Ayşe Akdeniz, haller durağında bu hafta gazeteci, yazar Leyla İpekçi ile çocukluğundan başlayarak aile hali, gazetecilik, yazarlık, ibadet halleri gibi birçok hal üzerine söyleşti.
Ayşe Akdeniz
aysheakdeniz@gmail.com
Haller durağının bu haftaki konuğu, Zaman gazetesinde köşe yazılarına devam eden yazar Leyla İpekçi. Çocukluğundan başlayarak aile hali, gazeteci olma, ibadet etme halleri gibi çeşitli hallerinden bahsettiğimiz İpekçi’yle Türkiye’nin geçirdiği dönemlere paralel bir şekilde yaşadığı kırılmalarını da konuştuk.
- Nasıl bir aileye, hangi haller içine doğdunuz? Dönüp baktığınızda sizin pişmenizdeki katkıları ve sizden götürdükleri neler?
İstanbul’da, 1966 yılında doğdum. Dört buçuk yaşımdayken annem vefat etti. Gözümün önünde öldüğüne tanık olduğum halde, o zamanki doktorların tavsiyesiyle bana annemin öldüğü söylenmedi. Hiçbir şey söylenmeyince, benim annem yok diye düşündüm. İlkokula başladığımda anne adı sorulan evraklara hep çizik atıyordum. Tabii bu travmatik durum, babamın defalarca evlenmesiyle devam etti. Annelerim, ablam, ağabeyim oldu. Tam onları sevdim, tekrar yok oldular.
Böylece İstanbul’da 70’li ve 80’li yıllar boyunca çok çeşitli ailelerim oldu, her seferinde ‘öteki’ oldum. Hiç kimseye ve hiçbir şeye aidiyet hissetmedim. Ev diyebileceğim bir yer de olmadı, çünkü babamın kısa evlilikleri dışında ve diğer tüm zamanlarda evde tek başıma büyüdüm. Ablam, kardeşim, yakınlarım yoktu. Doğduğumdan bu yıla dek, yani 46 yaşıma dek Teşvikiye’nin çeşitli mahallelerinde oturdum. Diyebilirim ki, benim ilk evim yalnızlık, ikinci evim Teşvikiye oldu. Orhan Pamuk’un anlattığı 70’li yılların ‘Batılılaşmış’ İstanbul’unu, kışın gri havasını, kesif kömür kokusunu, karla kaplanan arnavut kaldırımlarını, ana caddelerde açılan ilk butikleri, ilk kafeleri, karakolun çaprazındaki Alaaddin’in dükkanını ben de ilk anılarım olarak kaydetmişimdir. Bazen Pamuk’u okurken, anılarımın ona ait olduğu hissine kapılırım.
Aile ortamlarında kendimi hep ‘öteki’ olarak hissetmek bana iyi gelir, çünkü kendime hiç benzemeyenlerle kolayca özdeşleşirim. Mesela çocukken Urfalı bir kız, adı Melek’ti, bazen bize gelirdi, benim okul önlüğümü ütüler, bulaşık yıkardı. Onun konuşma biçimini, farklı lehçesini hiç yadırgamazdım. Bir de kapıcının kızı Melek vardı. O da bana matematik çalıştırırdı. Çocukken yalnızdım, ama bana iki Melek baktı!
Aynı şekilde Ramazan yaza denk geldiğinde ki ben 11,12 yaşlarındaydım, evimizin Teşvikiye caminin avlusuna bakan penceresinden geceleyin teravih namazından çıkanları izlerdim usul usul. Benim hiç bilmediğim bir sırrı paylaşıyorlardı. Onlar gecenin karanlığına dağılırken, arkalarından bakakalırdım. Dediğim gibi, kendime benzemeyenlerle çabucak ‘aile’ olurdum. Belki de bir hevesti bu. Bazen haftalarca eve gelen giden olmazdı. Sokağa çıkma yasağında apartmanımızın aşağısına inip polis otosunun gelip beni sorgulamasını beklerdim. İfadem alınırken birileri beni dinleyecekti en azından.
Beş altı yaşlarındayken, evde akşamları çok sıkılırdım, televizyon filan da yoktu daha, kendi kendime duvarlara seslenirdim, hayali bir kardeşle konuşurdum. Annemin varlığını kabul etmem çok daha sonraki yaşlara rastlar. Onun yasını tutamadım ama onu sonradan, yokluğunda sevdim. Babam şiddet doluydu, epey çektirdi doğrusu. Ben şiddet dolu hayatımı pek belli etmezdim arkadaşlarıma. Bana oranla daha normal bir hayatları vardı. Bense yazardım hep.
- Yazmak, o yaşlarda halleşmeye başladığınız bir yaren miydi?
İkinci sınıfta cümle kurmayı öğrendiğimden beri yazıyorum. Mesela bir ağaç resmi karalar, altına resimaltı yazardım. İstanbul’la konuştum çocukken, beni İstanbul dinledi. Yalnız bir çocuk iseniz, küçük yaştan itibaren pek çok anı biriktirirsiniz. Ve küçükken olgunlaşmak zorunda kalırsınız. Paylaşma ihtiyacımı yazarak gerçekleştirdim. Yazmak, tek başına yapılabilecek en şahane eylemdi.
- Yalnız ev halinden dış dünyaya, okula adım attığınızda karşılaştığınız haller nelerdi? Bu karşılaşmalar sizde nasıl dönüşümler yarattı?
Okul arkadaşlarımın büyük çoğunluğunu Rum, Ermeni, Yahudiler oluşturdu. Hem ilkokuldayken, hem de sonradan gittiğim Saint Michel Fransız Lisesi’ndeyken. Genellikle laik ailelerin çocuğu olduğumuzdan, aramızdaki tek tük dindar Yahudiyle Müslümanı çok net hatırlıyorum. Ramazan’da oruç tutan arkadaşlarımız da vardı, kandiller beraberce kutlanırdı. Ve doğrusu, Yahudilerin hamursuz bayramı ya da Hıristiyanların Paskalya’sı da bizim bayramımızdı. Çeşitliliğimizle bir bütündük. Farklılıklarımız zıtlık getirmiyordu. Okulumuzun kantininde hem paskalya çöreği, hem kandil simidi çıkardı.
Okulumuzun müdürü Mösyö Piyer’di. Ki adını böyle Türkçe yazdırmış biriydi. Çok iyi konuşurdu çünkü Türkçeyi. Papazken, âşık olunca evlenmiş felsefe öğretmenliğine başlamıştı. En sevdiğim öğretmenlerimden biriydi Mösyö Piyer. Descartes’ı, Kant’ı ilk ondan duydum. Bir de Marie Chirstine vardı, Fransızca hocamız. En iyi öğrencilerinden biriydim. 77 yılında ilk öğrendiğim Fransızca şarkı sıkı bir komünist olan bu öğretmenimizden gelmiştir: Savaş karşıtı bir askerin başbakanına yazdığı mektubun sözlerinden oluşan bu meşhur şarkıyı, Açık Radyo, özellikle Irak işgali ve 1 Mart tezkeresi döneminde epeyce çalmıştır.
Edebiyat öğretmenlerimizden Aysan Hanım ise, okul hayatı dışında başka bir takım zorluklarla mücadele ettiğimi fark etmiş tek öğretmenimdi. Yıllar sonra, kurduğum öyküsü benimkinden çok farklı ama ‘halleri’ epey otobiyografik unsurlar taşıyan Maya adlı romanım yayınlandığında beni arayıp bulmuştu. Nilüfer Göle’den de bahsetmeliyim. Boğaziçi’nde sosyolojiye başladığım yıl, o da Fransa’dan yeni gelmişti. Bana her zaman esinler vermiştir, onun toplumsal olaylara mesafeli ve belli bir ironi içinde bakabilme yöntemleri bize çok şey öğretmiştir. Son dönem biraz ona uzak kalsam da, bende bıraktığı iz çok kıymetlidir.
19 yaşımda, babam son evliliğini yaptığında yeni bir eve çıktım. O vakitler Teşvikiye’de bile çok yoktu böyle resmi olarak yalnız yaşayan kızlar. Ve çok çok uzun yıllar boyunca, her yeni gelen üvey annenin kendince dekore ettiği, şiddet dolu yıllarımın geçtiği o evin önünden hiç geçemedim. Rüyalarımdan ise hiç eksik olmadı. Şöyle toparlayayım mecazi olarak: ‘Yeni bir dil öğrendim, doğurduğum her anneden.’ Baba mevzuu daha çetrefilli, zaten artık hayatta değil, bunu burada keseyim.
- İçinde büyüdüğünüz Teşvikiye’nin halleri nasıldı?
Teşvikiye’deki laik, cumhuriyetçi, Batılı çevrelerin oturduğu apartmanların pek çoğunun girişinde kırmızı halı seriliydi. O halının metaforik olarak yıllar içinde solan rengini, nasıl lime lime olduğunu, size ulusalcılığın şuursuzca geliştiği bu mahallelerde tüm detaylarıyla anlatabilirim. Korku siyasetinin en kolay uygulandığı kitleler onlardır. Onların korkularından nemalanarak muktedir olmaya çalışanların ilk adresi hep bu kendine çağdaş ve ilerici diyen kitleler olmuştur. Neye alet olduklarını pek çoğu hâlâ bilmek istemiyor maalesef. Bunların bir kısmından da yine öykü olarak değil ama ‘hal’ olarak Ateş ve Bahçe adlı romanımda ve Gecenin İkinci Rüyası adlı deneme kitabımda bahsettim.
Babaannemin 60 yıl boyunca oturduğu apartmanda Canan Hanım adlı bir komşusu vardır. Anılarımı halen canlı tutar. Genç yaşta dul kalmış, çocuklarını zorluklarla büyütmüştü. Teşvikiye’den hicret niyetiyle Anadolu yakasına gitmek için ayrılırken yalnızca ona veda ettim. Her yeni yıl geldiğinde bana evladiyelik kalıbıyla kek yapıp yollar. Bir keresinde “Biz İzmir’de eşimin ailesinin yanında olacağız” dedim. Yok, o zaman iki tane vereyim, oraya da götürürsün dedi. Adım başı kek satılan bir büyük şehirden bahsediyoruz nihayetinde. Gerek yok diye itiraz edecek oldum, beni bir kapıya sürükledi. “Bak içeri” dedi. Bir baktım, aynı kek kalıbından çıkmış onlarca kek. Yeni yıl için etraftaki konu komşuya yollanmayı bekliyor! Her şeyin standardize olduğu, tat ve koku genleriyle kimyasal keklerin satıldığı bir dünyada ben halen Canan Hanım keki yemekteyim.
- Abdi İpekçi’nin öldürülmesinin sizdeki karşılığı nasıl oldu?
Abdi Bey öldürüldüğünde ben 11 yaşımdaydım. O bilinenin aksine benim değil, babamın amcasıdır. Kendisiyle pek bir anım olmadı sağlığında. Ama kızıyla yıllar sonra can dostu olduk. O günü çok net hatırlarım çünkü tüm aile babamı arıyordu, ama babam kimseye söylemeden uzun süreliğine uzaklara seyahate gitmişti. Ben de birazdan gelir eve filan diye idare etmeye çalışmıştım ve ne yapacağımı bilememiştim. Yani benim derdim başımdan aşkındı.
Şiddetin sokağa indiği bir ortamda Abdi Bey vuruluyor ve ailenin yüzü bir daha hiç gülmüyor. Çünkü yakın akrabalar dahi ne olup bittiğini anlayamıyor. Mahkemeler boyunca bir takım provokatörler milliyekçilik naraları atıp İpekçi’nin biçare eşi ve kızını taciz ediyorlar. Bunlar haber dahi olmuyor. Nasıl olsun ki! Bir tarafta sol ulusalcı gruplar var. Abdi Bey’i en başından liberal bulup eleştirenler. Onu komünist bulmayıp eleştiren solcular var. Kendisine attıkları iftiraları tekrarlamak dahi istemem.
Bir yanda da sağ muhafazakârlar var, Abdi beyin kökeni yüzünden öldürüldüğüne inanananlar. Zaten bu onlara durmadan telkin ediliyordu birtakım becerikli elemanlar tarafından. Yani tıpkı Hrant Dink Ermeni diye öldürüldüğündeki gibi bir gerekçe olarak olağan bulabiliyorlardı bu cinayeti. E madem Selanikli Abdi Bey Yahudi dönmesi, mutlaka bize zararı vardır, öldürülebilir diye düşünüyorlardı. Kimsenin aklına 80 ihtilalini yapabilmek için devletin içinde tezgâhlanan ortam olgunlaştırma operasyonlarından biri olduğu gelmiyordu bu cinayetin.
Tabii bütün bunları ve burada anlatamadığım çok daha fazlasını Abdi’nin çocukları ve eşi çok derinden yaşadı. O yüzden Hrant katledildiğinde Abdi Bey’de yaşanan acıların çok benzerini tattık. Sadece Hrant katledildiğinde değil tabii... Her siyasi cinayette benzer bir şey oldu. Ne zaman katili Ağca’dan filan bahsedilse, devletin onları koruduğu söylense, sağcı kanaat önderleri bize öfkeleniyorlardı. “Hep solcuların katilleri gündeme geliyor. Bizim de katillerimiz var!” diyorlardı. Haklılar. Ama bunun hesabını neden maktulün ailesine soruyorsunuz ki! Biz hep yalnızdık. Ve aslında biz denilecek kadar bile kimse yoktu bu acıyı yaşıyan. Abdi’nin çekirdek ailesi dışında…
Hrant Dink cinayeti ise bunca yıl devam eden ve faili meçhul bırakılan siyasi cinayetlere feda edilmiş maktul ailelerinin çektiği yalnızlıkları bir araya getirdi. Artık yalnız değiliz. Kirli oyunları biliyoruz. En somut delil biziz. Bizzat yaşadıklarımız. Ve artık her kesimin mağduru ilk kez bir araya geldi, çoğaldık. Ne çok acı varmış dedik birbirimize ilk kez. Bu topraklar ne çok yarım kalmış vedayı barındırıyormuş.
İpekçi kardeşlerin çocuk ve torunları birbirinden son derece kopuk yaşar. Hatta pek tanışmazlar bile. Yedi kardeşler. Her birinin çocuğu torunu bir yerlere dağılmış. Aile içinde büyümediğim için halen Teşvikiye’de oturan ve soyadı İpekçi olan bir iki kadından bahsedildiğinde, onlarla tanışmamış olduğumu fark ederim. Benim anne tarafım Selaniklilerden değil. Annemin dedesi Erzincan Eğin’li. Anneannesi Çorumlu. Bambaşka bir kültür, coğrafya... Ama dedem, babası kadı olduğu için İstanbul’da büyüyor, annem de burada doğuyor. Geçen yıl Eğin’e gidip orada ismimizi bilen akrabaları bulmak müthiş bir hediye oldu bana.
- “Abdi İpekçi’nin yeğeni olmak” olarak algılanmanın sizdeki karşılığı nasıl oldu?
Benim için Abdi Bey daha çok kaçınmam gereken bir isim olmuştu 80 ve 90’lar boyunca! Çünkü Boğaziçi’nde sosyoloji bölümüne başladığım yıl, bir dergi grubunda muhabir olarak çalışmaya başlamıştım. Herkes bana Abdi İpekçi’nin nesi olursun diye sorardı. Nesi olduğumu dahi tam bilemezdim. Ama onun ismini kullanarak hiçbir işe girmediğim ve girmeyeceğim için, hep mesafeli davranırdım, böyle yaptığımı sanmasınlar diye. 14 yıllık gazetecilik dönemim boyunca sadece bir kere bu korktuğum şey başıma geldi. Abdi Bey benim için eşsiz biriydi diyerek önümde eğilmeye kalkan bir yayın yönetmeninin teklifini reddettim. Çok önem verdiğim bir iş görüşmesiydi ve çok istiyordum orada çalışmayı. Ama vazgeçtim.
- Boğaziçi sosyolojiden sonra gazetecilik yapmaya başlıyorsunuz. Mesleki halleriniz nelerdi? Bu hallerin yarattığı kırılma noktaları nelerdi?
Gazetecilikte pek çok ilk yaşıyorsunuz, bazılarına alışıyor, bazılarına hiç alışamıyorsunuz. Halden hale geçişleriniz hiç bitmez gazetecilikte. Aklıma gelen ilk kırılmalarımdan birini Aktüel dergisinde çalıştığım dönemde yaşadım. Alper Görmüş’lü, Alev Er’li, Gülay Göktürk’lü bir dergiydi. Daha bugün iyi gazeteci olan pek çok isim vardı. Rahmetli Ercan Arıklı’nın Nokta’dan sonraki en ididalı projesiydi. Mehmet Yılmaz liderliğinde başladığında yıl 91’di. İkitelli’ye ilk gelen Sabah grubuna aitti bu dergi. Akıllı binayla ilk tanışmamız... Gelişim yayınlarında saman kağıt, daktilo ve ince belli çay bardağıyla çalıştığımız ortam tarihe karışmıştı. Artık turnikelerden kartla geçip içeri giriyorduk. Yanı başımızdaki Hollanda’dan ithal çiçeğin bedeli bizim maaşımızdan fazlaydı.
O dönem çok kanallı televizyonlara yeni geçiliyordu. Her şeyin çok içindeydik. Meğer biz böyle yeni medyacılıkla filan oyalanırken kameraların çeşitlendiği bu dönemde kameralardan saklanan nice kıyım yaşanıyormuş Güneydoğu’da. Bunu çok geç fark edecektik. Benim için bir başka kırılma 93’deki Madımak faciasından sonra yaşandı. Hükümetlerimizin askerden izinsiz hareket etmediğine dair yaptığımız bir kapak aynı dönemde çok eleştiri almıştı.
Yine aynı dönemde laik kesimin tabiriyle ‘dinci belediyeler’ dönemi başladı. Bunun normal bir süreç olabileceğini ve karafatma denilen kadınların da çalışıp üreten insanlar olduklarını ima eden haberlerimiz hep cumhuriyetçi elitlerden eleştiri alırdı. Ardından Kemalizm ve cumhuriyet tartışmalarındaki ezber bozan tutumumuz... Bütün bunlar memleket meselelerinin iç yüzüne dair kırılmalar yarattı bende. Sonra Yeni Yüzyıl’ın ilk döneminde de o gazetede bulundum. Bugünkü duruşumun filizlendiği dönemlerdi. Bize okutulan hiçbir şeyin öyle olmadığını fark ettiğim dönemler.
Bir başka kırılma 28 Şubat dönemiydi. O vakit Hürriyet binasında, Gazete Pazar adlı özerk bir gazete yapıyorduk. Yaptığımız bazı haberler yüzünden aldığımız ikazlara tanık oldukça, bu ikazların çıkış merciini ilk kez tahayyül etmeye başladım. Sonradan fark edeceğim bazı televizyon programcılarının nasıl o döneme çanak tuttuğuna tanık oldukça, dizi dizi kırılmalar oldu bende diyebilirim. Bu süreçte iki ekonomik kriz yaşadım. Birinde editör, diğerinde yazı işleri müdürüydüm. Üstlerimin eleman atma gereği yüzünden nasıl zor durumda kaldıklarını gördüm, aynı anda medyayı kullanarak kriz zengini olanlara patronlar tarafından nasıl boyun eğildiğini de gördüm.
98 yılında Maya adlı romanımı bir ilk yarışmaya yollamıştım, birincilik ödülü alınca kitap olarak basıldı. Bu çok büyük bir kırılma oldu hayatımda. Çünkü eşim Semih Kaplanoğlu ile bu vesileyle tanıştım. Sonra da gazeteciliği bıraktım. Tamamen yazarak devam ettim hayata. Bir diğer kırılmayı 11 Eylül’le yaşadım. O vakitten beri Radikal İki’de başladığım gazete yazarlığına Taraf’ta ve Zaman’da devam ettim.
Hayatımdaki önemli kırılmalardan birini Hrant’ın katledilişiyle yaşadım. Cenaze yürüyüşünde durmaksızın insanların yüzüne bakıyor ve ağlıyordum. Çünkü hayatımda ilk kez bu kadar sahici yüzleri, bu kadar insani ifadeleri bir arada görüyordum. O gün orada bizi bir arada tutan kadim bir ruhun canlandığına tanıklık ettim. Ne tarihseldi tam olarak, ne felsefiydi, ne coğrafiydi... Bunların çok ötesindeki bir alana açılmıştık sanki. Ve elimizi taşın altına koyma konusunda hiç tereddüt etmedik o dönemden sonra. Onca iftiraya, bezdirmeye göğüs germemizde Hrant’ın anısının rolü vardır mutlaka.
Bir başka kırılmayı Nokta’nın “Darbe Günlükleri” kapağıyla yaşadım. Dergi yayın yönetmeni Alper Görmüş’ün önünde duruyordu, ertesi gün piyasaya verilecekti. Ben o gün bir yazım nedeniyle dergideydim ve birçok gazeteci bunun çok önemli bir haber olduğunu, mutlaka kullanacaklarını söylediler Alper’e. Ertesi gün ise kimseden gür bir ses çıkmadı. Sonrası malum, Ergenekon süreci...
Son kırılmam Silvan saldırısından sonra, Uludere’yle oldu. Uludere faciasından sonraki siyasi tutumlar bende ‘ciddi’ yazılarımın karakterinde köklü bir değişiklik yapma ihtiyacı doğurdu. Ne kadar süreceğini kestiremiyorum ama adalet ve hakkaniyet mücadelesini güzelliği çoğaltan kelimelerle sürdürmenin de bir çeşit direniş olduğuna vardım. Uludere çukurundan henüz çıkmadık. Ve ondan sonra üst üste felaketler geldi. İnsanlığımızı alçaltan zulümleri dilime dolayarak mücadele etmenin kendi adıma anlamsızlığına vardım. Artık birlikte güzelleşebileceğimiz bir dili çoğaltma gayretindeyim kendi çapımda.
- Bir de ibadet halleriniz var. Size yaşattığı dönüşüm ve değişimler neler?
On bir veya on iki yıl kadar oluyor. Kitapçıda bir rafta şöyle bir kitap buldum: Harflerin İlmi. Harfler ve kelimelerle yaşayan biri olarak ilgiyle aldım eve getirdim. Baktım, içinde elif, lam, mim, nun, sad, ra gibi Arap harflerinin batın anlam katmanları, ebced hesapları filan anlatılıyor. Bense o vakitler bırakın henüz Kuran okumayı, bu harfleri dahi bilmiyordum. Fakat okumaya başladıkça inanılmaz bir kalp açılışı oldu bende. ‘Varlık bir harftir, sen onun anlamısın’ diyordu kitabın yazarı.
1240’da vefat eden en büyük İslam mutasavvıflarından İbn Arabi’nin Mekke İlhamları adlı 18 ciltlik eserinin içinde yer alan bu Harflerin İlmi adlı bölümü müstakil kitap olarak basmışlardı. Ve kitabı vecd halinde her satırın altını çizerek, defalarca okudum. Bitirdiğimde ‘ben Müslümanım’ demeye başlamıştım. Büyük arifler her çağda ‘canlı’dır! Tecrübelerle sabit! Çünkü şahitlikleri kalpten kalbe geçişlerle devam eder. Bu dönüşümün öyküsünü değil ama ‘haller’ini Başkası Olduğun Yer adlı romanımda ifade etmeye çalıştım.
Müslim olmak, teslim olmak demek aynı zamanda. Hakikatin birliğine... Tek kelimeyle aşka şahitlik etmek. İnsan, aşk üzere var olmuş, kainatın ruhu olarak, varlıklar içinde sonuncu sırada gelmiştir. Ve Yaratan’ın en güzel suretidir insan. İnsanlığın tek dini, bu aşk şahitliği olduğunu fark ettiğimde müthiş bir hayret ve hayranlık duymaya başladım. “Hayret hayret” der İbn Arabi: “Bu ne güzel bir bahçe. Tam da ateşin ortasında. Tüm suretleri kabul eder hale geldi kalbim. Ceylanların otlağına döndü, rahiplerin manastırına.”
Neye inanırsanız inanın, eğer hayatınızın bir anında insan hakikatinin ‘bir’ olduğunu fark ederseniz: Dinlerin çeşitli sanılması, şeriatlarının mizaçlara göre farklı olması ihtiyacından kaynaklanıyor, bunu idrak edersiniz. Farklı suretleri tek bir aynada görmeye başladıkça, farklılıklar ortadan kalkmıyor, olduğu gibi var oluyorlar. İslam’ın neden sayısı 124 bine varan tüm peygamberleri ve getirdikleri mesajı hak kabul ettiğini anladığımda çok şaşırmıştım. Çünkü daha önce bir dinin diğerine tahakküm etmesini zaten katlanılmaz bulurdum. Tabii din adına zulmedenlere bakarak bu zulümleri dine maledenler de maalesef bu yüzden çok fazla.
Su, ateş, hava ve topraktan oluşarak, varlığın tüm aşamalarından geçerek insanlaşmaya geldik. Bu dünya bir uğrak yeri… Buradaki yolculuğumuzdan maksat nefsimizi ruh kılabilmek. Yani kâmil insan olabilmek. Etrafımızdaki tüm bu saydığım bitki, hayvan gibi varlıkların şükrünü eda ederiz namaz kılarken. Çünkü kainatın tüm varlıklarının hareketini yalnızca insan bütünüyle gerçekleştirebiliyor. İnsanlığımızı alabilmek için vücudumuzla burada mevcud bulunuşumuzun bilgisi vicdanımıza nakşolunmuştur. Bildiğimizi gösterebilmek ise ibadetle mümkün ancak.
Kamil insan olma yolculuğunda iyi bir sevgili olabilmek için, aşık olmamız gerek. Aşık olmadan iyi bir sevgili olamayız diyorum hep. Aşk, ‘seven’ ve ‘sevilen’i bir kılar. Yunus Emre’nin, Niyazi Mısri’nin, Mevlana’nın, İbn Arabi’nin sözleri kalbimizde tüm kimliklerin, kökenlerin, düşünce ve inançların ötesine geçiyor, bizi kalpten kalbe geçişlerin mucizesinde buluşturuyor.
Hakikatin diyalektiğinden (güzel çirkin, iyi kötü gibi) hakikatin birliğine tüm farklılıkları ve sonsuz çeşitlilikleri kapsayarak varabiliyoruz. Zıtlıklar bütünleniyor. Nereye dönersek dönelim, Yaratan’a bakıyoruz. O uzakta, dışımızda değil, bize şah damarımızdan yakın. Zerre boşluk yok yaratılışta. Her şey O... Biz O’ndanız ve faniyiz, faniliğimizin şuuruna vardıkça, varoluş sırrımızı nurlandırıyoruz. Bunlara daldıkça, kıyısız bir okyanusa dalıyorsunuz. Ve okyanusta damla olmanın sorumluluğunu duyuyorsunuz.
- Anadolu toprakları yüz yıllardır birçok kültür ve milleti ağırlamış. Böylesi bir coğrafyada 1915 Ermeni Soykırımı, mübadele, Dersim Katliamı, 6 -7 Eylül ve Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar devam eden, hem tarihi hem de güncel yönleri olan Kürt sorunu… Devlet aklıyla gerekleşen, tektipleştirici bütün bu zulümlerle yüzleşmemiz ve birbirimizle barışmamız sizce nasıl mümkün? Hangi değerler rehberliğinde birbirimizle halleşebiliriz?
Kalbin dilini konuşmaya cesaret edeceğiz. O hepimizin anadili. Kimse bize öğretmeden biliyoruz. İçimizden... Ama üzerini sayısız kez çizmişiz, okumakta zorlanıyoruz. Ve aramızda bunu konuşmaya kalkanlar olduğunda onları susturmakla kalmıyor, iftira da atıyor bazılarımız. Yine de ısrarla devam edeceğiz bu anadilin alfabesini hatırlamaya, hatırlatmaya. Birlikte güzelleşmemizin başka yolu yok.
İki örnek vereyim. Hrant Dink ile Doğu konferansı oluşumuyla gittiğimiz Ortadoğu kentlerinde arkadaşları ona takılıyordu. “Her yerde Ermeni arıyorsun, biraz da başka şeylerle ilgilen” diyorlardı. Beyrut’ta bir Ermeni matbaacı bulmuştu mesela. Tarihin toprak altında kalan suskun dilinin peşindeydi o. Kendine ait bir parçayı hep uzaklarda arıyordu. Ve onun cenazesinde canlandığını fark ettiğim ve az önce sözünü ettiğim o kadim ruhun yok olmadığını biliyordu. Onun konuştuğu bu anadili kimsenin susturamayacağını düşünüyorum. Çünkü insanın kalbindekini kimse çalamaz. Bir başka örnek daha vereyim. Yine Ermenilikle ilgili olsun. Zira en çok bunu konuşmamız gerekiyor. Bunu kalbimizden konuşabilirsek, sizin sorduğunuz yüzleşmelerle ilgili her şeyi konuşabiliyoruz demektir.
Erivan’da soykırım müzesini gezmeye şu an artık aramızda olmayan Leon Cakoff adlı Ermeni bir arkadaşımızla birlikte gitmiştim. Ailesi Maraşlı’ydı. Annesi tehcir günlerinde Suriye çöllerinde doğmuştu, kendisi ise Halep doğumluydu. Fakat Brezilya’da yaşıyordu, Sao Paulo Film Festivali’nin yöneticisiydi. Müzeyi gezdiren rehberin belli bir şablon içinde ezberlediği tarih, kişisel tanıklıkları değil, devletlerin klişeleşmiş resmi dilini konuşuyordu.
Zulüm apaçık ortadayken, o politik dil, siyasi bir çatışmaya yolluyordu biz ziyaretçileri. İnsanlığın şarkılarından, dualarından, ağıtlarından, özlemlerinden, yarım kalmış vedalarından çok uzağa düşürüyordu bizi. Kim kimi ne kadar kesti, kaç kişi kaldı, devlet ne yaptı, ne yapmadı, zaten Türkler hep böyledir... Gibi bizdeki ulusalcı ve milliyetçilerin de kullandığı kaba bir söylem. Leon da bu dilden rahatsız olmuştu ki, beni Türk olduğum için teselli etme gereği duydu. “Üzülme” dedi bana, “dünyanın her yerinde, her millette katleden zalimler ve mazluma el uzatanlar vardır.”
O da biliyordu, zulmedenin kökeni, ırkı yoktur, hiçbir kimliği yoktur zalim olmaktan başka. İşte kalbimizi, belleğimizi, anılarımızı, vicdanımızı imha ederek bizi habire kökenlerimiz, dinlerimiz, ırklarımız üzerinden çatıştırarak tahakküm niyetiyle ortam olgunlaştırmaya çalışanlara inat bizi buluşturan dil!
- Sıkıldığınızda, bunaldığınızda sığındığınız, kaçtığınız yerler nereler? Kendinizi o sıkılmış, sıkışmış hallerden nasıl çıkartıyorsunuz?
Eşim Semih’le uzun yolculukar yaparız arabayla. Bir keresinde bir aydan fazla sürdü yolculuğumuz. Usul usul doğuya gittik. Farklı yaşantılara tepeden uçakla inmek yerine, giderek dahil olduğunuzda, kıyafetlerin, ifadelerin, iklimin, bitkilerin, geleneklerin değişimine tanıklık ettikçe, hayat sizi çoğullaştırıyor. Ev içlerine kaçarım sonra. Hep aynı koltuğa dönmeyi, koltuk ile sehpa arasında bitmeyen gidiş gelişleri, dışarı açılan pencereden uzaklara bakmayı severim. Mutfağa kaçarım. Fırın yemekleri yapmaya, pasta yapmaya kaçarım. Birkaç ay önce Anadolu Hisarı’na taşındık. Bahçeye kaçıyorum, ceviz, erik, incir ağaçlarına... Ihlamur ağacına kaçıyorum. Boğaz’ın akıntılarına dalıyorum. Eskiden önünden geçerdim anılarımın. Şimdi karşıdan bakıyorum. Uzun yürüyüşler yapıyorum. Bir de seher vakti ibadetlerimi uzun tutuyorum. Dua etmek, Yaratıcı’mızla konuşmak demek. “Kendini bilen Rabbini bilir” hadisine gönderme olarak söyleyeyim: İnsanın Rabbini bilme serüveni ömür boyu sürüyor. Kendimizi bilme konusunda çoğunlukla ‘prova hali’nde kalıyoruz çünkü.
Şapgir'de bu hafta;