Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Fotoğrafçılıkla geçirdiğim şu otuz yıl içinde, fotoğrafını çekip, tabedilmiş hâlini hediye ettiğim sayısız insan oldu. Onları fotoğraflama şansı bulduğum için hep minnettarlık duydum. Bu fotoğrafların o insanlara ait olduğunu düşündüğüm için, onlarla paylaşmam gerekiyor zaten. İlk zamanlarımda, sokakta fotoğrafını çekebileceğim, ilginç birini görünce çok heyecanlanırdım. Hâlâ aynı heyecanı duyuyorum ama o zamanlar yalnızca filmle, analog çekim yapılabiliyordu. Bir kare çeker, tanık olduğunuz o anın hafızasını zihninizde taşır, filmin işlenmesi için makinedeki rulonun bitmesini beklerdiniz mecburen. Hatta ondan sonra da, işlenen filmi karanlık odada ya da bir laboratuvarda tabettirmeniz, yani biraz daha beklemeniz gerekirdi. Çektiğiniz karelerden kaçının iyi, kaçının kötü olduğunu ancak o zaman görebilirdiniz. Dijital fotoğrafçılıktaki gibi, çektiğiniz şeyi ânında görebilmek gibi bir rahatlık yoktu. Bu yüzden sokaklarda fotoğraf çekerken heyecanlanır, film rulosu biter bitmez, sık sık çekim yaptığım mahalledeki ucuz laboratuara giderdim; orada filmi işler, ucuz, küçük fotoğraf kâğıtlarına basarlardı benim için. Zamanla o laboratuar, daha hızlı film işlemcileri ve yazıcılarla donanımını geliştirdi. İş öyle bir noktaya geldi ki, bazen film rulosunu bitiriyor, laboratuvara koşup fotoğrafları tabettiriyor, bir saat içinde götürüp, fotoğrafını çektiğim kişilere veriyordum. Hep memnun olurlardı, çünkü hem bedavaya veriyordum fotoğrafları, hem de o ‘analog’ zamanlarında pek kimsede fotoğraf makinesi yoktu. Basılı fotoğrafa değer veriliyor, fotoğrafçılara saygı duyuluyordu. Karşılıklı bir memnuniyetti bu; ben bir kare yakalayabildiğim için, onlar da ellerinde yakaladığım karenin basılı bir yadigârı kalacağı için memnun olurlardı. Yıllar içinde, insan hikâyeleri ararken, fotoğraf paylaşmanın çok faydasını gördüğümü fark ettim. İnsanlar kimi zaman, onlara verdiğim fotoğraflara bakınca kim olduğumu, merceğimle neyin peşine düştüğümü görüyordu. Genellikle, fotoğraflarda onları hangi hâlleriyle yakaladığımı görünce kötü bir niyetim olmadığını anlıyor, bana güveniyor, kendi dünyalarına açılan kapıyı benim için birazcık aralıyorlardı.
Yıllar boyu, fotoğrafını çektiğim insanlarla bunların basılı hâlini paylaşmak için çok para harcadım ama bunun karşılığında çok da teşekkür aldım. Bu konuda yalnızca iki kez olumsuz tepkiyle karşılaştım. Biri uzun hikâye, bu yazıya sığmaz; öbürü, burada gördüğünüz fotoğrafla ilgili. İstanbul’a yeni taşınmıştım, ta Beylikdüzü’nde oturuyordum. Beyoğlu’na gittiğim bir gün, İstiklal Caddesi üzerindeki bir lokantada çalışan bu üç aşçıyı aralarında konuşurlarken görüp fotoğraflamaya başlamıştım. Durumu fark edince bana gayet sıcak yaklaşmış, dostça davranmışlardı. Onlarla tanışmak, ben Türkçe bilmediğim, onlar da İngilizce bilmediği hâlde sohbet etmek çok heyecanlandırmıştı beni. Vedalaşmadan önce birkaç kare daha çekmeme izin vermişlerdi. Yanlarından içimde hoş bir duyguyla ayrılmıştım. İki hafta sonra, elimde tabettirdiğim fotoğraflar, neşeyle lokantanın yolunu tuttum. Her fotoğraftan üç kopya yaptırmıştım, üç aşçıya da hepsinden verebilmek için. Lokantaya varınca pencereden içeri baktım. Yemek pişiriyorlardı. Önce beni fark etmediler. İçimden “Beni görünce kim bilir nasıl sevinecekler” diye geçirerek beklemeye devam ettim. Bir ülkeye yeni gelmiş, yeni arkadaşlar edindiğini düşünen birinin duyabileceği türden bir heyecan… Nihayet, sol taraftaki aşçı beni gördü. Kocaman bir gülümsemeyle el sallayarak, elimdeki zarfı gösterdim. Aşçı cama yaklaştı, selam bile vermeden Türkçe bir şeyler söyledi. Belli ki beni hatırlayamamıştı. İngilizce olarak “fotoğraflar” diyerek zarfı açtım, ona fotoğrafları gösterdim. Yüzü şaşkın bir ifade aldı. “For you” (senin için, sana) deyip, işaretlerimle fotoğrafların ona ait olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu kez ciddileşti, “no want, no want” (yok istemek, yok istemek) dedi. Şoke olmuştum. Ben “For you, for you” demeye devam ederken o da ısrarla reddediyordu, rahatsız olmuş gibi bir hâli vardı. Hediyemi neden kabul etmediğini anlamıyordum, afallamıştım. Bu böyle birkaç saniye sürdü. Aşçı “no want… no give money” (yok istemek… yok para vermek) deyince anladım meseleyi. Fotoğraflar için para istediğimi düşünmesine çok sinirlendim. Aşçının beni zar zor hatırlamış olması bir yana, jestimin yanlış anlaşılması beni büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Zarfı zorla eline verdim, öfkeli bir şekilde “no want money, no want money” (yok para istemek, yok para istemek) deyip oradan uzaklaştım.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz