Yordan Efendi'nin son şarkısı

İsmail Keskin bu haftaki öyküsünde, gençliğinde Paşabahçe’nin en usta terzisiyken Yordan Efendi’nin yaşadığı Varlık Vergisi’ni, oğlunu korka korka askere nasıl gönderdiğini, 6-7 Eylül’ü, Rum cemaati azaldıkça işlerinin giderek nasıl küçüldüğünü ve usulcacık yaşayıp, nasıl da sessizce göçüp gittiğini anlatıyor.

İsmail Keskin
ismail.keskin@gmail.com

“Usulcacık yaşayıp giderdi, yaşlıydı ama dinçti adam. Birden ağırlaşıverdi de sessizce göçüp gitti…”

Evin hizmetçisi Saniye Hanım cenaze evindeki işlere yardımcı olsun diye gündeliğe getirdiği komşusuna böyle özetledi Yordan Efendi’nin son vakitlerini. Saniye Hanım, gâvurun evinde hizmetçilik ediyor derler de laf olur diye mi çekindi bilinmez ama Yordan Efendi kendinden öyle kuru kuruya “adam” diye söz edildiğini duysa pek üzülürdü mutlak.

“Ee Yordan Efendi. Kelaynaklardan bile az kalmış idik bu Şehir’de, sen daha da azalttın bizi aşk olsun more!”

Ortaköy Ayos Fokas kilisesinin yaşlı mugannisi Thanasis Efendi, kilisenin kendinden yaşlı kapısından çıkarken hem usulca ağlıyor hem de bu cümleleri mırıldanıyordu.

***

Yordan Efendi gençliğinde Paşabahçe’nin bir numaralı terzisiydi. Birinci Cihan Harbi’nden sonra tedirgin, Cumhuriyet’ten sonraki o heyecanlı “on yılda” pek bir mesuttu, işleri yolundaydı. İstanbul’da alafranga dikişten anlayan terzi pek azdı, o yüzden müşterileri farklı farklı muhitlerden zengin kişilerdi. İşleri öyle boldu ki ta Ankara’dan araya hatır gönül sokup sipariş verenler oluyordu.

Sonra ‘birinci adam’ öldü, ‘ikinci adam’ başa geldi. İkinci Dünya Savaşı başladı, bitti… Yordan Efendi’nin de altın günleri bitmişti böylece.  İkinci Dünya Savaşı’nı güç bela atlatmış fakir İstanbul’un boğaz kıyısında yine de -kumaşı nereden bulacaksın- paçavrayla çaputla ne güzel kıyafetler dikiyordu. Varlık Vergisi’ydi, el mecbur haraçtı, rüşvetti derken elde avuçta bir şey kalmayınca baba yadigârları teker teker elden çıktı. O güzelim, o nadide saat gibi işleyen Frengistan’dan hususi getirtilmiş “Singer” marka dikiş makinesi satıldı, gitti, yerine adi, zorla işleyen bir makine güç bela konabildi.Yordan Efendi yine de mesuttu. Çok şey istemiyordu ne de olsa. Babadan kalma, boğazı ucundan da olsa gören güzelcecik bir evi vardı; çok sevdiği karısı Marika, canının içi iki evladı Takis ve Yannis... Yordan Efendi günün sonunda şükreder, kilisede duasını edip anacığının ruhuna soluk bir mum yaktıktan sonra kahvesini kilisenin mugannisi Thanasis Efendi’yle içip evine mutlu mesut dönerdi. Yordan Efendi bir ara zengin idi, sonra orta sınıfa düştü ama içi rahattı. Ta ki işler karışana kadar. ‘İkinci adam’a yalan yok zamanı geldi mi küfrü basmıştı içinden ama yine de yeri gelip “dürüst adam” dediği de vardı. ‘İkinci adam’ “Vatandaş Türkçe konuş” diyordu, yeni gelen herhalde “defol git” diyecekti. Dedi de. Hem de ne demek.

Ne vakit ki ‘ikinci adam’ gitti, o zaman Yordan Efendi önce “oh” dedi, sonra “aman”. Kore, Kıbrıs… Sanki Pandora’nın kutusu açılıvermişti. Takis’i askere içi korka korka yolladı. “Aman vre aman” diyordu. “Hepinizin yedi ceddini eşekler kovalasın huysuz herifler.” Takis askerden gelince Yordan Efendi rahat bir nefes alırım diye sevinmişti ki 6-7 Eylül olayları vurdu. Dükkanı yağma edildi. Dostları istisna, kırk yıllık arkadaşları selamı kesti.  İşleri hepten dibe vurdu. Paşabahçe’deki Rum cemaati de günden güne eriyordu.

Kadim dostu Thanasis, Paşabahçe’deki kilisenin cemaati kalmayınca Ortaköy’deki Ayos Fokas Kilisesi’ne geçmişti. Öyle olunca Yordan da ona uyup Ortaköy’de deniz görmeyen bir zemin katına kiraya çıktı. Paşabahçe’deki baba yadigârı evi satmaya kıyamadığından kapısına kilidi vurdu. Kiraya vermek dururken neden kapısına kilit vurdu? Gelecek kiraya ihtiyacı olmadığından mı? Ne münasebet… Karınlarını doyuracak parayı zor buluyordu ama ne hikâyeler duymuş, nelere şahit olmuştu evine kiracı alan Rumların başlarına gelenler hakkında. Evine giren kiracı canına kasteder de evinin üzerine yatıverir diye “dert edineceğime aç kalırım” deyip boşalttığı evin kapısına kilit vurmayı uygun gördü. Böylece Yordan Efendi yeni taşındığı Ortaköy’de eve iş alıp toparlanıyordu ki her şey yine darmaduman oldu.

Kıbrıs’ta kaynayan kazanın suyu İstanbul’daki Rum cemaatinin başına boca ediliyordu. Bu sefer de Türkiye’de mûkim Yunan tebasının oturum izinleri iptal edilmişti. Bu ne demek? Sözün kısası İstanbul’daki Rumlara “defolun gidin” diyorlardı çünkü Rum bir ailenin yarısında Türkiye pasaportu varsa yarısında Yunanistan pasaportu vardı. Bu şimdiki mesele değil, Yunanistan kurulduğundan beri böyleydi. Sebepleri de çeşitli… Adalardan içgüveysi damat pek meşhurdur mesela buna sebep, ya da evin oğlu iş bulamamıştır gemilerde çalışmak için uyruk değiştirmiştir, ya da uyruk değiştirmemiştir ama gittiği yerde evlenmiştir, eve Yunan gelin getirir… Bu haldeki bir aileden babayı ya da anneyi kovarsan, diğerleri kalır mı? Onlar da gider. Gittiler de… Ah’larını geride bırakarak…

Tüm bu dertlerin yanında Yordan Efendi Marika’sını, dünyada her şeyden çok sevdiği karısını kaybetti. Şişli’ye defnettiler. Artık her gün uyanınca Marika’sına gidiyor, dertleşiyor da dertleşiyor, koca adam tüm gün ağlamaklı dolaşıyordu. Marika ölünce aile biraz daha dağıldı. Bu arada geride az kalan Rum cemaatinin üzerindeki baskılar da arttıkça artıyordu. En sonunda Takis ve Yannis de çareyi Atina’ya taşınmakta buldular ama babalarını Marika’sından ayrılmaya ikna edemeyince onu kendi şehrinde yalnız bırakıp gittiler.

Yordan Efendi’nin bir tek Thanasis’i kalmıştı. Terziliğe devam ediyordu ama cemaat küçüldükçe işleri daha da azalıyordu. Zaten artık terziye kıyafet diktiren de yoktu. Sadece yama, ütü, paça kısaltma, cep, yen dikme, o kadar... Azıcık azığını çıkartıyor, kahvesini içip sigarasını tüttürebiliyordu. Zaten fazlasını artık o da istemiyordu.

Yordan Efendi’nin bu vakitten sonra yaptığı ancak içinden küfretmekti ya, elinden gelir başka şeyi de yoktu. Bir darbe daha oldu 80’de, neyse ki o artık kocamış zar zor yürüyen bir adam olduğundan dokunulacak yeri kalmamıştı. Bir tek, gözünün önünde eriyen gencecik çocuklara üzüldü.“Evren Paşa”ya kimseye etmediği küfürleri etti. Yine içten içe elbet...

Yordan Efendi 90’lı yıllara vardığında yaşı da doksana geliyordu. Takis Atina’da orta halli bir iş sahibi olsa da, Yannis Yunanistan’a daha genç yaşta gittiğinden olsa gerek yolunu bulup ticaretle bir hayli zengin olmuştu.

Yıl 1993’e vardığında Takis ve Yannis babalarına sürpriz yapmak için Paşabahçe’deki evi elden geçirdiler. Her şeyi yenileyip, evin eksiğini gediğini örtecek bir de hizmetçi tuttuktan sonra babalarını o rutubetli, deniz görmeyen zemin katından kurtarmak için İstanbul’a geldiler. Fakat Yordan Efendi’yi yatakta buldular. Hemen doktora gösterdiler, Yordan Efendi’nin anlamadığı Frenk dilinde bir hastalıkmış. Yordan Efendi eskilere dalıyor, bugününü unutuyordu. Bunlara ek, ara ara ağrı krizleri de geliyordu.

Biraz iyileşir gibi olunca, Yordan Efendi’yi Paşabahçe’deki eve taşıdılar. Yordan Efendi ayak diredi. Marika’yı Şişli’de bırakmak istemiyordu. Yannis bir dolu para döküp Marika’nın mezarını Paşabahçe’deki evin bahçesine taşıttı. O vakit Yordan Efendi Yannis’e ne deyip ne edeceğini bilemedi sevincinden. Müteşekkirdi ama baba oğluna müteşekkir olur muydu?

Yordan Efendi Paşabahçe’deki evde yüz yaşına yaklaşıyordu. 2000’i görüp bir yılı da atlatırsa bir asırlık adam olacaktı.

Yannis babasına Paskalya tatilinde; Takis, Hristuyenna’da, yani Noel’de ziyarete geliyordu. Onun dışındaki zamanlar Yordan Efendi’nin gördükleri bir tek, evin işlerini gören Saniye Hanım ve çok sık olmasa da arada ziyarete gelen kadim dostu Thanasis’ti. Yordan Efendi’nin hayatında bu ikisinden başka insan kalmamıştı. Penceresinden bir denize bir de Marika’sına bakıp “Ah ecel” diyordu. “Çok çekti Marikacık, öyle de ölüverdi sebebini bilemedik. O vakitler şimdiki kadar bilmiyordu doktorlar. Kalpten mi öldü? Yoksa başka bir şey? Ah Marika mu ti na sou po tora; ah kardula mou… Ah Marika’m ne diyeyim şimdi sana? Ah yüreciğim…”

Paşabahçe’de sekiz yıl geçmişti. 2000’i devirip 2001’i de gördü Yordan Efendi. Ağrı krizleri girdiğinde acıdan şuurunu kaybediyordu. Zihni de bazen bulanıyor, yirmi beş yıl öncesinden bu yana olan zamanı, yani Marika’sız geçmişini siliyordu. Marika, Paskalya gecesi ölmüştü. Kırmızı yumurtalar hazırlanmış, gece yarısı saat on ikiyi vurduğunda hep birlikte ayağa kalkıp “Hristos anesti” [İsa dirildi] diye bağrılmıştı ki Marika titremeye başladı, düştü. Yordan Efendi’nin kollarında cancağızını teslim etti.

2001 yılının Paskalya’sı yaklaşırken Yannis torununun vaftizi için İstanbul’a gelmişti, hem de bir hayli kalabalık bir çevreyle. Bebeğin ismi vaftizle birlikte verilecekti. Vaftiz törenine üç gün vardı. O gece Yordan Efendi’nin ağrısı tuttu. Yannis başucundaydı. Yordan Efendi bilinci kapalı bir şekilde sayıklıyor, bağırıyordu. Sonra “Marika mu” dedi. “Ne vakit geldin? Şarkı söyleyeyim istiyorsun? İlk voltamızdaki şarkıyı? Söylerim tabi ciğeri mou, gel otur hele…”

Beykoz Hagia Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi

Αν πεθάνω ριψέτε με/ Ölürsem atın beni

Ρουμπα ρουμπα ρουμπα ρουμπα λα/ Rumba rumba rumbala

Μέσα  σε βαθιά νέρα/ Derin sulara…

Κάνω το κορμί μου βάρκα/ Bedenim kayık olsun,

Ρουμπα ρουμπα ρουμπα ρουμπα λα/ Rumba, rumba, rumbala

καί τα χέρια μου κουπία/ Εllerim de kürek…

Yordan Efendi şarkıyı bitirdiğinde sustu. Bu onun son şarkısıydı. Zihni tekrar açılmadı, ertesi gün birkaç saat hariç... Ara iyisi denilen vakit geldiğinde, Yannis’i çağırdı. “Biliyorsun” dedi “ne isim koyacaksın yarın.” Yannis üzgünce başını salladı. Yordan Efendi kelimelerinin sayılı olduğunu bilirmişçesine “Beni Marika’mın yanına gömün Yanni mou” dedikten sonra biraz sustu. Su istedi, içtikten sonra “Ağrılarım başlıyor” deyip Yannis’i odadan çıkarttı. Sekiz yıllık hastalık son provasını yapıyordu. Yordan Efendi bilinci tekrar kapanmadan önce “aman vre aman” diye sayıkladı boş odada. “Ben alacaklının senin kadar pimpiriklisini görmedim. Al bakalım alacağını da hayrını gör” dedi, sonra ağrıları arttı, arttı… Ve sonsuza kadar dindi. Yannis tekrar odaya girdiğinde gülümseyen bir yüz buldu. Ölmeden az önce başucundaki komidinden almış olsa gerek, elinde iğne iplik vardı...

Yannis babasına sarıldı, öptü. “Eh bakalım koca çınar” dedi. “Marika’mıza selam söyle e mi?”  Dışarıda İstanbul saniyede bilmem kaç kişi kalabalıklaşırken, yekünden bir kişi azaldı. Yordan Efendi gördüğü onca sıkıntıya rağmen bırakıp gidemediği Şehir’in üstünden altına taşınıyordu.

Thanasis Efendi dışarıda Takis’i teselli ediyordu. “Marika’sına kavuşacağını bilmese o inatçı herif ölümü de bezdirir gitmezdi ama İstanbul’dan ziyade sevdiği bir tek Marika’sı vardı, en sonunda ona gitti.” Thanasis Efendi susup başını eğdiğinde, Yannis yanlarına geldi. “Ölürken bile bırakmamış elinden iğne ipliği.”

Thanasis Efendi acı bir kahkaha attı yaşlı sesiyle. “Ah kapaços esi!” [Ah seni üç kağıtçı] dedi. “Demek pazarlık da ettin…” 

Kategoriler

Şapgir