Abdullah Ataşçı, katliamlara sahne olan 1992 Newroz’unda “Demirci Kawa’ya ateş yetiştirenlerden biri olmak için” meydana çıkmaya çalışmasından, barış rüzgârlarının estiği 2013 Newroz’una giden yolu, bazı ‘gariplikler’iyle anlatıyor.
Abdullah Ataşçı
Tülay, Meliha, Muteber ve Selver’e
O sabah erkenden uyandık. Birimiz dışında, yataklarımızdan aynı anda kalktık ama birbirimizin yüzüne bakmadık. Sibel, yorganı başına çekmiş kendini uykuya vermişti. Hastaydı, gelemeyeceğini söylemişti geceden bize. Bu bahaneyle yatıyordu şimdi.
Hızlıca giyindik. Kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırıp vakit kaybetmeden çıktık evden. Arkadaşlarım, her biri farklı fakültedendi, ikisi üçüncü, birisi ikinci sınıftaydı. Caddenin karşısındaki kahveye baktık bir müddet. Orada mıydılar? Kimseyi göremedik. Aslında daha önce de görememiştik onları yine de biliyorduk, oradaydılar o kirli perdenin ardında. Parkalarımızın yakasını kaldırıp aceleyle otobüs durağına yürüdük. Takvim, bahara dönmesine rağmen hava oldukça pusluydu ve ortalıkta kimseler yoktu. Günlerden cumartesiydi. Önce saatlerimize, sonra otobüsün geleceği yöne baktık aynı anda, yine de birbirimize benzediğimizi zerre düşünmedik. Yaklaşık on dakika bunu ve başka şeyleri düşünmeden otobüsün gelmesini bekledik.
Otobüste bir iki kişi vardı ancak. Şoför bize ters ters bakarak, öğrenci pasomuzu göstermemizi istedi. Onun gözünde büyüktük ve muhtemelen tehlikeliydik. Bunu bilmenin hazzıyla pasomuz elimizdeyken üstten sert bir bakış fırlattık ona.
Arkada karşılıklı koltuklara oturduk. Hangi durakta ineceğimiz dışında hiç konuşmadık. Şoför dikiz aynasından bize baktı arada bir. Devlet çalışanlarının bizi tanıması için yüzümüzde bir işaret mi taşıyorduk?
Gidiyorduk. Kaç gündür bunun planını yapıyorduk. Neleri yapmamız, neleri yapmamamız gerektiği konusunda uzun uzun tartışmış, bir süre konuştuklarımızı düşündükten sonra, yine hep birlikte gözden kaçırdığımız başka şeyler var mı deyip yeniden aynı şeyleri tekrar tekrar irdelemek zorunda kalmıştık. Biraz da bu konuda konuşmanın hazzı bizi böyle uzun uzun konuşturmuştu aslında. Geceler boyu konuştuğumuz onca konuya rağmen, başımıza gelecek en kötü şeyin ne olacağını bilmiyorduk ve bu da bizi korkutacağı yerde garip bir şekilde cesaretlendiriyordu. Aslında, korkmamak için kendimizi bile isteyerek unutmaya başlamıştık. Ancak bu sabah, kendimizi yeniden hatırladık.
Birkaç durak sonra otobüsün içerisi oldukça kalabalıklaşmıştı. Boş koltuk kalmadığı gibi ayakta birçok kişi vardı. Başımızda bir kadın ile iki polis dikiliyordu. Kadının parfümü çok güzel kokuyordu, polislerden biri bize üstten kötü kötü bakıyordu. Polislerden ve kadından ve aramıza giren başkalarından dolayı birbirimizin yüzünü göremez olmuştuk. Böyle olunca bizi unutup ben oldum o anda.
1992 yılıydı, aylardan marttı ve hava çok soğuktu. Yanı başımda duran kadın çok güzel kokuyordu. Kırmızı bir palto vardı üzerinde, otobüsün içindeki siyah, gri, kahverengimsi görüntüyü dalgalandırıp durdu paltosu. Ön taraftaki erkek yolculardan bazıları pürdikkat kadına bakıyordu.
Kadın birkaç durak sonra indi. Polisler şimdi daha yakındılar bana. Başımı camdan yana çevirdim. Tuhaf, hiç de dengeli hareket etmeyen bir kalabalık vardı dışarıda. Birbirine çarptıkça dalgalanan ve böyle olduğunun ayırdında olmayan bir kalabalıktı bu. Kimse kimseyi görmüyor, hızlıca gideceği yere bir an önce varmak için didinip duruyordu sanki. Yollar da kalabalıktı. Araçlar, bir zincirin halkasıymışçasına birbirlerine tutunmuş ağır ağır ilerlemeye çalışıyorlardı. Arabalar mı insanlara benziyordu artık, insanlar mı arabalara dönüşmeye çalışıyordu, bunu anlamak zordu. İnsanlar da, arabalar da geçip gidiyorlardı. Onlar için en uygun ifade bu olurdu şüphesiz: Geçip gidenler… Nereye, neden gidiyorlardı? Oysa bugün günlerden cumartesiydi ve hava soğuktu. Televizyon ekranlarından bugünün tehlikeli bir gün olduğu üzerinde önemle durulmuştu. Benimki gibi bir dertleri olduğu söylenebilir miydi? Demirci Kawa’ya ateş yetiştirenlerden biri olmak için buradaydım ben. “Ey Zalim Dehak, bak sesimiz var” demek için, bağıracaktım avaz avaz. Oysa başladığım çoğu işte olduğu gibi bunda da acemi olduğumu daha bilmiyordum. Bu koca şehre geleli altı ay olmuştu daha.
Otobüsten indik. Birbirimizi aradık, bulduk hemen, yeniden biz olmuştuk. Hava biraz daha soğumuştu sanki bu yüzden.
Eylemin yapılacağı alana doğru yürüdük. Bir süre sonra tanıdıklarla karşılaştık, tanıdıklar, başka tanıdıklarıyla, çoğaldık birdenbire. Hep birlikte eylemin yapılacağı alana doğru yürüdük. Bu kadar çok olduğumuzu bilmiyordum. Derken kar yağmaya başladı. Çoğalmıştık evet. Kendimizi iyi hissediyorduk. Eylem alanına yaklaştıkça, polislerin bizden daha çok olduğunu gördük, bundan dolayı bazılarımızın morali bozuldu, bazılarımızın ayakları gerisingeri gitti ya da adımları oldukça yavaşladı. Caddeler boyunca polis otobüsleri, minibüsleri, panzerler… Çoktuk ama dağınıktık, uzun senelerdir böyleydik. Belki bugün, beklediğimiz o işareti aldığımız anda, bunu ortadan kaldırıp tek bir kişi olacaktık. En önemli amacımız bu muydu yoksa? Üstümüzde bir helikopter dolanıp duruyordu, bizi izliyordu. Biliyorduk ama inanmak istemiyorduk, onlar bizden daha güçlüydüler.
İşarete kadar küçük gruplar halinde turlamaya başladık. Biz, yine bir aradaydık. Sıhhiye Köprüsü’ne doğru yürürken, güçlü kollar bizi arkamızdan yakaladı. Kimliklerimizi istediler. Kız başınıza, belanızı bulmaya mı geldiniz buraya, der gibiydi bakışları. Orada adımızdan önce doğduğumuz yere baktılar hemen. Hozat, Pazarcık, Kulu, Viranşehir… Suçumuz doğduğumuz yerin adından başlıyordu. Oysa daha bir slogan bile atmamıştık. Bizi bir otobüse bindirdiler. Baktık ki, bizden birçok kişi daha var, başlarını bacaklarının arasına aldırmış hepsini küçücük bırakmışlardı. Bir an sanıldığımızdan daha çok olduğumuzu düşünmüştüm. Bizi de aynı şekilde koltuklara oturtup başımızı bacaklarımızın arasına aldırdılar. Sonra vurmaya başladılar. Postallar bir semboldü onlar için. Sırtımıza vurdular. Başlarımıza sonra, böğrümüze fırsat buldukça, her darbelerinde, “ya sev ya terk et” dediler. Bunlarla yetinmeyip saçlarımızdan çektiler, başımız kalktıkça tekrar vurdular, ağza alınmayacak küfürler ettiler. Sonra bizi götürdüler. Otobüsten indirmeden, garaj gibi bir yerde gözlerimizi kapattılar. Bodrum katından bir binaya soktular bizi, küf kokuyordu ortalık. Biz hâlâ bizdik, öyle kalmalıydık, ben olmak zayıflıktı o an. Koridorlardan geçip, başka koridorlara götürdüler bizi. Odalardan bağırışlar geliyordu. Bizi götürenler kendi aralarında Beşiktaş’ın Adana Demirspor’u nasıl eze eze yendiğini konuşuyorlardı. Biz, Adana Demirsporluyduk elbette. Sonra gözlerimizi açtılar. Deklanşöre basıldı. Göğüs hizamızda tutulan bir numarayla, önden ve yandan, fotoğrafımız çekildi. Tekrar gözlerimizi kapatıp bizi daracık hücrelere attılar. Daha kötü şeyler yapacaklarını düşündük, neyse ki yapmadılar. Yine bağırışlar, yine dayak sesleri…
Sabaha doğru bana, el koydukları çantamı, kemerimi, ayakkabı bağlarımı ve otuz bin liramı verdiler. Binek bir Renoya bindirip, otobüs terminalinin karşısında indirdiler. Düne göre oldukça ılık bir hava vardı. Bahar gelişini nedense bir gün sonraya ertelemişti. Cebimdeki parayı yoklayarak bir taksi durdurdum.
“Demetevler’e” dedim.
Yenimahalle’ye varmıştık ki, “dur” dedim şoföre.
“Daha gelmedik” dedi.
“Biliyorum” dedim. Taksimetre, gece tarifesine göre çalıştırılmıştı. 29 bin yazılıydı.
Yürürken, dönüp dönüp arkama baktım hep. Birileri geliyor muydu arkamdan, izleniyor muydum acaba?
Kendimi eve zor attım. Perişan bir haldeydim. Sesime Sibel uyandı, Yorganın altından gözünün birini çıkararak bana baktı.
“Sen misin?” dedi.
“Benim” dedim. Diğerlerimizi sormadı bile. Uyumaya devam etti.
***
2013 Newroz’unda, kızımın kreşindeyim. Çocuğumun da rol aldığı, baharın gelişini müjdeleyen bir oyun sergilenecek. Ön sırada, sahneyi en iyi gören koltuklardan birine oturdum. Heyecanlıydım. Kızımın heyecanı bana da geçmişti işte. Fotoğrafını çekmek için sabırsızlanıyordum. Birden telefonum çaldı. Sibel’di arayan. Üniversiteyi bitirdikten sonra, master yapmak için Fransa’ya gittiğini duymuştum. Üniversite yıllarından bu yana hiç görüşmedik, ta ki üç yıl önce Kızılay’da tesadüfen karşılaşıncaya kadar. Bir yere oturup sohbet etmiştik. Önemli bir kuruluşta Halkla İlişkiler Müdürü olarak çalışıyormuş. Geçmişi konuştuk, legal geçmişimizi. Diğerlerini sordu. Uzun zamandır onlardan haber alamadığımı söyledim. Üzerinde pek durmadı, çalıştığı şirketi öve öve bitiremedi, iş yoğunluğundan yakındı sonra, açılım konusuna laf gelecekti ki, bir manevrayla bunu hemen savuşturdu. Ortalık karışıktı zira. Adına bir türlü tam karar verilemeyen bir açılım başlatılmış ama işler eskisinden daha sarpa sarmıştı. Sibel karışıklığı hiç sevmezdi. Çalıştığı şirket, devletle çalışıyordu daha çok. Ayrılırken telefon numaralarımızı almıştık ama bu zamana kadar da hiç konuşmamıştık. Açtım telefonu. Sibel sanki yıllardır hiç ayrı kalmamışız, sürekli görüşüyormuşuz gibi, “Şu an neredeyim, biliyor musun?” diye sordu. “Diyarbakır’dayım, Newroz’a geldim, bu büyük güne tanıklık etmek için burada olmam gerektiğini düşündüm” dedi.
“Ya!” dedim, şaşırmıştım gerçekten de.
“Sen neden gelmedin ki?” diye sordu.
Kızım, diyecektim, vazgeçtim. “Gelmedim işte” dedim.
“İstediğin bir şey var mı buradan?” diye sordu.
“Yok” dedim.
“Dur, diğer arkadaşları da bir arayayım” dedi.
Diğer arkadaşlarının kimler olduğunu soramadan ben, kapattı telefonu.