Uzun yıllar Milliyet gazetesinin İsviçre temsilciliğini yapan gazeteci Mustafa Yoker, İstanbul Suriçi’nde geçen hayatını ‘Kalimera Fener Şalom Balat’ adlı bir kitapta topladı.
“Ankara’yı başkent ilan eden Kuvayi Milliye hareketi için İstanbul ‘gâvur İstanbul’du. Ayrıca hem Osmanlı hükümeti hem de gayrimüslimlerin çoğu Kuvayi Milliyecilere karşıydılar. Bunlar da mücadeleyi kazandıktan sonra İstanbul’u aldıklarında İstanbul onlar için daima bir öteki oldu. Kafalarına göre bir Avrupa şehri yaratmayı amaçlayıp kenti soysuzlaştırdılar. Batı’yı örnek aldılar fakat sonuç olarak darmadağın ettikleri bir İstanbul kaldı.”
EMRE ERTANİ
eertani@gmail.com
Uzun yıllar Milliyet gazetesinin İsviçre temsilciliğini yapan gazeteci Mustafa Yoker, İstanbul Suriçi’nde geçen hayatını ‘Kalimera Fener Şalom Balat’ adlı bir kitapta topladı. Yoker, Fener ve Balat’taki azınlıkların nasıl yok edildiğini, bu bölgelerin ve İstanbul’un nasıl ve hangi olaylar neticesinde değiştiğini anlatıyor. Kitap kısa sürede en çok satanların arasına girdi. Yoker gösterilen bu ilginin sebebini “İnsanların şehre hissettiği aidiyet duygusuna, eski İstanbul’un merak edilmesine bağlıyorum” diyor. “Kendin de bir ötekiysen, her şeyin farkına varırsın. Ben Alevi bir ailenin çocuğuyum ve yetiştiğim semtteki tek Alevi aile bizdik. Galiba öteki olmanın ne olduğunu iyi bildiğim için azınlıkların da durumunu küçük yaşlarda fark edebildim” diyen Yoker, İstanbulluların Kuvayi Milliyecilere destek vermediği için, İstanbul’un Ankara hükümetinin ötekisi olduğuna dikkat çekiyor. İstanbul’un geçirdiği aşamaları kendisinden dinliyoruz.
• Sizin çocukluğunuzda nasıl bir İstanbul vardı?
Benim çocukluğumdaki, yani 50, 60’lı yılların İstanbul’u ile bugünün hiç alakası yok. İstanbul’un nüfusu bir buçuk milyondu ve bu nüfusun yüzde 70 kadarı Tarihî Yarımada’da yaşıyordu. Suriçi’nde Osmanlı’dan kalmış olan, millet sistemine dayalı mahalle kültürü vardı. Her mahallede bir cemaat yaşıyordu; Fener’de Rumlar, Balat’ta ağırlıklı olarak Yahudiler, Marmara kıyısında ise, Ermeniler yaşardı. Çocukluğum Osmanlı’dan kalan mahalle kültürünün son dönemiydi.
6-7 Eylül, 64 Kararnamesi, İsrail’in kurulması, 1964-74 arasında Kıbrıs olayları, ASALA... Bu olaylar sonucunda azınlıklar İstanbul’u terk etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine maddi durumu iyi olan Müslümanlar da bu semtlerden taşındılar. Çünkü azınlıklar varken durum farklıydı, onlar kentli burjuvaziyi oluşturuyordu ve kentin içinde son derece düzenli bir yaşam vardı. Onlar gidince bu düzen bozuldu ve Müslümanlar da gitti. Kapalıçarşı, Mahmutpaşa’da esnaflık yapanlar hep azınlıklardı. İstanbul’a can veren yerlerde hep onlar vardı.
Mesela bugün Paskalya çöreği ararsan var ama o zamanlar her semtte bulunurdu. Biz azınlıklarla birlikte yaşama şansına sahip olduğumuz için Ermenice, Yunanca, İbranice isimlere yabancı değiliz. Bugün sokakta herhangi birini durdurup ismini sorsalar ve o kişi “Mardiros” dese karşısındaki hemen “Abi ne güzel Türkçe konuşuyorsun, nereden öğrendin?” diyor. Kimsenin gayrimüslim kasabı, bakkalı, sınıf arkadaşı komşusu yok. Doğal olarak da tanımıyorlar.
• Peki, Balat ve Fener’de değişim nasıl başladı?
Balat ve Fener bölgesinin karşı kıyısında, Hasköy’de tersaneler açılmaya başladı ve Milli Kalkınma Projesi kapsamında Haliç kıyısında sanayileşmenin sağlanması için, DP döneminde şirketlere muazzam krediler verildi. Devletin Türkleştirme politikası ve sanayi hamlesi birbirine paralel olarak uygulandı; sonuç olarak da azınlıklar bu bölgeden gitti. 1964’te gönderilen Rumların evleri boş kaldı, 1915’te gidenlerin evleri gibi. Benim Lübnan’daki Ermeni bir arkadaşımın 46 tane tapusu var elinde. Anadolu’dan giderken mülklerinin tapularını alma şansları olmuş ama bir hak iddia edemiyorlar. Fener’den giden Rumlar için de böyle bir durum söz konusu.
Yahudiler için ise, durum farklı, onlar mallarını satarak sessizce İsrail’e göç ettiler. İşte bu evlere kiracı olarak sanayilerde çalışan insanlar yerleşmeye başladı. Bugün Kadir Has Üniversitesi olan bina, önceden Tekel fabrikasıydı ve 5 bine yakın işçi çalışıyordu. Buralarda çalışanlar giden Rumların evlerine yerleştiler çünkü o zamanlar herkes iş yerine yakın yerlerde otururdu. Bu yapılan siyasi ve ekonomik dönüşümdü, şimdi ise daha farklı bir durum var. Rant peşinde olan insanlar bu bölgelerde sahipsiz kalan evleri ele geçirmeye çalışıyorlar. Fener-Ayvansaray Projesi sadece bir şirkete verildi, keza Tarlabaşı da öyle.
• Mahalle kültürü nasıl yok oldu?
1962’de Kat Mülkiyeti Kanunu’nun çıkması ile beraber İstanbul’daki eski evleri Laz müteahhitler alıp yerine apartman yapmaya başladılar. Ne zaman apartman kültürü geldi, durum değişti. Tarihî Yarımada içinde mahalle kültürü korunsaydı, bu bir çekirdek oluştururdu. İstanbullu azınlıklar şehri terk etmek zorunda kalmasalardı, bir prototip şehirli yapı olacaktı. İstanbul’un kültürünü bilen, yüzlerce yılda bunu oluşturmuş ve yaşam biçimi oluşturmuş bir kitle vardı. Bu kitle devam etseydi, başka yerlerden göç eden insanlar da bunu örnek alacaktı. Örneğin 60’lı yıllarda İstanbul’a ilk göç edenler bayağı İstanbul kültürünü öğrenmişlerdi. İstanbul kültürünü oluşturan Müslümanlar da azınlıklardan sonra gittiler.
Mimar Konstantinos Dimadis tarafından 1881’de inşa edilen Fener Rum Lisesi. |
• Neden?
Müslümanların neden gittiğini basit bir örnekle şöyle anlatayım: Kitapta bahsettiğim bir köşk var. Bu köşk büyük bir arazi üzerindeydi ve Haliç’ten bakınca bir kırmızı mekteb (Fener Lisesi), bir de bu köşk gözükürdü. O köşk yıkıldı, yerine 100 daireden oluşan bloklar yapıldı ve mahallenin profili bir anda değişti. Bunun üzerine Müslüman aileler de göç etmeye başladılar, çoğu Kadıköy’e yerleşti.
• Bugün İstanbul’daki yapılaşma hakkında düşünüyorsunuz?
Kentsel dönüşüm projeleri ve yeni yapılarla İstanbul soysuzlaştırılıyor. Mesela Haliç’e öyle yüksek bir metro köprüsü yapılması şart mıydı? Galata Köprüsü gibi bir köprü yapsalar ne olurdu? Ama bu metro projesinin bir faydası oldu, Yenikapı’da Theodosius Limanı olduğu ortaya çıktı. Yerini bilmediğimiz Konstantin Surları da bu kazılarda ortaya çıktı. Böylece İstanbul’un tarihi değişti; 2700 yıllık tarihi olduğu tahmin edilen İstanbul’un tarihinin 8500 yıl önceye dayandığını öğrendik. Fakat bu yeni yapılarla Suriçi soysuzlaştırılıyor, karakterini yitiriyor.
En üzüldüğüm şey bunu muhafazakâr insanların yapması. Kendine muhafazakâr diyen insanların muhafaza etmesi gerekirken... Öncekiler imza yetkisi ile rantı sağlıyordu, bunlar bunu proje ile yapıyorlar. Çamlıca’ya cami yapılmasından bahsediliyor. Hemen hemen her ülke kendi sembolünü bir tepeye diker, Ermenistan’da da Brezilya’da da bu var. Çamlıca’ya illa bir cami mi yapılmalı, bunu kendi sembolleri olarak görüyorlarsa, ki görüyorlar, o zaman yapılabilir ama en azından estetiği olan bir şey diksinler. Ataşehir’de yaptıkları gibi bir cami yapmasınlar.
• Dünyada kentsel dönüşüm nasıl yapılıyor?
1960’lı yıllarda da Avrupa’ya bir işçi göçü başlamıştı. Avrupa’daki şehirlere yepyeni bir göç geldiği için “Bu göçle gelenleri nasıl iskân ederiz?” sorusu gündeme geldi. Bunun için şehrin dışına sosyal konutlar yapmaya başladılar. Mesela bizde de ilk sosyal konut hikâyesi Emlâk Bankası’nın Ataşehir’e yaptığı konutlardır. Avrupa’da bu uygulamayı şehrin merkezini korumak için yapıyorlar. 40 yıl önce gittiğim Zürih ile bugünkü şehir arasında hiçbir fark yok. Üç kere yıkılan bir otelin yerine aynısını yeniden yaptılar. İstanbul’da durum böyle değil, şehrin içini dumura uğrattılar. Tatillerimde İstanbul’a her geldiğimde turistmişim hissine kapıldım.
• Peki sizce bütün bu dönüşümler niye böyle hoyratça yaşandı?
Cumhuriyetin ilk yıllarında belediye başkanları aynı zamanda valiydi, 1961’e kadar bu uygulama böyle devam etti. Kentsel dönüşüm aslında Cumhuriyet’le başlıyor; 1935’te Atatürk’ün Henri Prost’u İstanbul’a çağırıp yeni bir şehir planı yapmasını buyurmasıyla. O dönem Prost, İstanbul’a geliyor, kendi ekibiyle İstanbul’u inceliyor. Ama Prost bir Parisli ve İstanbul onun memleketi gibi bir şehir değil. Kendi mimarlarını yok edersen, İstanbul’u İstanbul yapan Ermeni ve Rum mimarların yerine Batı’dan bir mimar getirirsin tabii.
Batı’dan gelen mimar senin ülkenin sosyal yapısını, sistemini nereden bilecek? Elbette bilmeyecek, kendine göre bir şey yapacak. Öyle de oldu ama bunu neden yaptıkları da gayet açık: Ankara’yı başkent ilan eden Kuvayi Milliye hareketi için İstanbul ‘gâvur İstanbul’du. Ayrıca hem Osmanlı hükümeti hem de gayrimüslimlerin çoğu Kuvayi Milliyecilere karşıydılar. Bunlar da mücadeleyi kazandıktan sonra İstanbul’u aldıklarında İstanbul onlar için daima bir öteki oldu. Atatürk de Cumhuriyet’in ilanından sonra, İstanbul’a ilk defa 1927’de geliyor. Atatürk’ün uzun müddet gelmemesinin nedeni İstanbul’a küs olması. Zaten İstanbul’daki ilk imar hareketleri de 1930’larda başlar. Keşke onlar hiç İstanbul’a dokunmasalardı. Kafalarına göre bir Avrupa şehri yaratmayı amaçlayıp kenti soysuzlaştırdılar. Batı’yı örnek aldılar fakat sonuç olarak darmadağın ettikleri bir İstanbul kaldı.
Melek teyze meğer Anjel’miş
• Kitabınızda ‘gizli Ermenilik’ten de bahsediyorsunuz...
1955- 64 arasındaki gazetelere bir göz atınca birçok Ermeni ve Rum’un neden Türkçe isim kullandığını anlamak çok basit. Gazetelerde inanılmaz derecede gayrimüslim karşıtı, asparagas haberler vardı. O dönem öyle bir korku yaratıyorlar ki... Çocukluğumdan hatırlıyorum, köşe başlarında Rum çocukları sıkıştırırlardı. Bir tane provokatör, arkasına mahallenin gençlerini takarak Rumların evlerinin camlarını taşlardı; Patrikhane’nin etrafında “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak; içindeki Rumlar mahvolacak” diye bağırarak insanlarda inanılmaz bir korku yaratmışlardı.
ASALA olaylarından sonra birçok Ermeni arkadaşım Murat, Orhan vs. ismini aldılar korunma amaçlı. Ne yapacaksın ki başka, adamlar fanatik. Ya terk gideceksin ya da orada bir şekilde yaşayacaksın. Komşumuz olan Melek teyze de korunmak için Türk isim kullanıyormuş. Ama sanırım büyüklerimiz onun Ermeni olduğunu biliyordu, sadece biz çocuklar bilmiyorduk. Mahallenin en önemli kişisiydi o; ebe, doktor... Cenazesinin Samatya’daki Surp Kevork Kilisesi’nden kalkacağı haberi geldikten sonra Melek teyzenin asıl isminin ‘Anjel’ olduğunu o zaman öğrendik.