Dindar kesimin en bağımsız seslerinden biri olan ilahiyatçı yazar Hidayet Şefkatli Tuksal ile Türkiye’de çoğunluk olmanın anlamını konuştuk.
FUNDA TOSUN
fundatosun@agos.com.tr
Kadın Hakları konusundaki çalışmalarıyla da tanınan ve Başkent Kadın Platformu’nun kurucuları arasında yer alan Tuksal, Cumhuriyet’in, Batılılaşma projesiyle mutsuz bir çoğunluk yarattığını söylüyor. “Devletin dil, müzik, kültür, adab-ı muaşaret politikaları o denli Batılı bir yerden yürümüştür ki herkes dışlandığı ve aşağılandığını hissetmiştir. Cumhuriyetin modernizasyon projesiyle batılılaşma politikasıyla uzlaşmış, bundan mutlu olmuş, kazanç sağlamış çok küçük bir elit var olmuş, geri kalanı hep mutsuz olmuştur. Bu koşullarda ancak bir mutsuzlar çoğunluğu olduğundan bahsedebiliriz. Ama bir güçlüler çoğunluğundan bahsedemeyiz. Hemen hemen herkesin mutsuzlukta, yoksullukta, haksızlığa uğramakta eşitlendiği bir sistemden bahsediyoruz. Kendisini eşit, güvende, saygın olarak değil eğreti olarak hisseden insanların oluşturduğu bir çoğunluk olamaz. Dolayısıyla, sosyolojik anlamda bildiğimiz bir çoğunluktan bahsetmek mümkün değil.”
• Geçtiğimiz günlerde ‘Hrant Dink, azınlıklar ve çoğunluğun sorumluluğu’ başlıklı panelde ‘çoğunluğun zaafları’nı anlattınız ve Türkiye’de aslında çoğunluk denen bir grubun var olmadığını söylediniz. Türk-Sünni kesim neden çoğunluk değil?
Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren çok küçük bir elitin mutlu olduğu, kalabalıkların ise bir şekilde mağdur edildiği bir ülke. Cumhuriyet, her ne kadar Türk kimliği, Türk milliyetçiliği üzerinden şekillenmişse de, has Türk olan birçok insan ve grubun Türk olmaları dışında herhangi bir kabul görmediği bir rejim olmuştur. Devletin dil, müzik, kültür, adab-ı muaşaret politikaları o denli Batılı bir yerden yürümüştür ki, herkes kendisinin dışlandığı ve aşağılandığını hissetmiştir. Pek çok geleneksel davranış, yaşama biçimi, dil alışkanlıkları aşağılanmış ve dışlanmıştır. Yani iyisi ve kötüsüyle koskoca bir kültür yok sayılmıştır. Ve tabii ki dini inançlar, adetler için de bu durum geçerlidir. Dolayısıyla Cumhuriyetin modernizasyon projesiyle Batılılaşma politikasıyla uzlaşmış, bundan mutlu olmuş, kazanç sağlamış çok küçük bir elit var olmuş, geri kalanı hep mutsuz olmuştur. Bu koşullarda ancak bir mutsuzlar çoğunluğu olduğundan bahsedebiliriz. Ama bir güçlüler çoğunluğundan bahsedemeyiz. Özellikle çok partili döneme kadar hemen hemen herkesin mutsuzlukta, yoksullukta, haksızlığa uğramakta eşitlendiği bir sistemden bahsediyoruz. Kendisini eşit, güvende, saygın olarak değil eğreti olarak hisseden insanların oluşturduğu bir çoğunluk olamaz. Dolayısıyla, sosyolojik anlamda bildiğimiz bir çoğunluktan bahsetmek mümkün değil.
Türkiye’yi sol bir gözle okuduğunuzda dindar bir parti yüzde elli oyla iktidarda; dindarların istediği her şey oluyor, diyanetin bütçesi şu kadar, bu kadar İmam Hatip, bilmem ne kadar imam ve cemaatler var. Dolayısıyla bunlar çok güçlü. Oysa gerçekte son iki üç senedir görece rahatlama duygusu yaşayan Müslüman bir kesim var, o kadar. Daha öncesinde hâlâ diken üstünde olan bir kitle vardı. Herhangi bir şekilde güven duymuyorlardı, bunu AK Parti’nin kendisi bile duymuyordu. Bu dönemden sonra belki bir çoğunluk duygusu oluşabilir.
• Yani mağduriyet duygusu sadece azınlıklarda değil, bugün çoğunluk olarak gördüğümüz Sünni-Müslümanlarda da var diyorsunuz…
En basitinden, yıllarca köylerine imam gönderilmemiştir, dini eğitimleri yasaklanmıştır. Kömürlüklerde, şurada burada kaçak dini eğitim aldıkları, yakalandıkları, bu sebeple hapsedildikleri ve hatta Kuran-ı Kerim’in yasak yayın olarak toplandığı dönemler yaşamışlardır. Türkiye’de herkes kendi mağduriyet hikayesini biliyor ve bunu önemsiyor. Ale-viler kendi mağduriyet hikayesini, Sünniler bir tek kendi yaşadıklarını, azınlıklar kendi deneyimlerini biliyor.
• Eğer bir çoğunluk yoksa, çoğunluğun Türkiye’de olan biten üzerindeki etkisi ya da sorumluluğu, örneğin Dink’in öldürülmesinde ya da Kürt meselesindeki sorumluluğu gibi bir tartışmanın da anlamı yok. Öyle mi?
Çoğunluk dediğimiz şey aslında bireylerden oluşan bir şey. Bir insan ‘Türkiye’de Hrant öldürüldü. Ben birey olarak ne yapabilirim?’ diye sorup, mahkemesine gidiyorsa, imza kampanyasına katılıyorsa, 19 Ocak’ta Agos’un önünde oluyorsa, bu önemli bir şeydir. Çünkü Türkiye’de kendine güvenen, bir vatandaşlık duygusuna sahip bireyler bulabilmek oldukça güç. İnsanlara ‘Sen kimsin?’ diye sorduğunuzda ya ailesiyle, ya cemaatiyle ya da köyüyle kendini tanımladığını görürsünüz.
İnsanlar tüm bu yaşananlardan çok üzüntü duyduğunu ve fakat kendilerine bir görev düşmediğini düşünüyorlar. Çünkü kendilerine bugüne dek kıymet veren bir devlet geleneği olmadı. Çünkü çoğunluk ya da azınlıktan fark etmez, sıradan insana bu ülkede hiçbir zaman bir şey sorulmadı. Kanun yapılırken sorulmadı, anayasa hazırlanırken sorulmadı, ya da bir karar alınırken sorulmadı. İnsanlar kendilerinin bir eylemliliğinin olacağı fikrine çok yabancı. Özellikle daha sağ kesim, ‘fitne çıkarmak, karışıklığa sebep olmak’ gibi bir korkuya sahip. Mesela çoğunluk dediğiniz kesimin en temel problemlerinden biri olan başörtüsü konusunda bile çok fazla eylem yapılmadı. Hatta bazı cemaatler, kadın-erkek bütün fertlerini bu eylemlerden uzak tuttu. Yani sağ kesimin ya da solda olmayan kesimin böyle bir sorunu var.
Burada bence cemaat liderlerine daha çok iş düşüyordu. Hem Dink cinayetinde hem azınlıklar meselesinde bu insanların söz söylemesi, sorumluluk aldıklarını açıklamaları gerekiyordu ve hâlâ da gerekiyor.
• Peki toplumsal olaylarda sol kesimden diyebileceğimiz insanların bu olayları sahiplenmesinin diğer kesimdekileri dışarıda bıraktığı gibi fikirlerin sizce gerçekliği var mı?
Sol olmayan kesimlerde sokakta eylem yaparak çözüm arama fikri yoktur. Daha çok lobicilik geleneği vardır. ‘Biz bu işi kiminle çözebiliriz? Şunlara ulaşalım, heyetler kuralım’ gibi çalışmalar yaparlar. Kendilerini siyasi bir aktör olarak görmeyen insanlar için meseleye bir başkasının sahip çıkması durumunda zaten yapılacak her şeyi yapıyorlar gibi bir duygu da oluşuyor.
• Hrant Dink cinayeti ve Roboski, AK Parti iktidarı dönemindeki en kritik meselelerinden ikisi oldu. Dink cinayetinin aydınlatılmasının namusu olduğunu söyleyip cinayet sürecinde rolü olan pek çok kamu görevlisi terfi ettirmek ya da Roboski’de yaşanan katliamın ardında bu derece can siperane durmak. Sizce bütün bunların anlamı ne?
Gerçekten bunu ben de anlayamıyorum ama şunu görebiliyorum AK Parti bu olaylarda adaleti birtakım değerler uğruna feda etti. Hangi değerler için adaletten ya da adaleti gerçekleştirme göre-vinden vazgeçilebilir diye baktığımdaysa buna değecek bir şey görmüyorum. Ama demek onlar görüyorlar. Kendi fikriyatlarını yeterince etik bir şekilde oluşturmayan bir parti AK Parti. Pragmatik bir şekilde, nabza göre şerbet veriyor. Hrant Dink öldürüldüğünde “Bu cinayeti aydınlatmak bizim namus borcumuz” denmesi de nabza göre verilen şerbet, milliyetçi dalganın istekleri doğrulturunda yapılan ya da yapılmayan işler de nabza göre verilen şerbetler.
Ben umutvar olmak istiyorum. İnsanların her gün yeniden doğabileceğine inanmak istiyorum. Başbakan’ın da yargıçların da yaptıkları yanlışları düzeltmelerini istiyorum. Hrant için ve Roboski için adalet talep ediyorum. Bu iki konuda adalet tecelli etmezse, adalet kavramının kendisi büyük yara alacak ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaletinin bir kıymeti kalmayacak. Kıymetsiz bir şeyi partisine isim yapmış bir başbakan olacak. Sırf bunun için bile adaleti yerine getirmek zorunda.
‘KÜRTLEŞMEK VE ERMENİLEŞMEK ZORUNDAYIZ’
• Kürt meselesi üzerine yazdığınız bir yazıda Türklerin Kürtleşmesi gerektiğini ifade ettiniz. Türkler nasıl Kürtleşebilir?
Bu ülkede Kürtler kendilerini dışlanmış, kandırılmış, aşağılanmış hissettiler; hâlâ da öyle hissediyorlar. Ve haklı olarak öfkeliler, gençler çok daha öfkeli. Yapılması gereken, Ermeniler, Kürtler ve diğer tüm azınlıklar açısından resmi tarihimizi yeniden doğru dürüst bir biçimde konuşmak. Milli Müfredat’ın ezberleriyle hepimizin gözleri hakikate karşı körleşti. Bu ezberler bizi sadece kör değil aynı zamanda hakikat karşısında aynı zamanda agresif de yapıyor. Hakikatle yüzleşmek dediğimiz mesele ise çok travmatik bir süreç. Yıllarca Türk kimliği üzerine güzellemeler dinleyip bunları içselleştiren insanlar olarak bütün etnik kimliklerin ‘güzellemeleri’ni öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda reddettiğimiz Kürt kültürünü öğrenmek, Ermenileri tanımak, Kürtleşmek ve Ermenileşmek zorundayız. Bunlar bölünmek istemeyenlere söylenmiş sözler, çünkü birbirimize bu kadar uzak ve bigane kalarak birbirimizi tanımamız ve beraber yaşamamız mümkün değil. Ben kendi adıma Kürtçe öğrenme istiyorum, bunu bir görev olarak addettim. Barış isteyen herkesin kendisine birtakım görevler edinmesi gerekiyor.