Bugünlerde Maritsa Küçük cinayeti ve diğer saldırılarla andığımız Samatya, İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinden biri. Antik dönemlerde suçluların gömüldüğü bir mezarlık bölgesi olan, sonrasında balıkçılıkla uğraşanların yaşadığı bir köy haline dönüşen Samatya, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde giderek daha önemli bir yerleşim yeri haline geldi.
Fotoğraf: Zakarya Mildanoğlu
ROBER KOPTAŞ
rober.koptas@agos.com.tr
Bugünlerde Maritsa Küçük cinayeti ve diğer saldırılarla andığımız Samatya, İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinden biri. Antik dönemlerde suçluların ve idam mahkûmlarının gömüldüğü bir mezarlık bölgesi olan, sonrasında balıkçılıkla uğraşanların yaşadığı bir köy haline dönüşen Samatya, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde giderek daha önemli bir yerleşim yeri haline geldi. Ancak Samatya’nın Ermeniler açısından özel bir yeri var. II. Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra Ermeni nüfusun yerleştirdiği ilk bölgelerden biri olan Samatya, aynı zamanda, 1461’de kurulan İstanbul Ermeni Patrikliği’nin de ilk makamı.
Samatya, Ermeniler için o günden bu yana hep önemli bir merkez oldu. Genellikle esnaflık, zanaatkârlık ve işçilikle uğraşan alt ve orta sınıfın yaşadığı semtte okullar, kiliseler, dernekler, yardım faaliyetleri günlük hayatın nabzını hep yüksek tuttu. O mütevazı yaşamı yaratan insanlar, el birliğiyle Samatyalılık bilincini de ürettiler. Onlar Pera’da, Nişantaşı’nda, başka semtlerde yaşayanlar kadar varlıklı değillerdi belki, ama kendi dünyalarının sınırını da aşan bir birlikteliği ve dayanışmayı ilmek ilmek örebildiler. Ermenice mizah edebiyatının büyük ustası Hagop Baronyan, “Buranın ahalisi yaltaklanmayı sevmez, dalkavukluktan kaçar” sözleriyle, bu hakikiliğe dikkat çekiyordu herhalde en çok.
Neler görmedi ki Samatya? Bizans döneminde Latinlerin yağmasını, İstanbul’un düşüşünü veya fethini, Ermeni-Rum çekişmesini, yeniden iskânı, göçleri, Abdülhamit dönemi katliamlarını, 1915 Soykırımı’nın ardından canını sağ kurtarabilen Ermenilerin yerleştirildiği göçmen kampını, Varlık Vergisi’ni, 6-7 Eylül’ü gördü.
Ama sadece kötü olaylar değil: Dünyaca ünlü zil üreticisi Zilciyan ailesi de oradan çıktı, Zakarya Episkopos Kınunyants’ın Büyük İskender’in hayatını anlatan ünlü Ermenice eseri de orada yazıldı, Kanuni Sultan Süleyman’ın hayran olup sarayına taşımak istediği mozaikler de oranın kilisesindeydi, İstanbul’un orta sınıf eğlence hayatının nabzını tutan meyhaneler de...
Surp Kevork Kilisesi'nin avlusunda muhabbet hiç eksik olmaz Fotoğraf: Vartan Estukyan |
Fatih’in ve seleflerinin döneminde Karaman’dan, Bursa’dan, Nahçivan’dan ve diğer yörelerden getirilen Ermeniler yerleştirilmişti Samatya’ya. Cumhuriyet döneminde ise, ağırlıklı olarak, memleketlerinde barınamayan Yozgat ve Kayserili Ermenilerin İstanbul’da sığındığı yer oldu. Kapalıçarşı esnafının, kuyumcunun, terzinin, bakkalın, nalburun, hayatını emeğiyle kazananların yuvasıydı Samatya.
1960’lardan sonra semtin çehresi giderek değişirken, Türk, Kürt, Müslüman komşularıyla yan yana var oldu Samatyalı Ermeniler. Büyük bir sorun yaşamadılar. Komşuluk ilişkisi içinde hayatlarını sürdürebildiler ve bu anlamda İstanbul’da Ermenilerin tutunabildiği son semtlerden de biri oldu Samatya.
Kurtuluş, Bakırköy, Yeşilköy, Kadıköy, İcadiye... Böyle başka kaç eski İstanbul semti kaldı ki?
Şimdilerde Samatyalı Ermeniler tedirgin. Bu tedirginlik belki yarın başka semtlere doğru bir göçle sonuçlanacak usul usul. Ermenilerin çok iyi bildiği bir hikâye bu. Boğazında bir yumru, gözünde cam kırıklarıyla evini barkını terk etmek zorunda kalmak...
Biliyoruz ki, Samatyalılar direnecektir. Mizahçı Baronyan’a, “Samatyalının kavga olmadan yaşaması mümkün değildir” dedirten damar, inat ettirecektir Samatyalıya. Son güçlerine kadar, evlerinde barklarında, aileleriyle, komşularıyla, okulları ve kiliseleriyle kalabilmek için direneceklerdir.
Dileyelim ki bu direnç haddinden fazla zorlanmasın. Çünkü o halde, kaybeden sadece onlar değil, bu ülkede birlikte yaşama iradesini gösteren herkes olacaktır.
Şimdi gelin Samatya’nın tarihine bir göz gezdirelim.
Bizans’tan önce de yerleşim vardı
Grekçede adı “kumluk yer” anlamına gelen Psamatia’da çok eski zamanlardan beri bir yerleşim yeri olduğu söylenir. Hatta, antik Bizantion şehrinin kurucusu Megaralı Byzas buraya geldiğinde bir köy mevcuttu. Bizans döneminde, Konstantinopolis batıya doğru büyürken, Psamatia surların içinde kalmıştı ama yine nüfusu seyrek bir bölgeydi. Sadece bazı kiliseler ve manastırlar vardı. Bunlardan Studios Manastırı bölgenin en önemli dini merkeziydi.
5. yüzyılda Samatya’da bir mezarlık olduğu biliniyor. Çeşitli kaynakların karşılaştırılması, Bizans’ın ilk dönemlerinde bölgede, özellikle suçluların ve idam edilenlerin gömüldüğü bir mezarlık bulunduğunu doğrular. Bölgeye suçlular mezarlığı nedeniyle ‘yargılama, mahkeme’ anlamına da gelen Krisis adının da verildiği biliniyor.
20. yy başına ait kartpostalda Samatya Surp Kevork Kilisesi ve Sahakyan Okulu bütün kütlesiyle gözüküyor. |
Ermenilerin Samatya’ya ilk göçü
Samatya, İstanbul’un fethinden sonra uzun bir süre Hıristiyan kimliğini korudu. Ama örneğin Studios Manastırı’ndan geriye kalan İoannes Prodromos Kilisesi, İmrahor İlyas Bey Camii’ne çevrilmişti. Bu cami, 1894 depreminde yıkıldıktan sonra bir daha onarılmadı. İstanbul’daki en eski kilise kalıntısı olarak hâlâ ilgi bekliyor. Fetihten sonra sur içi İstanbul iskân edilirken bu bölgede de camiler, mescitler etrafında yeni mahalleler oluşmaya başladı ve mahallenin Hıristiyan-Müslüman nüfusu dengelendi. Marmara Denizi’ne doğru eğimli inen tepenin alt kısımlarında, yani Samatya’da daha çok Hıristiyanlar yaşarken, 17. yüzyıldan itibaren Kocamustafapaşa olarak anılmaya başlanan üst kısımlarda da çok sayıda Müslüman yaşıyordu.
İstanbul’un fethinden sonra, harap olan şehrin onarımı için Fatih Sultan Mehmet, Anadolu’nun çeşitli yörelerinden Ermeni ustaları, sanatkârları ve işçileri İstanbul’a getirtti. Bursa Episkoposu Hovagim’i 1461’de İstanbul’a çağırıp ona Patrik unvanını veren II. Mehmet, Samatya’da, Rumlara ait olan ve Perivleptos (muhteşem) adıyla anılan Teotokos ya da Panayia kilisesini Ermenilerin kullanımına verdi ve burası Ermenilerin kentteki ilk Patriklik makamı oldu. Surp Kevork adı verilen manastır, Türkçede de, ayazmasından ötürü Sulu Manastır olarak anılıyordu.
İstanbul’un tarihini yazan Ğugas İnciciyan’a gore, Perivleptos Kilisesi’nin Ermenilere verilmesini kabullenemeyen Rumlarla Ermeniler arasındaki çekişmeler yaşanmış, tartışmalar uç noktalara vararak, kanlı olaylar cereyan etmiş, hatta Surp Kevork Kilisesi halk arasında uzun sure ‘Kanlı Kilise’ olarak anılmıştı.
Önde gelen Ermeni araştırmacılardan Hrant Asadur da, fetihten sonra Karaman’dan İstanbul’a getirtilen Ermenilerin önce Samatya’da Ghastria Manastırı önündeki ormanlık arazide, çadırlar altında çok zor koşullarda yaşadığını, ancak daha sonraları kilisenin çevresine yapılan evlere geçtiklerini aktarır.
Osmanlı döneminde payitaht İstanbul’a Ermeni göçü neredeyse hiç durmadı. I. Selim (Yavuz) döneminde (1512-1520) Tebriz, Erzurum, Muş, Kemah, Sivas ve Erzincan’dan; III. Murad döneminde (1574-1595) Nahçivan ve Tebriz’den getirilen Ermeniler Samatya, Yenikapı ve Kumkapı’ya iskân edildiler.
Tarihi simge: Surp Kevork
Bir Ermeni seyyah olan Polonyalı Simeon, Seyahatnamesi’nde Samatya’dan ve Surp Kevork Kilisesi’nin güzelliğinden söz eder: “Yedikule’nin yakınında bulunan Sulu Manastır’a gittik. Burada Ermenilere ait kubbeli ve kâgir büyük bir kilise vardır. Denize nazır yüksek bir mevkide bulunan ve Surp Kevork adını taşıyan bu kilisenin Konstantin’in oğlu İmparator Kostas tarafından yapılmış olduğu söylenir. Kilisenin etrafında güzel çiçek ve yemiş bahçeleri, bağlar, iyi sular, yerli ve misafir ruhanilerle siviller için ayrı ayrı evler bulunuyordu. Burada, denize nazır yüksek bir mevkide yaldızlı ve rengârenk boyanmış çok şirin küçük bir köşk, bunun önünde de üstü kapalı büyük bir sofa vardı ki, sıcak zamanlarda orada oturanlar bir daha dışarı çıkmak istemezler. Kilisenin arka kısmında Edirne’deki Alipaşa ve Bursa’daki Gelincik gibi dar ve uzun kâgir bir kemer vardı. Kemerin etrafında, başta hazreti İsa, sağ tarafında İmparator Konstantin, solda ise oğlu ile beraber İmparatoriçe Helen olduğu halde 318 patriğin resimleri bulunuyordu. Rivayete göre, İstanbul Konsili burada toplanmış ve burası aynı zamanda Hrisostomos Yoannes’in sofra mahalli olmuştur. Şimdi ise Ermeni Patrikhanesi ve patriklik makamıdır.”
1630’da İstanbul’a gelen seyyah Stockhove da 1670’te Rouen’de yayımlanan seyahatnamesinde Kanuni Sultan Süleyman’ın Surp Kevork Kilisesi’ne duyduğu ilgi ve sevgiden söz eder: “Şehirde, Ermenilere ait duvarlarla çevrili büyük bir mahal mevcuttur ki, patrikhaneleri oradadır. Kiliseleri küçük ve aleladedir, fakat geniş bir holü vardır ki, burada Hıristiyan imparatorlar zamanında bir konsil toplanmıştır. Holün duvarlarında, bu konsile iştirak eden ruhani reislerin resimleri bulunmakta, içlerinde çok garip kıyafetlere girmiş olanlar görülmektedir. Kapının üst tarafında, bir imparator ile imparatoriçenin ve diğer iki kadının mozaik resimleri vardır. Bu resimler sanki henüz yapılmış gibi hiç bozulmamış bir halde kalmıştır. Ermenilerin söylediklerine göre, Sultan Süleyman, bu resimlere çok alaka gösterir, onları sık sık görmeye gelir ve o kadar beğenirmiş ki, sarayına naklettirip yerleştirmeyi arzu edermiş. Fakat canlı mahlûk resmi yapmayı men eden dinlerinden dolayı bu arzusunu yerine getirememiş.”
Mimaride ve nüfusta dönüşümler
Bölgede geniş bir Müslüman nüfus da yaşıyordu. Nitekim Sünbül Efendi Camii (eskiden Ayios Andreas Manastırı), Mirza Baba Tekkesi (eski bir Bizans yapısının üstüne kuruludur), Sancakdar Hayrettin Mescidi ve Tekkesi, Abdi Çelebi Camii ve Ağa Hamamı (her ikisi de Mimar Sinan’ın eseridir) gibi önemli yapılar halen ayaktadır.
Samatya’daki kiliselerin büyük bir çoğunluğu ise, ahşap olarak pek çok yangın geçirdikten sonra, 1830’lu yıllardan sonra inşa edilmiştir. Bunlardan en önemlileri, Servilerin Aya Yorgi, Ayios Minas, Aya Nikola ve Aya Lipsis Ortodoks Rum kiliseleridir.
Bu kalabalık mahalle, farklı tarihlerde inşa edilen çok sayıda eğitim kurumunu bünyesinde barındırıyordu: Cemaran (1805-1810) ve Akabyan yatılı okulu (1869), Ortodoks Ermenilerin okullarıydı. Diğer yandan Katolik toplumuna ait olan Meryem Ana Kilisesi (1837) ve Surp Mesrob Koleji (1856) de bu semtteydi.
Samatya’nın bugün hâlâ anaokulu, ilköğretim ve lise düzeyinde eğitim vermeye devam eden Sahakyan-Nunyan okulu, yönetimi süresince önemli bir eğitim ve kültür hamlesi yapan Patrik Golod tarafından 1830’da açılmıştı. Semtin bir başka önemli ve halen faal eğitim kurumu da, 1857’de inşa edilen ve Meryem Ana’ya ithaf edilen Ermeni Katolik Anarad Hığutyun Kilisesi’nin okuludur.
Fotoğraf: Zakarya Mildanoğlu
En acı durak: Gayan...
Birinci Dünya Savaşı sırasında Surp Kevork Kilisesi ve yanındaki Sahakyan Nunyan okuluna askeri amaçla el konuldu. 1917’de buraya Sırp esirler yerleştirildi, mütarekenin ardından ise kilise tekrar ibadete açıldı. 1918’den sonra kiliseye Anadolu’da katliamlardan sağ kurtulanlar yerleştirildi, Gayan (kamp, durak) adı verilen bu göçmen konaklama merkezinde yüzlerce insan yıllarca kaldı. Samatya’daki kamp, şehrin diğer yerlerindeki benzerlerinden farklı olarak, yaklaşık 20 yıl faal kaldı ve Anadolu’dan hâlâ gelmekte olan Ermeni göçmenlerin pek çoğunun ilk durağı oldu.
Samatya’daki gayrimüslimler 1942 Varlık Vergisi faciası ve 6-7 Eylül 1955 yağmasından da nasibini aldı. Bu acı olayların ardından nüfus giderek azalmaya başladı, buna paralel olarak semtin sosyal ve mimari yapısı hızlı bir değişime uğradı.
Aslında Samatya ve Kocamustafapaşa’da değişimin daha önce başladığı da söylenebilir. İstanbul’un dönüşümüne bağlı olarak, bu bölge de daha 19. yüzyıldan başlayarak bir toplumsal değişim yaşadı. Maddi imkânı olan, Batılı bir yaşam tarzına özenen kesimler şehrin başka semtlerine göç ettiler. 20. yüzyılın başından itibaren buraya daha çok Rumeli’den gelen göçmenler ve Karadenizliler yerleşmeye başladı. Semtin içinde kalan bostanlar, bahçeler yavaş yavaş evlerle doldu, ancak semtin iki sıralı ahşap evlerin bulunduğu sokakları, geleneksel çarşısı 1960’lara kadar varlığını fazla bir değişiklik olmadan sürdürdü. 1970 sonrasında ise eski ahşap evler yıkılarak yerine çok katlı apartmanlar inşa edildi ve semtin çehresi büyük ölçüde değişti.
Ğazaros ve Takuhi Tovmasyan 'Sofranız Şen Olsun' kitabından |
Sürgün artıkları arasında bir Mardik Amca
Büyük ilgiyle okunan ‘Sofranız Şen Olsun’ kitabının yazarı Takuhi Tovmasyan, ninesi Takuhi’nin, Samatya Surp Kevork Kilisesi’nde, 1915’ten sonra sürgün artıklarının toplandığı kampta bir yakınını bulma umuduyla yaptığı arayışları anlatıyor.
Takuhi yayam yirmili yaşlarının sonlarına doğru, Kel Tomos’un oğlu Ğazaros Efendi’yle evlenmeyi kabul etmiş. Kabul etmiş diyorum; çünkü Kel Tomos’un oğlunun durumu, kolay kolay kabul edilebilecek gibi değilmiş. Ğazaros Efendi, Sofik adında, boylu boslu, hareli yeşil gözlü, güzel bir kadınla evliymiş; Garbis, Ağavni ve Mardik adında birbirinden güzel üç de evlatları varmış. Genç anne veremden ölünce Ğazaros Efendi üç çocuğuyla dul kalmış. İkinci kez evlenmek için İstanbul’da hangi kızın elini istemişse ‘üç çocuklu dul bir adam’ olduğu için reddedilmiş. Üç çocuğun bakımının zorluğu bir yandan, reddedilmişliğin verdiği acı öbür yandan, bu durum bizim heybetli, ‘vardakosta’ Ğazaros Efendi’nin pek zoruna gitmiş. Sonunda gelin adayını köylerinde, yani Çorlu’da aramaya başlamışlar.
Sözünün eri, dediğim dedik, azıcık da inatçılıklarıyla ünlü Çorlulu Sarmısaklıyan ailesinin kızı Takuhi’yi razı edip söz kesmişler. Taze gelin ancak telini, duvağını, gelinliğini çıkardığında öğrenebilmiş evlendiği adamın iki değil de üç çocuğu olduğunu. Bizimkiler reddedilme endişesiyle çocukların sayısında küçük bir ıskonto yapmışlar. Sarmısaklıların Takuhi sözünün eri bir kadın olduğu için karşısındakinden de aynı dürüstlüğü beklemiş, ama Ğazaros Efendi’de bunu bulamayınca; “İki çocuk dediniz kabul ettim, üç de deseydiniz kabul ederdim, yeter ki beni kandırmasaydınız. Bu ikisine kendi evladım gibi seve seve bakarım ama üçüncüyü istemem” demiş ve düğün ertesi, büyük oğlanla kızı alıkoymuş, küçük Mardik’i, leyleğin attığı yavru misali, büyükanne ve büyükbabasıyla Çorlu’ya göndermiş.
Gidiş, o gidiş. Bir daha görememiş küçük Mardik’in yüzünü. Ne bilsin çocuğun başına gelecekleri. Bilse gönderir miydi hiç...
Küçük Mardik Çorlu’da büyümeye fırsat bulamadan dedesi, büyükanası ve Çorlu’da yaşayan diğer akrabalarıyla Tehcir yolculuğuna çıkmak zorunda kalmış...
Aylar, yıllar geçmiş, Takuhi yayam sözünü tutmuş, Ğazaros Efendi’nin iki çocuğunu kendi evlatları gibi sevmiş, bakmış, büyütmüş, bu arada kendisinin de Bedros ve Sarkis adında iki oğlu olmuş, ama aklı hep o küçük Mardik’te kalmış.
Ara sıra, Samatya Surp Kevork Kilisesi’nin avlusuna ‘sürgün kalıntıları’ geldi diye bir haber çıkarmış.
Takuhi yayam babamın elinden tutup, Mardik’i bulurum hevesiyle, koşarak gidermiş Yedikule’den Sulumanastır Surp Kevork Kilisesi’ne. Orada, o perişanların arasında Mardik’i arar, gören var mı, bilen var mı diye sorarmış. Nafile... Ne gören, ne bilen çıkmış. Her seferinde biraz daha omuzları çökük dönmüş evine.
Hatırlarım, yayam hep hesaplardı; Mardik şimdi büyümüş, delikanlı olmuştur, kim bilir kimlerin yanındadır, belki Amerikalı misyonerlerin eline geçmiştir, belki Türk olmuştur, belki Kürt olmuştur... mıştır... muştur...
Yayam, Mardik’in ölmüş olma ihtimalini hiç mi hiç hesaba katmadı. 1957’de seksen yaşında sarkomdan öldüğünde, tıpkı çağdaşları gibi ne zorluklar, ne acılar çekmişti hayatı boyunca, ama kırk elli yıl hiçbir acıdan çekmedi vicdanından çektiği kadar.
Mardik’i bulma düşüncesi, babama anasından miras kalmıştı. O da yıllarca Fransa’da, Bulgaristan’da, Ermenistan’da yaşayan akrabalarına, Çorlululara mektup yazdı durdu. Bir ümit, belki Mardik’in izine rastlarım diye bekledi, ama hiçbir haber çıkmadı...
Bana da yayamdan, babamdan intikal bu vicdan meselesi kaldı. En kalıcı miras bu olsa gerek. Ev, eşya kalsa satılır giderdi, para kalsa harcanır biterdi. Yayamın ve babamın aramaları sonuç vermemişken ben ne yapabilirdim ki? En azından onun canı için bir irmik helvası kavurabilirdim.
Mardik amcamın yaşıyor olma ihtimali kalmadı artık. O zor günlerden sağ olarak kurtulduysa bile, ihtiyarlıktan Hakkın rahmetine kavuşmuştur bugün mutlaka. Ölüm tarihi belli olmadığı için, her helva kavurduğumda bir Hayr Mer (Göklerdeki babamız duası) de Mardik amcam için söylerim.
Samatyalılar kilisenin halılarını o kadar çok öper ki...
Ünlü Ermeni mizah yazarı Hagop Baronyan, ‘Bduyd mı Bolso Tağerun Meç’ (İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti) eserinde Samatya’da yaşayan Ermenilerden de söz eder. İşte Baronyan’ın tasviriyle Samatyalılar.
Ahbap. Semt ahalisinin bir kısmını gördün işte. Bunlar balıkçılar, gündeliklerini çıkardıkları gibi meyhaneye koşar ve içer de içerler. Gördüğün gibi, okula da her zaman yardımda bulunurlar, semtin okullarına karşı özel bir sevgileri vardır.
(...) Semt sakinleri milletini ve kilisesini eşit şekilde sever. Fakat bundan rakıyı daha az sevdiği sonucu çıkarılmasın. (...) Kilisenin halıları o kadar çok öpülür ki, ayda bir parçalanır. Mütevelliler bunca öpüşe halı dayanmayacağını dikkate alarak halıları kaldırmaya karar verdi. Halk şimdi de toprağı öpüyor ama artık toprak bile eskidi.
Samatyalılar alçak sesle konuşmayı bilmez. Öyle ki, sır vereyim derken kulağına söyledikleri ta Yenikapı’dan işitilir.
Buranın ahalisi yaltaklanmayı sevmez, dalkavukluktan kaçar, fakat cemaat içi bir kavga olduğunda bütün kalbi ve vücuduyla öne atılır. Eğer cemaat içi kavga yoksa çıkarmaya çalışır. Kavga olmadan yaşaması mümkün değildir.
Yozgatlı Ermenilerin Samatyalı çınarı
1914’te Yozgat Burunkışla’da doğan ve hayatı Mayıs 2012’de Samatya’da sonlanan Paravon Gökbaş, Samatya’nın ve Yozgatlı Ermenilerin çınarı, son yüzyıl Anadolu Ermeni tarihinin adeta bir canlı tanığıydı. 1915’teki katliamlar sırasında henüz yedi aylıkken babasını kaybetmişti. Zaten ailesi, 1909 Adana olayları sırasında Adana’dan Burunkışla’ya göç etmişti.
Göç yolları ona ve ailesine bir kez daha 1933’te, ‘nehirlerin donduğu ve karın bir insan boyu olduğu’ bir kış vakti gözüktü. Bir gece kaymakam geldi ve köyü terk etmelerini istedi. Paravon Gökbaş için bu bir milattı. Kardeşlerinin her biri başka bir aileye verilmiş, ailesi darmadağın olmuştu.
Burunkışla Ermenileri 60 hane halinde kalkıp İstanbul’a geldi. Ailelerin bir kısmı Ortaköy’e, bir kısmı Samatya’ya yerleştirildi. Haydarpaşa’dan Samatya’ya geçen kafile, burada Anadolu’nun diğer kentlerinden göç edenlerle bir arada yaşamaya başladı. Paravon Gökbaş Beşiktaş’ta çiniciliğe başladı, eşi Güllü’yle evlendi. Kendisine köyünde yaşama izni vermeyen devlete ‘borcunu ödemek’ için askere gitti. 30 ay askerlik yaptı. Yetmezmiş gibi, sadece gayrimüslimlerin tabi tutulduğu 20 Kura askerliğe de gönderildi. Toplamda 4 yıl askerlik yapmış oldu.
1952’de Samatya Surp Kevork Kilisesi Vakfı’nın başkanlığını üstlenen Gökbaş, Ermeni toplumundan gördüğü yardımın karşılığını, Sahakyan Nunyan Okulu’nun lise bölümünün açılmasına büyük katkıda bulunarak verdi. Bugün Surp Kevork Kilisesi’nin zeminini süsleyen çinileri de Gökbaş yaptırmıştı. Samatyalıların Paravon Dayı’sı, yıllar yılı kiliseye, okula ve Samatyalılara hizmet verdi, onların dertlerine derman olmaya çalıştı.
Ömrünün son demlerini Yozgatlı hemşerileriyle birlikte Samatya Surp Kevork Kilisesi’nin avlusunda geçiren Paravon Dayı’nın en büyük neşesi, Sahakyan Okulu’nun bahçesinden yükselen çocuk sesleriydi. Paravon Gökbaş, bugün Balıklı Ermeni Mezarlığı’nda yatıyor.