Derbeder bir Aznavour

Hep “o”nu aradı Paris’te, Londra’da, Venedik’te bulsa da zaman zaman aradığını ellerinden kayıp gitmesine izin verdi. Böylesi daha iyiydi. Levent Özata, bu hafta Charles Aznavour’un portresini çiziyor.

Levent Özata
levozata@gmail.com

Karartılmış kocaman sahne üzerinde tek noktaya düşen parlak beyaz ışık. Tam ortasında da, siyah gömlek pantolona rağmen ışıl ışıl parlayan adam. Yaslanmış mı ne? Baksana elleri titriyor sanki heyecandan. Saçları bembeyaz olmuş, bedeni ise buruş buruş. Kaç yaşında şimdi? Seksen yedi. Yok yok seksen sekiz olacak. Görüntüye bakınca korkuyor insan. Ya bu konseri çıkaramazsa ne olacak? Ama o buruşukluğun içinden, gencecik, billur gibi bir tenor ses çıkıyor. İlk iki şarkıda biraz tutuk olsa da, sonra adeta gençliğini yeniden bulmuş da, Rue du Buci’de fink atan 20’lik delikanlı gibi havası yerinde. Seyirciye kimi zaman boş, çoğunlukla hüzünlü, ara sıra muzır ve bazen de çapkın bakışlar atarak, billur gibi sesiyle söylüyor bütün şarkılarını. Kim bilir, belki seyirci arasında görmek istediği, bir türlü bulamadığı insanları arıyor.

Hani nerde, ne zaman söyleyecek derken, finalden hemen önce derbeder La boheme’in notaları dökülüyor sahneden. Yok bulamayacak Aznavour, bir daha o günleri. Gençliğini geçirdiği sokakları hiç hiç tanıyamayacak. O beyaz mendil yerden kalkmayacak belki ama mikrofonu tutan kırışmış elleri gençleşmese bile siyah takımı hala jilet gibi, sesi ise harikulade.

Charles Aznavour, 22 Mayıs 1924’de Paris’te Rue Monsieur-le-Prince’de dünyaya geldi. Babası Mişa (Michael) Ahıska’dan, annesi Gnar ise Adapazarı’ndan kendilerini nedense ‘kaçarcasına’ Paris’e atmışlardı. Aslında Amerika’ya gideceklerdi. Vize bekliyorlardı ama olmadı Paris’te kaldılar. Babası ilk Paris’e geldiklerinde, lokantalarda şarkı söyleyerek geçinmeye çalışıyordu. Sonra Le Caucase ismiyle kendi restoranını açtı. Aznavour ilk şarkılarını daha dokuz yaşındayken, dünya nufüsünün yüzde doksan yedisinin daha doğmadığı zamanlarda bu restoranda söylemeye başladı. Hemen sonrasında okulu da bıraktı. Gezici tiyatrolarla takıldı bir sure, Paris’te şarkı söyleyebileceği her deliğe girdi.

Karnını doyuruyordu ama yetmezdi ki, bu ses daha iyilerine layık. Beklediği çıkışı biraz da şansının yardımıyla Edith Piaf’la yakaladı. Aznavour’daki yeteneği farkeden Piaf, 1947-48 senelerinde yaptığı Amerika ve Kanada turuna Aznavour’u da çağırdı. Çok beğenildi Aznavour, çok sevildi, çok da ağlattı ama sonunda ünlü olmayı da başardı. Ünlü olmanın çok zor olduğu bir dönemde…

Tenor, tonal gölgelenmiş baritona kaçan kendine has sesi sayesinde, herkesin en az bir kez şarkısını dinlediği bir sanatçı haline geldi. Binden fazla şarkı yazdı, yüzden fazla albüm için. Sürekli aşkı kovaladı, şarkılarında buldu mu sonunda bilinmez. Fransızca, İngilizce, Ermenice, İtalyanca, Rusça, Almanca ve Portekizce şarkılar yazdı. Çoğunlukla “o”nu aradı Paris’te, Londra’da, Venedik’te bulsa da zaman zaman, aradığını ellerinden kayıp gitmesine izin verdi. Böylesi daha iyiydi. Hep mutsuz numarası yapsa da, aslında çok mutluydu. Melankoli ve derbederlik iyi geliyordu damarlarına.

Artık şarkı yazmıyor eskisi kadar. Paris’den Cenevre’ye taşındı. Venedik’e de uğramıyor eskiden olduğu gibi. Ermenistan İsviçre Büyükelçiliği ve Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği görevlerini üstlendi. 2004’te Chirac’ı destekledi, 2012’de Sarkozy’yi. Birini kazandı, birini kaybetti ama yine de geri dönmedi Paris’e. Neyse ki, hala konser vermeye devam ediyor. Sen söylemeye devam et, biz yine içeriz “sağlığına,” “hayatına,” “şerefine”!

Kategoriler

Şapgir