Arabeskçiler Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hâlâ

Fazıl Say müzikte gösterdiği üstün çabanın bir benzerini, “sanatı” kendisi gibi algılamak zorunda olmayanlara saldırılarla göstererek Türkiye’nin en itici ünlüleri arasına yerleştirmeyi başardı. En son “arabesk denilen iğrenç şeyi sevmemek vatanperverliktir” diye buyuran Fazıl Say'ın, dayandığı absürdlük sınırını, içinde bulunduğu büyük sorunsalı ve ona yöneltilen eleştirilerin sıkıntılarını Sertan Şentürk yazdı.

Sertan Şentürk
sertansenturk@gmail.com

Fazıl Say, muhtemelen Türkiye’nin (yurtiçindeki ve yurtdışında) en bilindik piyanisti. Müzisyen, bununla birlikte, piyanoda ve bestecilikte gösterdiği üstün çabanın bir benzerini, yaklaşık 5 senedir “sanatı” ve hayatı kendisi gibi algılamak zorunda olmayan bireylere ve toplumun geniş bir kesimine yönelttiği saldırılarla göstererek Türkiye’nin en itici ünlüleri arasına yerleştirmeyi başardı. “Göbeğini kaşıyan adam”  benzetmelerinden, “arabesk yavşaklıklarına” kadar hakaret boyutundaki açıklamaları ise, geçtiğimiz günlerde bir televizyon programındaki sözleriyle absürdleşmenin sınırlarına dayandı…

“Arabesk denilen iğrenç şeyi sevmemek vatanperverliktir” diye buyuruyor Fazıl Say. Harmoni, ritim ve melodinin “kötü”sünü “sevmek vatan hainliğidir” diye ekleyerek siyaset bilimcilerin yüzyıllardır tartıştığı bir konuya belki de en saçma bakış açılarından birini getiriyor. Bu sözlere iğneleyici yaklaşmamak oldukça zor. Zira Fazıl Say, bu sözleriyle, kendi başının da belada bulunduğu, halihazırda Grup Yorum ya da Kürtçe ağıtlar dinlemeyi ‘bölücülük’ sayan ceza hukuku çarpıklığına, bir de ‘klasik Batı müziği teorisi’ kıstasları getirilmesini arzular gibi görünüyor. Bu görüşlerine dayanak olarak da, kendi müzisyenliğini kullanıyor, sanki arabeskçiler müzisyen değillermiş gibi… Bu noktada müzisyenin kim olduğunun da tanımlamasını Fazıl Bey’den rica etmemiz gerekiyor, çünkü kimse onun kadar “müzisyen” değil. Aynı zamanda klasik Batı armonisine uymayan Edgard Varèse gibi çağdaş bestecileri ile makam müzikleri ve klasik Hint müzikleri gibi kadim gelenekleri nasıl değerlendirmemiz gerektiğini de bir kurallar silsilesine oturtturursa müteşekkir oluruz.

Yüzyıllık Akıl Tutulmaları

Elbette ki Fazıl Say’ın vatanperverlik ve müzik üzerine dile getirdiği bu fikirler orjinal değil: [Arap’tan ve Acem’den alınan] Şark musikisini “hem hasta, hem de gayrimilli” olarak tanımlayan Ziya Gökalp’in yüzyıl beride kalmış görüşlerinin yavanca ısıtılmasından ibaret. Fazıl Say, dünya sanatçılığı kavramının yanına vatanperverliği çivileyerek, bundan 90 sene önce modernleşmeyi “Batılılaşma”ya indirgemiş, fakat bir yandan da “Türk’ün bozulmamış kültürününü” bulmaya çalışmış ideolojinin kafa karışıklıklarını halen taşımaya devam ettiğini ortaya koyuyor.

Fazıl Say, bir yandan “İnsanın Allah’a inanıp inanmamasını hükümet mi tayin edecek?” diye sorarken, öte yandan söylemleriyle, radyolarda makam müziğin yasaklanması ve makam müziği öğreten kurumların kapatılmasına (ki bu son durum 1976 yılına, bugünkü adıyla İTÜ Türk Müziği Konservatuvarı’nın açılışına, kadar sürecektir) kadar yol bulan bu kültürel diktacılığı kucaklıyor ve neylerini üfleyememiş her Mevlevi’ye, “basit musikisi Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kafi gelmediği” bildirilen her udîye, türkülerini “ulusa uygun olmadığı için” söyleyememiş tüm ozanlara yapılan zulme ortak oluyor. Her şeyi tekilleştirmeye meraklı olan Kemalizm’in günümüze miras kalmış bu iki ayrı uç ise içinde bulunduğumuz yaman çelişkilerin tuzu ve biberi...

Müziğin Güzelliği Kimdedir?

Öte yandan Fazıl Say’ın aynı söyleşide müzik hakkında söylediği bir noktaya katılmamak elde değil: ”müzik o kadar da basit bir şey değildir,” özellikle de sadece müzisyenlerin ellerine bırakılacak kadar. Çünkü müzik sadece ses dalgalarından ibaret değildir. Müzik aynı zamanda bir senfoni orkestrasında yaylıların iniş çıkışlarının görselliğinde, hiç duymadığınız bir şarkının adını ve söyleyenini bulmakta, annelerin söylediği ninnilerin rahatlatıcılığında ve daha nice farklılıkların içindedir. Müziğin ve onun görece güzelliğinin etraflıca anlaşılması ve takdiri; ancak müzisyenlerle birlikte müzikoloji, ses mühendisliği, müzik teknolojileri, psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi gibi nice disiplinlerin etkileşimiyle mümkün olabilir.

Fazıl Say’ın kaçırdığı noktalardan belki de en önemlisi bu farklı bakış açıları. Örneğin arabeskin belki de en vurucu yönü olan şarkı sözlerini ele alalım... Basitçe şarkı sözlerinin (dile dayalı) metaforik özelliklerini sadece klasik Batı müziği teorisinin sınırlarında kalarak açıklayamayız. Örneğin, Nazım Oratoryosu’nu Nazım’ın şiirlerinden ayırırsak, gerçi kendisi şiir sansürlemekte hiçbir beis görmemişti ama, aynı hissi yaratamayacağımız aşikar.

Buradan yola çıkarak, müzikle ilgili her şeyin ortak paydasının insan yani dinleyen olduğuna varabiliriz. Bestecinin ne vermeye çalıştığı bu noktada çok önemli değildir, mesela siz Vivaldi’nin Dört Mevsim’ini dinlerken ille de kafanızda dört mevsim canlandırmayabilirsiniz; ya da bir konserde herkes dans ederken eski bir şarkı eski anılarınız tazeletip sizi ağlatabilir. İşte bu noktada müziği “doğru, güzel, iğrenç” gibi tanımlamanın nerede başlayıp nerede bitmesi gerektiğini sorgulamalıyız. Çünkü günün sonunda bunların hepsi kişisel olarak müziği nasıl deneyimlediğimizle ilgili. Sonucunda benim Orhan Gencebay’ın üç satır sözüne yükleyebildiğim duygu yüklülüğü ile ikinci bir kişininki asla aynı olamaz.  Aynı şekile bizler asla Fazıl Say’ın piyano başında aldığı hazzı alamayacağız; ama o da ne bizim o üç satırı nasıl geçirdiğimize vakıf olabilecek, ne de Art Tatum’un caz doğaçlamalarındaki gülüşüne. Ve bu deneyimlerin hiçbiri birbirinin yerini tutamaz. Fazıl Say da sadece kendi realitesini yaşıyor ve bunun genel-geçer olmadığını farketmesi gerekiyor.

Gelelim Fazıl Say’ın müziklerinin kendisine. Acaba, sanatla uğraşan bir kişinin görüşleri sanatına bakışı değiştirir mi? Bunun cevabım evet. Örneğin Fazıl Say’ın Nazım Orotoryosu’nda Akşam Gezintisi’den Bakkal Karabet’le ilgili “Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/affetmedi bu Ermeni vatandaş/Kürt dağlarında babasının kesilmesini” dizelerini sansürlemesi, doğrudan müziğine çaldığı kara bir leke olarak kalacak. Öte yandan Fazıl Say’ın müziklerinden sadece Fazıl Say yazdığı veya çaldığı için nefret etmek, bana Fazıl Say’ın (ve genel olarak tüm coğrafyamızın) alışık olduğu gibi kendinden olmayanı kapkara çamura bulamak olarak geliyor. Acaba Fazıl Say’ın temsil ettiği elitizmin karşısındayken, onun Kara Toprak yorumunu, İsrail’de bir Yahudi olarak Wagner’i ya da bir dindar olarak Ömer Hayyam’ın şiirlerini dinleyebilir miyiz? Belki de bunu yapabildiğimiz ölçüde “birbirimizi anlama” şansına sahibiz.

Black Earth by Fazil Say on Grooveshark

 

Şapgir'de bu hafta;


 

Kategoriler

Şapgir