymişim gibi bakmıştın bana. Büyüdüm artık ve dayanamıyorum, demiştin. Yüzüne bakmıştım, sivilceli yüzüne. İçimizde büyümekte inat eden tek kişi sendin… Yaşantımız hakkında konuşmuştuk bir keresinde, onurlu yaşamın nasıl olması gerektiği hakkında. Bilirdik sisli bir uzaklığın içindeydik biz. Bizi başkalarına hatırlatan tek şey kötülüktü. Kötülük, uzaklığımızın içinde kocaman bir ur gibi dururdu onların gözlerinde.
Seni vurmuş olamazlar Şenol.
Çünkü sen kimseyi vuramazsın. Bir gölgeye bile kurşun sıkamazsın, bilirim. Böyle olduğunu herkes bilir. Seni bir kere görsünler, hemen anlarlar bunu. Seni vurmuş olamazlar Şenol. Sesinin içinde uzun bir uykudasındır belki. Zamanı gelince ses verirsin kim bilir, şen olur yüreğim o zaman, ne güzel olur.