Son olarak ‘Ağır Roman Yeni Dünya’ dizisiyle ekranlarda gördüğümüz Nesrin Cavadzade, doğup büyüdüğü Bakü’de halen acımasız bir kuşatma altında yaşayan yazar Ekrem Eylisli’ye destek verdi: “Eylisli'nin başına gelenler bir linç kampanyasıdır. O iki halka 70 yıl boyunca kardeşçe yaşadıklarını hatırlatmak istedi. Eylisli’nin başına gelenlerin nedeni budur.”
Fatih Gökhan Diler
fgdiler@agos.com.tr
“Şölen günü geldiğinde misafirler büyük bir iştahla etlerini yerler. Yalnız ortada bir sorun vardır. İsmail etrafta görünmemektedir. Medine, konuklara koyun eti olarak oğlu İsmail'i sunduğunu söyler. Konuklar büyük bir korkuya kapılır. Medine yüzünden yamyam olmuşlardır. Medine'yi bir akıl hastanesine göndermeyi ve bu korkunç sırrı kendi aralarında saklamaya karar verirler.”
Karşınızdaki ‘Kuzu’ filminin hikâyesinden küçük bir bölüm… Kuzu, Türkiye’nin ‘gözden kaçan’ insanlarının peşinden koşan Kutluğ Ataman’ın Erzincan’ın bir köyünde geçen son filmi.
‘Güneye Bakan Duvar’ olarak yola koyulan ve daha sonra “Kuzu” adıyla devam eden projenin başrol oyuncusu ise Nesrin Cavadzade…
Bakü'yü de son derece kozmopolit bir şehir olarak hatırlıyorum. Azerilerin, Ermenilerin, Yahudilerin, Gürcülerin, Rusların ortaklaşa bir hayat sürdüğü, barış içinde yaşadığı, derin komşuluk bağlarının olduğu, her kültürün bir ötekinden beslendiği bir ortam. Ailemin çok yakın Ermeni dostları, komşuları vardı. Dedem Ermenice'yi anlıyordu, birçok matrak kelime öğrenmişti, bizi güldürüyordu. Sonra ortam gitgide bozulmaya başladı. Kanlı Ocak (Qara Yanvar) oldu, Karabağ savaşı oldu, Hocalı katliamı oldu... Her iki taraftan insanlar evlerini, barklarını, yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. |
Son olarak ‘Ağır Roman Yeni Dünya’ dizisi ile televizyon ekranlarında gördüğümüz Nesrin Cavadzade Bakü doğumlu bir Azerbaycanlı… İlkokulu orada okurken henüz on bir yaşında annesiyle beraber İstanbul’a göç etmiş ve burada yeni bir hayata başlamış.
Türkçe’yi öğrendikten sonra yaptığı ilk iş okulun tiyatro koluna yazılmak olmuş. Profesyonel oyunculuğa doğru ilk adımlarını Şişli Terakki Lisesi’nde okurken atan Cavadzade bugün ‘Dilber’in Sekiz Günü’, ‘Acı’, ‘Güzel Günler Göreceğiz’ ve ‘Yangın Var’ gibi uzun metrajlı filmlerdeki ödüllü performanslarıyla karşımızda.
Nesrin Cavadzade, bugün Azerbaycan’da yazar Ekrem Eylisli’ye karşı yürütülen linç kampanyasına karşı çıkan Türkiye’deki az sayıda insandan biri… ‘Taştan Rüyalar’ adlı uzun öyküsü yüzünden kendi ülkesinde sürgün hayatı yaşayan Eylisli’nin içinde bulunduğu zor durumu Türkiye kamuoyunun gündemine Agos getirmişti.
Eylisli bugün ev hapsinde ve Azerbaycan’da yavaş yavaş sular duruluyor. Kutluğ Ataman’ın Kuzu’sunda Medine’yi akıl hastanesine kapatan köyün hali şöyle anlatılıyordu: “Eski hayatlarına dönen köylü halinden memnundur.”
Nesrin Cavadzade ise ülkesinde halinden memnun yaşayan insanlar için Türkiye’den bir çığlık yükseltmeye çabalıyor.
- Ekrem Eylisli’yle ilgili tweet atarken gelecek tepkileri düşündünüz mü?
Şu anda bir film çekimi için Erzincan'dayım. Yoğun ve rutin bir çalışma ortamındayız. Gece karanlığında Kemah ilçesinin bir dağ köyü olan Doğan Köyü'ne doğru yola çıkıyor, öğleden sonra üç gibi, güneşi kaybetmeye başladığımız bir zamanda dönüş yoluna koyuluyoruz. Otele vardıktan bir süre sonra acıkıp, otelimizin altında bulunan restorana iniyoruz. Restoranın bir köşesinde büyük bir plazma TV var, ben oraya kuruluyorum ve bir yandan yemek yiyip bir yandan da her akşam denk geldiğim haberleri izliyorum.
Geçen gün Emine Erdoğan'ın Kürt sorunuyla ilgili bir konuşmasına denk geldim. Sanırım milletvekili eşlerine sesleniyordu. AK Parti siyasetine özel bir sempati duymuyor olsam da bir cümle dikkatimi çekti. Orada barış süreciyle ilgili şöyle dedi: 'Ağzı olan ağzıyla, eli olan eliyle, hiçbir şeyi olmayan, hiçbir şey yapamayacak durumda olan ise kalbiyle, kalpten dileyerek, kalple dua ederek barış sürecine destek olsun.' Bu bir alıntı mı, başka birinin sözü mü, onu bilmiyorum ama söylediği çok kıymetli geldi. Çok naif, çok kadınca, çok temiz bir mesajdı. Ekrem Eylisli'yi düşündüm. Yaymaya çalıştığı mesajı düşündüm. Barışı sesliyordu. Tınısında kardeşlik vardı. Ne yapabilirim diye düşündüm. Ağzım, elim, kalbim vardı. Elim uzanmazdı, uzanamazdı. Fiilen yapabileceğim bir şey yoktu. Kalbim, yetmedi. Ağzımla destek vermek istedim. Onun sesine cılız da olsa ses katayım dedim ve internette bir mesaj yazdım. Tabii tepkiler de gecikmedi. Ama bunları kendime dert edecek değilim. Ben vicdanın terazisine koyarak konuşuyorum, içim rahat.
- Azerbaycan’da yaşananları takip ettin, olan biteni nasıl değerlendiriyorsun?
Ekrem Eylisli'nin başına gelenler bir linç kampanyasıdır. En başta, üzerinde tartışmalar yürütülen, art niyetli politikacıların manipülatif açıklamalarıyla insanları galeyana getiren, mezara konan, yakılan, un ufak edilen şey; bir kitap. Yani bir sanat eseri… Bir kurgu… Bir fikir… Fikirler yargılanamaz, sanat eserleri de yargılanamaz! Kurgusal olanın ‘halk’ın beğenisine göre şekillenme ödevi yoktur. Bir yazar, eserinden dolayı yargılanamaz. Bu haliyle sanat, tıpkı dinler gibi ‘kurumlar üstü’dür. Nasıl ki hiç kimse inançlarından dolayı yargılanamaz ise, bir sanatçı da eserinden dolayı yargılanmamalı. Ama dünyanın her yerinde demokrasiden yoksun rejimler, sanatı bir tehdit olarak algılamışlardır. Ülkemizde de hâlihazırda sakıncalı bulunan edebiyat eserleri, filmler, tiyatro oyunları, köşe yazıları, sergiler var. Sakıncalı bulunma nedenleri sıkça değişse de, iktidarlar onları bir tehdit olarak algıladıkça hedef haline getirme yöntemleri benziyor. Bu haliyle Azerbaycan'daki demokrasiden uzak iktidarın ve yaratmaya çalıştığı ortamın bize yabancı gelmemesi gerekir.
Bu sanat eserinin taşıdığı mesaj da çok önemli… Eylisli bütün açıklamalarında, niyetinin barışa çağrı yapmak olduğunu, halkını alçaltmadığını aksine yücelttiğini, sesini kavgadan yana değil kucaklaşmadan yana yükselttiğini söylüyor. Bu da çok tanıdık bir hal olmalı. Dünyanın neresinde olursa olsun, meşruiyetini savaş hâli üzerinden yürüten iktidarlar, barışın gelmesini hiç istemezler. Bu iki temel sebep yüzünden, yazara yapılanın tam bir linç girişimi olduğunu düşünüyorum.
- Bu olaya tepki gösterirken vicdan tek kıstasımız olmalı dedin.
Evet; çünkü hiç kimsenin ‘düşmanca’ duygularla dünyaya gelebileceğine inanmıyorum. Hepimiz bembeyaz bir sayfa, tertemiz bir yürek, hür bir ruhla doğuyoruz. Hepimiz vicdanen kusursuz, berrak, saf ve masum olarak doğuyoruz. İçgüdüsel olarak neyin yanlış, neyin doğru, neyin aydınlık neyin karanlık olduğunu biliyoruz.
Ama büyürken birçok yara alıyoruz. Bu yaraların en önemlisi okul hayatımız boyunca bize belletilen resmi ideolojidir. Düşmanlık öğrenilir, öğretilir. İktidarlar, politikacılar, rejimler kendilerini kavgaların üzerinden var ederler. Kavgada iyi dövüşene, külhanbeyliği yapana, hazırcevap olana, yumruğunu masaya vurana biz ‘karizmatik lider’ deriz. En çok bağırana, ağzından köpükler saçana, gözünü kan bürümüşlere alkış tutarız. Çünkü hayatta kalmak için onlara ihtiyacımız olduğu bize küçükten öğretildi. Resmi ideoloji dediğim özünde budur.
İnsan bir kere yaşamını ve inançlarını bu resmi ideoloji üzerine kurmayagörsün. Artık benliğinin ayrılmaz bir parçası haline geliyor ve vicdanının hür sesi tüm bu gürültü patırtı içinde duyulmaz hale geliyor. Kendi fikirlerini, inançlarını, umutlarını devletininkinden ayıramaz hale geliyor. Benim söylediğim; bir hatırlama, berraklaşma, şunu bundan ayırma, temizleme, temizlenme için vicdanın bir terazi gibi kullanılması idi. İnanıyorum ki vicdanın terazisinde düşmanlık kardeşlikten ağır gelemez, nefret sevgiden ağır gelemez, savaş barıştan ağır gelemez.
Azerbaycan'da güçlü bir demokrasiden bahsetmenin imkânsızlığından dolayı, resmi ideoloji ile büyütülen bir kuşak elbette ki galeyana gelebilir. Azerbaycan'da sivil toplum hissiyatı Türkiye'den bunu açık etmeye çekiniyorlar. Herkesin her an, başının iktidarla belaya girebileceği bir ülkede, bu da çok anlaşılabilir bir şey.de daha zayıf. İnsanlar kendilerini birey olarak var edemiyorlar. Aykırı sayılabilecek her sesin üzerine iktidarın demir yumruğu iniyor. İnsanlar ‘his’ olarak Eylisli'yekarşı nefret gütmeseler bile, eylemlerinde
- Türkiye’de Azerbaycan tabusu mu var? Böyle bir mesele neden yeteri kadar tepki çekmedi?
Azerbaycan'da basın, yayın, habercilik iktidar güdümlüdür. Muhalif ses neredeyse yok gibidir. Muhalif olanları çabucak sindirirler. Cezalandırırlar. Bir türlü sağlıklı haber alınamamasının birincil sebebi budur. Türkiye'nin, iktidarlar bazında sebepleri çok naif olmasa da Azerbaycan'ı kardeş olarak gördüğü, yakın hissettiği, duygudaş olduğu doğrudur. Dolayısıyla kardeşini korumak istediği, kendisine benzeyen kötü yönlerini örtbas etmeye çalıştığı, ortak menfaatlerde kayırdığı da doğrudur. Burada herkesin kendi eleştirisini yapması gerek herhalde. Herkes dönüp açıkta kalan yerlerine bir bakmalı. Türkiye çok önemli bir sürece girdi, bu yüzleşmeyi Azerbaycan'dan daha çabuk yapacaktır. Belki bundan dolayı kardeş ülkeye iyi örnek olur.
‘Niyeti iki halka geçmişi hatırlatmaktı’
“Ben de tıpkı sizin gibi, Ekrem Eylisli'nin kitaplarına ve Azeri halkının hafızasında edindiği yere yabancıyım. Ben on bir yaşındayken Türkiye'ye göçtüm ve o zamandan bu yana memleketimle ilişkim yılda bir iki kez akrabalarımı ziyaret etmekle sınırlı. Tabii ki doğup büyüdüğüm yerle aramda çok derin bir duygusal bağ var. Oranın şarkılarını dinleyerek, yemeklerini yiyerek, oyunlarını oynayarak, suyunu içerek büyüdüm. Beni, doğduğum şehir, Bakü şekillendirmiştir. Çocukluğum Sovyetlerin son yıllarına denk geldiğinden, Bakü'yü de son derece kozmopolit bir şehir olarak hatırlıyorum. Azerilerin, Ermenilerin, Yahudilerin, Gürcülerin, Rusların ortaklaşa bir hayat sürdüğü, barış içinde yaşadığı, derin komşuluk bağlarının olduğu, her kültürün bir ötekinden beslendiği bir ortam. Ailemin çok yakın Ermeni dostları, komşuları vardı. Dedem Ermenice'yi anlıyordu, birçok matrak kelime öğrenmişti, bizi güldürüyordu. Sonra ortam gitgide bozulmaya başladı. Kanlı Ocak (Qara Yanvar) oldu, Karabağ savaşı oldu, Hocalı katliamı oldu... Her iki taraftan insanlar evlerini, barklarını, yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Bizim komşularımız gitti, gitmek zorunda kaldılar. Bir düşmanlık ortamı yaratıldı. İnsanlar kinle doldular. Dün kardeş dediğine, bugün düşman demeye başladılar. Milliyetçilik körüklendi. Sovyetler yıkıldı. Bu yaratılan düşmanca ortamın izlerini, bugün de sürmek mümkün. Eylisli işte bu ortamın kurbanı. Eylisli bu iki halka yetmiş yıl boyunca kardeşçe yaşadığını hatırlatmak niyetinde idi, ama bugünün politikası bundan hoşlanmadı.”