Kimlik siyasetinden yola çıkıp milliyetçiliğin tuzağına düşmeden sözünü söyleyebilmek zor iş. Hrant Dink bir ömür bu zoru başardı. Türkiyeli bir Ermeni olarak ülkesine dair her meseleyi kendine dert edinirken, kendinden yola çıkıp insanlığa varmayı, kalıpları yıkan, algıları sarsan diliyle inkâr edilen gerçekleri paylaşmayı bildi. Siyasi öngörüsünü samimiyetle birleştirirken çok insanı etkiledi, akıl kadar yüreğe hitap etti.
Fotoğraflar: Müjgan Arpat |
KARİN KARAKAŞLI
karinkarakasli@agos.com.tr
Türkiyeli Ermeniler ilk kez onunla bu denli görünür oldu. Konuşulması gereken tarihten öte, hakkıyla paylaşılması gereken bir bugün olduğunu da öğrendi Türkiye, çünkü Hrant Dink’in Ermeniliği, bir noktasında saplanılıp kalınmış tarihe değil, omuz omuza ilerlenecek bir geleceğe yönelikti.
Onun yurtseverliği de çok sınanmış bir sevdadır... O kadar ki, barış için çıktığı yolda ‘Türk düşmanı’ olarak yaftalandığı o en yalnız, en zorlu zamanlarında bile yurtdışında ülkesini şikâyet etmeyi zûl saydı.
Bu yolda başta Kürt sorunu olmak üzere ülkeyi cehenneme çeviren bütün tabuları, acıları kendine dert edindi. Barış ümitlerinin güç bela yeşertildiği ve her nevi provokasyon tehlikesi karşısında gülü fırtınadan sakınır misali o ümidin üzerine titrediğimiz bugünlerde, Hrant Dink’in Ermeni ve Kürt sorularına ilişkin saptamalarını alıntılarla hatırlatmak istedik. Zamana yenik düşmeyen bu satırlar, bundan sonrası için yazılacakların ve yapılacakların ilhamı olsun hepimize. Hep kendisine nasıl danışmışsak, öyle…
‘Siz kimin kanını döktünüz?’
Agos, 23 Temmuz 1999
Pervasız konuşmanın cins örneklerine zaman zaman Kürt aydınların konuştuklarında veya yazdıklarında da rastlıyoruz. Geçenlerde davet edildiğim geniş katılımlı bir toplantıda bir kez daha aynı ıstırabı yaşadım. Öcalan’ın idam kararı sonrası ortaya çıkan barış ortamının sağlanıp sağlanamayacağının sorgulandığı bir toplantıydı. Sonuna kadar kaldım ve büyük bir sabırla konuşulanları dinledim. Özellikle barış ortamının sağlanması için ortaya konulan inisiyatif umut vericiydi. Ne var ki toplantının sonuna doğru, hiç niyetim olmadığı halde, dayanamadım ve bir konuşmacının söylemini eleştirmek zorunda kaldım. “Biz Türkler ve Kürtler ezelden beri zaten kardeşiz. Çanakkale’de, şurada burada şehit verdik, biz birlikte kan döktük...” türünden alışageldiğimiz söylemlerden biriydi.
Açtım ağzımı...“Barışın nasıl sağlanabileceğinin tartışıldığı böylesi bir toplantıda bile hâlâ birlikteliğimizi ve kardeşliğimizi geçmişte birlikte döktüğümüz kanların üzerine bina ediyor ve milliyetçi söylemlerin bu lumpen jargonuna kendimizi kaptırıyorsak, yıkmak öldürmek yerine üretmek ve yaratmak temelinde bir birlikteliğin söylemini geliştiremiyorsak, bizler hangi gerçek barışı tesis edebiliriz? Gelecekteki birlikteliğimizi hâlâ mı birlikte kan dökmelerin nostaljisi üzerine bina edeceğiz. ‘Gelin birlikte barışı konuşalım’ diye buraya davet etmiş olduğunuz dostlarınızdan biri eğer benim gibi bir Ermeni ise şimdi buradan kalkıp da size sormaz mı? Siz kimin kanını döktünüz? Aradan bir asır geçmesine rağmen hâlâ döktüğünüz kanı bugünün tutkalı niyetine kullanmaktan hicap duymuyor musunuz?” Yumdum gözümü...
Bir bilenden ‘Ya Rabbi’ye
Agos, 28 Şubat 2003
Saddam diktatörü yıllardır Irak’ta halkına kan kusturuyor. Ülke insanı kendi içinde birkaç etnik safa mevzilenmiş durumda. Bölgeye gelip yerleşmek isteyen Amerikan-İngiliz ittifakı için bu bulunmaz bir fırsat. Amerika ülkenin muhalefet güçlerini, etnik kesim liderlerini, kâh Amerika’da kâh Avrupa’da toplayıp, Saddam’ı birlikte devirme planları yaptı. Şimdi sıra geldi icraata. Denen o ki, Saddam sonrasında herkesin kendi özgürlüğünü yaşayabileceği demokratik bir sistem kurulacak. Güya Amerika ezilen halklara özgürlük getirecek. Ne kadar da o günleri andırıyor bu günler Ya Rabbi... Ne kadar da o günün Ermenilerini andırıyor bugünün Kürtleri!..
Yüzyıl önceki o beklentiler, o umutlar Ermeniler açısından tam bir hüsranla sonuçlandı işte. Beklentinin gerçekleşmemesi bir yana, varlığını o zamana dek belli bir millet sistematiği içerisinde sürdürebilen Ermeni halkının büyük bölümü yok edildi, bir milletin kökünün kazınmasına vesile olundu. Koca halkın Anadolu üzerindeki tüm izlerinin silinmesine kapı aralandı.
İyisi mi sen gel ey Kürt kardeşim... Sen gel şu işi bir bilene sor. Şu Ermeni kardeşinin bilirkişiliğine güven. Böylesi savaş ortamlarına güvenme... Bil ki bu savaş ortamları zalimlerin nezdinde bitirilmemiş hesapların da kökten çözüme kavuşturulduğu tuzak fırsatlardır. Bak şimdi tüm dünya halkları ayakta. Savaşa engel olmak için insanoğlu silahsız bir söylem geliştiriyor. Sen de onların arasında yerini al. Savaş istemiyormuş gibi gözüküp de savaşı kışkırtanları arana sokma. Onların barış mitinglerimizi sabote etmelerine, barış söylemlerimizi sulandırmalarına izin verme. Ne kadar da o günleri andırıyor bu günler Ya Rabbi... Sonumuzu benzetme bari.
Dost acı söylermiş
Agos, 19 Ağustos 2005
Biz ‘Kürt sorunu’ desek de demesek de, biz “Varlardı - yoklardı” diye tartışsak da, Kürtler varlar ve Kuzey Irak’ta gayrı bir Kürdistan kurdular. Ve şu da kesin olarak bilinmeli ki Kuzey Irak’ta Kürdistan’ın kurulmasıyla birlikte, Türkiye’nin Kürt sorunu da bütünüyle çehre değiştirdi ve kaçınılmaz sürecine girdi.
Bu sürecin özeti şudur: Gayrı Kürt sorunu Türkiye’nin sadece bir iç sorunu değil, ağırlıklı olarak dış sorunudur.
Gerçek bir…Türkiye’nin Güneydoğusu’nda sınır komşusunun adı artık Kürdistan’dır. Gerçek iki... Bu gerçeği kabul etmesi gereken sadece Türkiye değil, idrak etmesi gereken de bizatihi Kürdistan yönetiminin kendisidir. Gerçek üç... Dolayısıyla Kürdistan yönetimi, Kuzey komşusu Türkiye’de yaşanacak bir Kürt hareketinin kendisi ile komşusu Türkiye arasındaki ilişkileri etkileyeceğinin ve belirleyeceğinin farkında olmalıdır.
Öte yandan Türkiye’deki ‘Kürt hareketi’nin de farkında olması gereken gerçekler söz konusudur. Gerçek bir... Amerika’nın Irak’ta yarattığı Kürdistan devletinin oluş biçimine özenerek, bir bağımsız Kürt devleti de Türkiye’de yaratılabileceğine heves etmek, bizatihi Irak Kürdistan’ının varlığı nedeniyle gayrı olanak dışıdır. Gerçek iki... Şu noktadan sonra devam edecek ve PKK tarafından gerçekleştirilecek silahlı terör eylemleri sadece Türkiye’nin demokratik gelişimine darbe vurmakla kalmaz, esas olarak o çok özenilen Kuzey Irak’taki Kürdistan devletinin bekasına da darbe indirir…
Bireysel tercih açısından bakıldığında ise bundan böyle kendisine ille de Kürt devleti isteyen bir Kürt için sonuçta devlet de hazır. Göçer iki adım öteye ve bu arzusuna kavuşur. Tehlike topu topu bu kadardır. Diğer bir deyişle Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün yegane teminatlarından biri bizatihi Irak Kürdistanı’nın varlığıdır. Bunun ters okuması da şudur: Eğer Türkiye’nin Güneydoğu’sunda ayrılıkçılık sürdüren bir Kürt hareketi varlığını sürdürürse bunun vebalini sadece Türkiye değil, aynı zamanda Irak Kürdistanı da çeker.
Demem o ki gayrı yüreğiniz ferah olsun. Bu ülke gerçekten bölünmez.
Tek yol ‘bir arada yaşama’
Önce şu vurgulamayı yapmak isterim: Kürtlerle konuşmanın temel yöntemi kendimizi Kürtlerin yerine koymaktan geçer. Bu yönteme başvurmadan Kürt sorunu üzerine konuşmak ahlaki de değildir, adil de. Dolayısıyla, “Siz Kürt olsaydınız ne yapardınız?” sorusu hayli önemlidir. Kuşkusuz bunun karşılığı olan “Siz Türk olsaydınız ne yapardınız?” sorusu da Kürtler için geçerlidir ve benzeri bir empatik yaklaşım gerektirir. Kürt’ün Kürt kalabilmesi arada bir Türk olabilmesiyle, Türk’ün de Türk kalabilmesi arada bir Kürt olabilmesiyle yakından ilgilidir.
Tabii bir de, ne Türk ne Kürt olarak Kürt sorununa bakmak var!
Sözgelimi, benim gibi Ermeni olabilirsiniz ve kendinizi hem Türklerin hem de Kürtlerin yerine koyup soruna bakmak mecburiyetinde hissedebilirsiniz.
O da yetmez tabii... Soruna bir de Ermeni gibi bakmanız gerekir. Ermeni gibi bakmanın ise tehlikesi daha baştan bellidir. “N’olacak” derler, “O zaten Türklerin ve Kürtlerin iyiliğini istemez. O bu çatışmanın varlığına için için seviniyordur. Geçmişte atalarına Türklerin ve Kürtlerin yaptıklarını unutmamıştır. Bedelinin ödendiğini düşünüyordur!”
Evet, Kürt sorunu üzerine bir Ermeni olarak söz söylerken işimin daha baştan çok zor olduğunu biliyorum. Ama yılacak değilim ve sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Ne Türk ne de Kürt halkına geçmişte yaşananlardan ötürü herhangi bir kin duyuyorum. En büyük isteğim ise bu iki halkın bugün birbirinden kopmaması ve geçmişte bizlerin yaşadığı türden dramların tekrar yaşanmaması.
Bugün kendimi Kürtlerin yerine koyuyorum ve onları çok iyi anlıyorum, çünkü geçtikleri bu süreçten benim halkım da geçti. ‘Ezen ulus milliyetçiliği’nin ürettiği ‘ezilen ulus milliyetçiliği’nin ne demek olduğunu iyi bilirim. Bugünkü tartışmalar geçen iki asır boyunca bu topraklarda benim halkım üzerinden de aynı biçimiyle zaten yaşandı. Ezen ulus milliyetçiliğinin baskı ve dayatmalarının, ezilen ulus milliyetçiliğinin aklını başından nasıl aldığını ve ne gibi yanlışlara sürüklediğini ve buradan da ne gibi sonuçlar doğurduğunu asla unutmamalıyız.
Bugün tekrarlanan da aynı oyundur. Kürtler bu tuzağa düşmemeliler. Irak, İran, Suriye ve Türkiye coğrafyasında yaygın bir halde yaşayan Kürt halkı, tarihte hiç yaşamadığı yeni bir süreçten geçiyor. Kuzey Irak’ta oluşan ve artık bir devlet yapılanması haline dönüşen Kürt egemenliğiyle birlikte ilk kez bir fırsat ve şans yakaladığını düşünüyor. Bunun bir şans mı, şansızlık mı olacağı kaderin elinde değil, tamamıyla Kürtlerin elinde. Üstelik sadece Kuzey Irak’taki Kürt yöneticilerin değil, özellikle de Türkiye, İran, Suriye gibi komşu ülkelerin sınırlarında yaşayan Kürtlerin bundan sonraki tutumlarına çok daha bağlı.
On yıllardır ezen ulus milliyetçiliğinin baskısı altında yaşayan Türkiyeli Kürtlerin son zamanlarda yaşamaya başladığı ruhsal kopuş ve bu ruhsal kopuştan yükselen ezilen ulus milliyetçiliği, bugün artık her zamankinden daha fazla aklına sahip çıkmak durumundadır.
Gelinen noktada, Kürt halkı milliyetçilik cenderesine sıkıştırılmış, ‘aşağıya doğru’ uçuruma sürülmektedir. Biz Türkiyeliler bu uçurumun eşiğindeki Kürt halkına işte bir kurtuluş dalı uzatıyoruz. “Gelin, bir arada yaşamı savunalım” diyoruz. Tutunun bu dala sevgili Kürt kardeşlerim. Tutunun... Hem kendinizi kurtarın, hem bizleri...
‘Beni uzaklara götürüyorlar sevgili’
Birgün, 22 Nisan 2005
Ünlü Ermeni aydınlarından Khajag’ın 90 yıl önce 24 Nisan’da sürgün edilirken söylediği son söz, yaşananların en çarpıcı özetiydi belki de: “Beni uzaklara götürüyorlar sevgili...”
İstanbul’daki Ermeni aydınların, yazarların, sanatçıların, öğretmenlerin, avukatların, doktorların, din adamlarının ve mebusların teker teker evlerinden alındıkları, götürüldükleri ve birkaçı dışında bir daha geri dönmedikleri gündür 24 Nisan 1915.
Doğada her canlı kendi yaşam alanı ile kurduğu bağ üzerinden inşa eder sürekliliğini. Ermeni halkı da kültürünü ve varlığını 4000 yıldır yaşadığı Anadolu toprakları üzerinde kurmuştu. İşte 1915, esas olarak bu kadim kültürün kesintiye uğradığı, Ermeni halkının tarihsel vatanından süpürüldüğü ve bilinmez uzaklara savrulduğu tarih oldu ve bir halkın kendi yaşam alanı ile, kendi kökü ile ilişkisinin koparıldığı bir milat noktası olarak kayıtlara geçti.
Tam da bu nedenle yaşananları sadece uluslararası hukuk terimleri içerisine sınırlamak kimi zaman yetersiz kalabilmekte. Türkiye bugün ‘soykırım’ kavramının hukuksal algılanışından hareketle bu terim yerine sürgün, göç ya da tehciri tercih ederken yaşananların özü bundan ne kadar etkilenmektedir? İsmi değişince yaşanan acı daha mı az bir insanlık suçudur? İsterse insanlar altından uçaklarla en rahat koşullarda gönderilmiş olsun, bu ait olunan topraklardan koparılış, o zaman daha mı az trajik hale gelecektir?
Gelin, bu noktada, vicdanlara seslenmek üzere, sözü bir diğer aydın, mebus Krikor Zohrab’a bırakalım ve idealist avukatın 1915 tarihli son mektubuna göz atalım: “Sevgilim, bir tanem, artık bizim için son perde başlıyor. Daha fazla gücüm kalmadı. Sağ kalmazsam, çocuklarıma son öğüdüm şu ki, daima birbirlerini sevsinler, sana tapsınlar, kalbini acıtmasınlar ve beni de hatırlasınlar...”
Bir 24 Nisan’da bu topraklarda hep birlikte tüm bu insanları hatırlamak, ruhları şad etmek, acıda ortaklaşarak sevinçler üretebilmek, yalnızca Ermeni halkının duyduğu ıstırabı dindirmekle kalmayacak, Türkiye’nin de demokratikleşmesinin ta kendisi olacaktır.
Neyi hatırlamak, neyi unutmak
Agos, 10 Haziran 2005
‘90. yıl’ tartışmaları arasında geliştirilmeye çalışılan karşı argümanlardan bir diğeri de ‘kendi kayıplarımız, kendi acılarımız’ vurgulamasıydı.
“Unutmalı mıyız yoksa unutmamalı mıyız?” sorusunu temel alan köşe yazılarında dile getirilen iddia, özetle şuydu: “Sadece Ermeniler acı yaşamadı, Türkler de büyük kayıplar verdi. O dönemde ölen Müslümanların sayısı birkaç milyonu aşar. Balkanlar’da ve Kafkaslar’da yerlerinden edilen Müslümanların başına gelenlerin her biri, Ermenilerin başına gelenlerden hiç de aşağı kalmaz. Biz, bugüne kadar bu acılarımızı unutmayı yeğledik. Peki hata mı ettik? Biz de mi acılarımızı ve kayıplarımızı öne çıkaralım? Peki, bunun kime ne yararı olacak?..”
Ermeni halkının kendi acısını unutamamasını, Türk halkının kendi acısını unutmak zorunda bırakılışıyla kıyaslamaya çalışmak ve buradan da Ermenilerin bir tür ‘acı çığırtkanlığı’ ya da ‘acı sömürüsü’ yaptığını ima etmek, her iki topluma yönelik olarak da gerçek anlamda bir ayıptır. Bu tür haksız kıyaslamalarla, yaşanmış olanları sıradanlaştırmak ve önemsizleştirmek, en hafif deyimiyle bir başka ‘usul hatası’dır. Usul hatasıdır, çünkü hiçbir acı bir diğer acının varlığı nedeniyle yok sayılamaz ve önemsizleştirilemez. Usul hatasıdır, çünkü birinin unutulmuşluğa itilmesi diğerinin anımsanışını ortadan kaldıramaz… Gerçek şu ki, birinin unutması, diğerinin de unutmaması için kendine göre sebepleri var ve asıl sır da bu sebeplerde.
Türkiye’nin sırları ise çok açık... Toplumun kendi yakın tarih acılarını unutmaya itilmiş olmasının kökeninde, bir hür irade ya da erdem tercihi değil, Osmanlı enkazını yok sayan ve sıfırdan başlamayı düstur edinmiş olan yeni bir Cumhuriyet anlayışının yepyeni bir toplum oluşturma siyaseti yatar. Ne var ki bu siyaset bir dayatmadan ibarettir ve yaşanan zikzaklar, Osmanlı’nın şanlı günlerini anma, hatalarını inkâr etme yoluna girince, toplumsal bellek de ‘eski’yle ‘yeni’ arasında bocalamaktadır. Böylesine karışık bir ortamda, ne ‘eski’ unutulabilmekte ne de ‘yeni’ tesis edilebilmektedir.
Bugün bir Susurluk davasının ve faili meçhullerin toplumsal vicdanlarda layıkıyla yargılanamayışının da nedeni aynı unutturma siyasetinin devam eden bir ürünüdür. Eğer bu ülkede halen İstanbul’un fethi aradan bunca asır geçmesine rağmen ihtişamlı törenlerle anılıyorsa, ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında kaybedilen milyonlarca insanın acısını unutmuş olmak da, kimi çevrelerce bir erdem gibi sunuluyorsa, bizatihi bu ruh halinde bir aksaklığın var olduğu açıktır. Türkiye’de unutmanın nedeni erdem değil, baskı, korku ve dayatmadır. Ve bugün hâlâ unutmayı savunanlar, aslında sadece geçmişten değil gelecekten korkanlardır. Unutulmamış geçmiş, geleceğin de teminatıdır.
Ruh halimdir
Birgün, 1 Kasım 2004
Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar da Anadoluluyum.
Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi Batı denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum. Ama artık... Birilerinin “Bizim Ermenilerimiz” pohpohlamalarından da, “İçimizdeki hainler” kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım.
Ne 24 Nisan’larda yürüyebildim, ne de atalarımın anısına anıtlar dikebildim. Ama ne onları o günlerde bıraktım, ne de bugünlerde taşlaştırdım. ‘Onları yaşamımda yaşamayı’ sırtladım... Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya ‘ne’ ya da ‘kim’ yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum.
Tabii ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri ‘Katliam’, kimileri ‘Soykırım’, kimileri ‘Tehcir’, kimileri de ‘Trajedi’ diyor. Atalarım Anadolu diliyle ‘Kıyım’ derdi. Ben ise ‘Yıkım’ diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu. Yıkıma sebep olanlara da, maşa olanlara da lanetim bundandır. Lakin lanetim geçmişedir. Elbette tarihte olan biten her şeyi öğrenmek istiyorum, ama o nefret, ne menem bir rezillikse o... Onu tarihteki karanlık inine bırakıyor, “Olduğu yerde kalsın, onu tanımak istemiyorum” diyorum.
Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalarda, Amerikalarda sermaye yapılması zoruma gidiyor. Geleceğimi, geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin, alçak hakemliğini, kabul etmiyorum artık. O hakemler geçmiş çağlarda arenalarda köle gladyatörleri birbiriyle vuruşturan, onların vuruşmasını büyük bir iştahla seyreden, sonunda da kazanana, yaralının işini bitirmesi için başparmaklarıyla işaret veren diktatörlerin ta kendileridir. Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez.
Benim tek isteğim, canım Türkiyeli arkadaşlarımla, ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek. Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de, Türkiye ile Ermenistan’ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatlıkla konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri, ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, “Size de artık üç nokta düşer” diyeceğim günleri iple çekiyorum.