Bir Avrupa Baharına Doğru

Ulrich Beck, Avrupa’yı sarsan ekonomik krizle birlikte artık yeni bir Birlik kavramı ve dolayısıyla ‘yeni bir Avrupa’ kavramı inşa edilmesinin gerekliliğini yazdı, Halit Yerlikhan çevirdi: “İnsanlar dünyadaki tüm risklerin, bilhassa iflasın eşiğine gelmiş banka ve devletlerden kaynaklananların olanca ağırlıklarıyla omuzlarına yüklendiği hissine kapılmamalı. Adına yaraşır bir ‘Avrupa Cemiyeti’ inşa edilmeli.”

Ulrich Beck

Avrupa’nın krizi siyasi kurumlar, ekonomi, elitler, hükümetler ve yürürlükteki hukuki mevzuat zaviyelerinden irdelendi, irdelenmeye devam ediyor. Bir tek sıradan insanların, yurttaşların gözünden irdelenmiş değil: Avrupa, yurttaşlar için ne mana ifade ediyor, aşağıdan inşa edilecek bir Avrupa’nın toplumsal sözleşmesinin bel kemiğini teşkil edecek prensipler nelerdir?

Kozmopolit bir Avrupa, Daha Çok Özgürlük

Avrupa, bir ulus toplumu olmadığı gibi, bizzat kendisi ulus toplumlardan mürekkep bir birliktelik olduğu içindir ki bir ulus topluma dönüşmesi düşünülemez. Bu ulusal çerçeveden bakıldığında, Avrupa bir toplum olarak da görülemez.

Avrupa ‘toplumu’ daha ziyade ‘ulus toplumların kozmopolit birlikteliği’ şeklinde mütalaa edilmeli. Vazife, sözü edilen ulusların birlikteliğinden doğan gücün yardımıyla, işbu birlikteliğin unsuru olan ulus toplumlardaki her bir bireyi hukuken koruyup, onları başkaca diller konuşan ve farklı siyasi kültürlerden gelen diğer bireylerle yan yana getirerek, hak ve özgürlüklerinin çerçevesini genişleten bir birlik mimarisini inşa edebilmektir.

Ulusal kültürleri ne kadar önemli ve şahsi kimliklerinin teşkilinde belirleyici olsa da Avrupa’nın her yanında genç insanlar, kendi kültürlerinin dünyayı anlamak için yeterli olmadığının farkına varıyor. Gençler, karşı karşıya olunan kültürel, siyasi ve iktisadi sorunların küreselleşme süreciyle iç içe geçtiğinin ayırdında oldukları için, diğer kültürleri tanımak istiyor.

Bu analize göre gençler, Avrupa toplumunu ‘ikili egemenlik’ formunda, yani gelişmeye yönelik ulusal ve Avrupai fırsatların bütünü olarak deneyimliyor. Genelde beklenenin aksine, kendilerini bağımsız bir Avrupalı kimliği üzerinden tanımlamıyorlar. Hiç kimse yalnızca Avrupalı değildir. Gençler, kendilerini önce ulusal kimlikleriyle, daha sonra Avrupalı olarak niteliyor. Avrupalı gençler, ulusal farklılık ve gerilimlerin birbirine karışarak, flulaştığı kozmopolit bir Avrupa’yı deneyimliyor.

Peki, niçin gündelik hayatın Avrupası’na ilişkin bu bireysel deneyim, euro ve Avrupa krizlerine ilişkin tartışmaya yansımıyor? Bu, esasen siyasi tartışmaların ve Avrupa’ya ilişkin yapılan araştırmaların arka planında yer alan, Avrupa’nın entegrasyonunun tek boyutlu, kurumsal yönelimli bir süreç yoluyla somutlanacağı tasavvurundan ileri geliyor.

Bu yaklaşımda bütünleşme süreci, Avrupa kurumlarıyla ulusal toplumlar arasında gerçekleşen dikey, yukarıdan aşağı bir süreç olarak telakki ediliyor; söz konusu yaklaşımda bireylerin Avrupa’yı deneyimleyiş biçimine yer verilmiyor.

Bu yaklaşıma göre Avrupalılaşma, bir yandan -Avrupa Komisyonu, finansal birlik vs.- ulus aşırı kurumların teşkilini, diğer yandan bu kurumsal inşanın uluslar düzeyinde bir anlam kazanması için yapılması gereken düzenlemeleri -ulusal norm ve kurumların tayin edilmiş standartlara uydurulması gibi- ifade ediyor. Dikey Avrupalılaşma anlayışı, bakışını ulus devletlerin kurumlar düzeyinde bütünleşmesi meselesiyle sınırlıyor. Bu dikey telakkinin Avrupası’nda insanlara yer yok. Orada kimse yaşamıyor. Söz konusu anlayışın saçmalığı, hiç kimsenin onun ne kadar saçma olduğunun farkına varmayışında yatıyor!

Sosyal ve Daha Az Belirsizlikle Dolu Bir Avrupa

Avrupa toplumunun bireylerinin yaşam koşulları, bir yandan yaygın ahlaki kabulleri, geleneksel aidiyetleri ve sosyal güvenceleri çözerken, diğer yandan yeni tehlikeler yaratan risk kapitalizmince de şekillendiriliyor.

İnsanlar dünyadaki tüm risklerin, bilhassa iflasın eşiğine gelmiş banka ve devletlerden kaynaklananların olanca ağırlıklarıyla omuzlarına yüklendiği hissine kapılmamalı. Adına yaraşır bir ‘’Avrupa Cemiyeti’’ inşa edilmeli ki bu belirsizlik zamanlarında toplumsal güvencenin yeniden doğuşu mümkün olup, garanti altına alınabilsin; bu sayede cesaret verici ‘’Avrupa Cemiyeti’’ mefhumu yalnızca bir özgürlük deneyimi ve riskin maksimizasyonu olarak, Epikürcü bir Avrupa biçiminde değil, aynı zamanda sosyal bir Avrupa olarak deneyimlenebilsin!

İnsanları kendisine kazanabilecek bütünleşik bir Avrupa davası ve bu davanın somutlandığı yeni toplumsal sözleşme, şu sorulara yanıt vermekle mükelleftir: Sosyal güvenceye ilişkin gerçekçi bir ütopyayı, ulusal refah-devleti nostaljisinin savunusuna yahut neo-liberal çileciliğin reformcu iştiyakına yenik düşmeden nasıl yeniden formüle edebiliriz? Nasıl aynı anda hem Avrupa politikasını ulus-aşırı bir boyuta taşıyabilir, hem de ulusal seçimleri kazanabiliriz?

Yurttaşlar Avrupası ve Daha Fazla Demokrasi

Avrupa’nın yeni toplumsal sözleşmesi, Rousseau’nun geçmişte inandığı gibi bireysel çıkarları aşan, mutlak bir genel iradeye dayanmayacak.

Daha ziyade, ezeli olduklarına vehmettiğimiz eski kurumların çöktüğünün ve Avrupalı yurttaşların hayatlarına ilişkin kilit önemdeki biyografik ve siyasi sorunlar için hazır çözümlerimiz olmadığının kabulünde temellenecek - Bir kusur değil, sahip olunan özgürlüklerin çerçevesinin genişletilmesi imkânı olarak mütalaa edilmesi gereken bir kabul.

Bu haliyle Avrupa toplumu, başka hiçbir yerde olmayan bir raddede bir sosyal ve siyasi fikirler laboratuarı olacak. Tıpkı bireylerin hayatında olduğu gibi siyasette de mühim addedilen, alternatif geleceklerin açığa çıkarılması ve böylelikle de, meraklı ve deneyci bir halet-i ruhiyeyle, geçmişin ölü ağırlığını sırtımızdan atarken, bugünün risklerine karşı etkili yanıtlar üretmek olacak.

Düşmanları komşulara dönüştüren Avrupa projesi, başarısız olma tehlikesiyle karşı karşıya. Tam da bu karar anında, Helmut Schmidt, Jürgen Habermas, Herta Müller, Senta Berger, Jacques Delors, Richard von Weizsäcker ve Imre Kertész’in de aralarında bulunduğu bir grup insan, boş hayal ve bağlılıkların Avrupası’nın, Avrupalı-sız bir Avrupa tasavvurunun aşılması ve müşahhas, dünyevi bir yurttaşlar Avrupası’nın inşası çağrısında bulundu - yalnız sözle değil, icraatlerle de inşa edilmesi gerekecek bir Avrupa.

Çağrının sahiplerinin önerisi, yalnızca genç neslin yahut eğitimli seçkinlerin değil, emekli, çalışan yahut işsiz tüm Avrupalıların Avrupa’nın aşağıdan inşasına katkı sunabilmeleri için, kendilerininkinden farklı bir dilin konuşulduğu başkaca bir Avrupa ülkesinde gönüllü olarak bulunabilmeleri imkânını yaratacak şekilde, kıta ölçeğinde bir Avrupa yılı ilan edilmesi.

Avrupa Baharı mı?

Özetleyeyim: Karşı karşıya olduğumuz problem, Avrupalı-sız bir Avrupa tasavvuruna sahip olmamızdan ileri geliyor. Gözden kaçırdığımız şey, yurttaşlar Avrupası’nın ancak aşağıdan, bizzat yurttaşlar tarafından inşa edilebileceğidir.

Avrupa’nın ve tüm dünyanın toplumsal ve ekolojik bilincini uyandırıp, bu bilince Avrupa, hatta dünya sathında bir şekil vermeyi, öfkeli Yunanlıları, iş bulamayan İspanyolları ve mutlak bir belirsizlikle karşı karşıya olan orta sınıfları müşterek bir siyasi protesto hareketinde bir araya getirmeyi, sözünü ettiğim yeni toplumsal sözleşmeyi tanzim edecek siyasi özneyi somutlamayı nasıl başaracağız?

Avrupa baharının fitilini kim ateşleyecek? Yeni alt sınıflar, sağlık sigortasına güç yetiremeyenler, emeklilik maaş ve ayrıcalıklarında kesintiye gidilenler, kredi kaynakları kuruyan öğrenciler. Dışlanmışlar, lüzumsuzlar veya aşağı sınıflar değil, Avrupa’nın tüm kamusal alanlarında, tıpkı şimdilerde Atina’da, Madrid’de, Roma’da ve Frankfurt’ta yaptıkları gibi,  protestolarını icra eden Avrupalı yurttaşlar olarak.

Peki, bu Avrupalılar hareketinin gücünün kaynağı ne olacak? Euro krizi, neoliberal Avrupa projesinin meşruiyetini ortadan kaldırdı. Sonuç bir meşruiyet ve güçler dengesizliği oldu: Meşruiyet yoksunu fakat güçlü bir sermaye ve devletler ile güçten yoksun fakat had safhada meşruiyet sahibi protestocular arasındaki dengesizlik.

Avrupalılar hareketi bu dengesizliği, temel talepleri için daha çok bastırarak kendi yararına kullanabilir: Ulus-devletlerin dar kafalılığına karşı aydınlanmış öz-çıkarlarını savunabilir, finansal mübadelelerin küresel olarak vergilendirilmesi talebini öne çıkarabilirler. Mevcut protesto hareketleri ile birleşik Avrupa’nın öncü ulusal mimarları arasında kurulacak örnek niteliğindeki, meşru ve kuvvetli bir ittifak yoluyla bu tür bir Robin Hood vergisi uygulamaya konabilir, devlet aktörlerinin gerek ulusal sınırlar dâhilinde, gerekse bu sınırlar ötesinde ulus-aşırı değer ve duyarlılıklarla hareket etmeleri sağlanabilir.

Bu yaklaşımı hayalcilikle itham edip, bir kenara itecek olanlar için mühim bir hatırlatma: Küresel finans sektörünün bir numaralı muhalifleri, her ne kadar yaptıkları son derece önemli ve yeri doldurulmaz olabilse de, alanlarda ve finans sektörünün katedralleri önünde gösteriler düzenleyen eylemciler değil. Küresel finans sektörünün en ikna edici ve direngen muhalifi, küresel finans sektörünün bizzat kendisidir.

İngilizceden kısaltarak çeviren Halit Yerlikhan. Yazının orijinali için tıklayın

Ulrich Beck, Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü.

Kategoriler

Şapgir