Ebru Gedik Askan, yüz yüze olmayan iletişimin ortaya koyduğu ‘iletişimsizliği’ ele alırken ilk aşkını cep telefonu, insanlara inancını da forumlar yüzünden kaybettiğini anlatıyor ve hepimizin aşina olduğu ‘durum paylaşımı beğenme’ zamanlarına uzanıyor.
Ebru Gedik Askan
egaskan@gmail.com
Başıma ne geldiyse “cep telefonu” ve “internet” yüzünden geldi desem, fazla abarttığımı, hatta ola ki yalan söylediğimi düşünmezsiniz herhalde. İnanın ki öyle. Aslında ilk cümledeki özneyi çoğaltabilirim bile; başımıza…
Yıl 2000, ben lise sondayım, “düz” lisede “normal” arkadaşlarımla beraber ÖSS belasını geçmek için harıl harıl çalışıyoruz. Yıllarca küçük şehirlerde, unutulmuş ilçelerde yaşadıktan sonra Ankara gibi büyük büyük bir şehre gelebilmiş memur ailesinin son ve de her daim küçük kızıyım. Ama ÖSS belasına dershaneye gitmek de lazım. Dershaneye gitmek için Kızılay’a gitmek, belediye otobüsüne binmek, gece geç saatte (21.00-22.00 gibi) dönmek de… Mecburiyetler bu kadar ezici olunca, alındı bana da o dönemin son model, hem antensiz hem hafif (?), hem de yılan oyunu olan cep telefonu. İlk iş tabii ki çantanın en gizli köşesine sıkıştırıp okula götürmek oldu. Okulda bir arama olsa söylenecek bahane (yalan) de hazır; “Hocam dershaneye gidiyorum, akşam geç döneceğim diye, babam yanıma almamı söyledi.” Bu yalana da başvurmama hiç gerek kalmadı, insan tescilli inek olunca, bazı avantajları da olabiliyormuş; aranmamak, güvenilmek gibi...
İşte ne olduysa ondan sonra oldu; benden sonra, epeyidir test kitaplarına “küçük” mesajlar yazarak iletişim kurduğumuz, ama aklımızdan hiç bunu dile dökmek gibi bir düşünce geçmeyen ilk “aşkım” da aldı bir telefon. Bol bol “ııı”lamaların arasında, “Eee… Şey… Takıldığımız bir şey olursa birbirimize sorarız” denilip, numaralar alındı verildi. Sonra da her şey o naifliğini, o utangaçlığını, o çocuksu saflığını yitirdi (Evet bunu da abartabilirim).
Bir şeylerin yaşanması için konuşmaya gerek olmadığı, hissedilenlerin gözlerden de pekala anlaşılabildiği zamanlardı... Test çözmek için, gidilecek üniversiteleri hayal etmek için yan yana geliniyor, başka hiçbir şeyden bahsedilmeden, bir soruyu çözerken sanki birbirimize “Seni seviyorum” diyebiliyorduk. Ama n’oldu? Ya hisler içe sığmaz oldu ya da yüz yüze olmayan iletişim alkol almış etkisi yaptı, çok çok büyük şeyler yazıldı söylendi. Anlatabildim mi işte, ben ilk aşkımı cep telefonu yüzünden kaybettim, bu kadar basit.
Sonra ben büyüdüm, üniversite bitti, memurluk sınavlarına girip çıkıp ağzımın payını alır oldum. O sıralarda da internetteki forum olaylarını keşfettim, oradan bu memuriyet yollarından benden önce geçmiş ağabeyler, ablalarla (itiraf ediyorum çoğunlukla ağabeylerle) tanıştım. Onlarla sınavdı, işsizlikti diye konuşmaya, yazışmaya başladım. Sonra n’oldu? Kadın sandıklarımın erkek, erkek sandıklarımın kadın çıkması dışında… Ne güzel “nick”im varmış dersler çok bunaltmışsa çıkıp bir kafede masum bir çay içer miyizlerin dışında… Kendi halindeki ben, Ankara’nın “en köklü” üniversitesinden mezun olmuş, işsiz ama entelektüel birikimi şahane ben, acımasız bir rekabetin, kimsenin kimseye (çok pis bir genelleme yapıyorum) yardım etmek gibi bir amacının olmadığını ve mümkünse yanıltmanın ve moral bozmanın en baş silah olduğunu o forumlarda gördüm. Anlatabildim mi işte, ben insanlara inancımı bu forumlarda kaybettim.
Evet, biraz abartmış olabilirim. Ama eskiden sanki aşıklar daha bir aşık, düşmanlar düşman, rakipler rakipti. Şimdi ise kendimize sanal dostlar, aşıklar edindiğimiz gibi sanal rakipler üretip, içimizde kalmış ne varsa onlardan çıkarmaya çalışır olduk. Gerçek hayatta yapamadığımız, söyleyemediğimiz ve böyle böyle içimizde birikip pis kokulu bir irine dönüşmüş ne kadar kompleksimiz, zayıflık ve zaaflıklarımız varsa onlardan arınmak için giyiyoruz sanal kimliklerimizi. Şimdilerde öyle afili nickler bile kullanmıyoruz, basbayağı fotoğraflarımız ve adlarımızla meydana çıkıyoruz. “Be hey var mı bana yan bakan?” tavırlarımızla…
İnsanlar “yüzsüzleştikçe” aşkta ne kadar cesur olabiliyorlarsa, dostlukta da o kadar vurdumduymaz olabiliyorlarmış işte. İnternette online oldukça, gerçekteki görünürlüğümüzü yitiriyoruz sanki. Kaybetmekten korkmadığımız dostluklar, aşklar ediniyoruz. Sosyal medyada akış o kadar hızlı ki, gidenin arkasından ahlanıp vahlanacak vaktimiz yok. Bir sonraki takipçiyle yeni bir yola devam edebiliriz, o giderse bir sonrakiyle…
Bir dost bir dostuna kederini anlattığında ona en fazla bir “smile” gönderip, durum paylaşımını beğeniyor, altına Mevlana’dan bir cümle yazıveriyoruz. Bir konuda yardım istediğinde çok çok elimiz “paylaş” tuşuna gidiyor. Herkesin olanca gürültücülükle konuştuğu ama kimsenin kimseyi dinlemediği ya da duyamadığı bir çağdayız bana kalırsa.
Sevgililer bile birbirlerine iki cümleyi çok görür oldu. Nerede o eski şiirler, ilan-ı aşklar… Sevgisini söyleyebilmek için aylarca bekleyenler... Karşılık beklemeksizin yazılan mektuplar, kartlar... Şimdi birine ulaşmanın (ve de kaybetmenin de) bu kadar kolay olduğu bir dönemde beklentiler de artıkça artıyor tabii ki. Benim de en dayanamadığım şey, o malum sitedeki “görüldü” ibaresi. Attığım mesajın peşinden onu görüp cevap alamayınca, ben bir kederleniyorum, bir şey yapamaz hale geliyorum. Ha şimdi cevap yazar, belki görürken tuvaletteydi, belki müdürü yanındaydı okuyup çıktı… derken derken bakmışım sinir küpü olmuşum. Yazdığın şeyi gördüğünü bildiğin birinden cevap beklemek… Yeni bir keder ve kıskançlık türü olarak; görüldü…
Vel hasıl-ı kelam yaşlanmış; nerde o eski günler diyebilecek, umutsuz umutsuz dertlenecek kıvama da gelmişim.