CHP Genel Başkan Yardımcısı Gülseren Onanç, son günlerde Kürt sorununa çözüm önerileri ve BDP Kongresi’ne katılmasıyla adından söz ettirdi. Partisini tutucu ve devrimcilikten uzak bulan Onanç, “CHP kendini devrimci diye tanıtıp hiç devrimci olmayan bir parti. Bizim altı okumuzdan biri devrimcilik, oysa devrimcilik sürekli kendini sorgulamak ve yenilemek demektir” dedi.
Meclis’te arzu edilen diyalogu kadın milletvekilleri başardı
karinkarakasli@agos.com.tr
Siyasetin gri erkek dünyasında kıpır kıpır bir kadın var bir süredir. Çocuksu coşkulu enerjisini, iş kadınlığından gelen kararlılık ve güçle birleştiriyor. Başarılarla dolu iş hayatında sayısız marka geliştiren Gülseren Onanç, Türkiye Kadın Girişimciler Derneği’nin (KAGİDER) kurucuları arasında yer aldı. 2007′de ise KAGİDER Başkanı oldu. Kadın hareketine iş kadınlarının desteğini sağlayan Onanç TBMM Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun kurulmasında da aktif rol aldı. 2010 yılının sonunda, CHP Parti Meclisi’ne seçilmesiyle bu görevini bırakan Gülseren Onanç halen MYK üyeliği ve CHP Genel Başkan Yardımcılığını yürütüyor. Son dönemde Kürt sorununa ilişkin çözüm önerileri, BDP kongresine katılımı ve sivil toplum girişimleriyle dikkat çeken Gülseren Onanç’la siyaset dünyası, aktivizm deneyimlerini, karşılaştığı zorlukları ve umutlarını konuştuk. Tek bir bireyin başarabileceklerinden güç alalım diye.
• Gülseren, iş hayatı ve sivil toplum örgütü KAGİDER sonrası aktif siyasete geçme kararından başlayalım mı? Hangi hâletiruhiye neden oldu bu geçişe?
Genelde bir çaresizlik hali var bende. Bir dolu yol arıyorum kendime. Bu noktada aslında Hrant Dink’in benim hayatımda ne kadar belirleyici bir kişilik olduğunu anlatmam lazım. Onun katli bende de çok önemli bir dönüm noktasıdır. Ben o sırada KAGİDER Yönetim Kurulu üyesiydim. Seçimlere iki üç ay vardı. Aslında başkanlık için adım geçiyordu ama ben özellikle bir plan yapmamıştım. Ama onun katli bende vicdanımla yüzleşme, bu toplumda mutlaka bir şey yapmalıyım aciliyeti ve sorumluluğu oluşturdu. Birden orada yapabileceklerim ete kemiğe büründü. O açıdan eğer benim bir aktivist, daha sonra sivil toplum yöneticisi şimdi de siyasetçi gibi bir kariyerimden söz ediyorsak, bunda Hrant Dink’in öldürülmesi ve daha sonra tanıdığım Hrant Dink kimliği çok belirleyici oldu.
• Yapılabilirliklerin çapını esnetme açısından bulunduğun pek çok yer gibi KAGİDER’in de sınırlarını zorladın zamanında. Dolayısıyla o süreçte ne gibi zorluklarla karşılaştın? Nasıl bir yapıydı KAGİDER?
Benim herhalde hep mücadele ettiğim şey sürekli bir ezberin, bir statükonun kabulüne karşı oldu. KAGİDER’deki kadınlar çoğunlukla bir şekilde hayatın mücadelesini verip var olabilmiş kadınlar. Türkiye’de kadın girişimci olabilmek aslında statükoyu sorgulayan güçlü bir kadın kimliği gerektiriyor. KAGİDER’de işte bu güçlü damarı buldum ve buradan topluma etki edebilmeyi seçtim. Siyasette ise İstanbul-Ankara çelişkisi var elbet. Siyasetin dili, hâkim güçleri sivil toplumu uzak kalmaya iten bir dil ve pratik üzerine kurulu. Dolayısıyla KAGİDER’de kadınlar bir şeyleri değiştirmeyi istiyorlardı ama bunu siyasete fazla bulaşmadan daha küçük alanlarda yapmak istiyorlardı. Oysa ben gördüm ki, eğer o siyaseti, genel kanıları değiştirmez isek toplumda gerçekten hayal ettiğimiz etkiyi yapamayacağız. Kadının eşitlik ve özgürlük mücadelesini bu siyasi hâkim dille mücadele etmeden, sistemin kanallarına girmeden vermek değil, bunu anladım. KAGİDER’i daha siyasi bir dile evirmek bizim grubu ürkütüyordu. En çok aslında bu sınırı zorladım orada. Karşılığında ise çok güzel kazanımlar elde ettik.
• Seni KAGİDER deneyiminde en çok heyecanlandıran ne oldu?
O dönem Başbakan’a bir genelge imzalattık. Bu genelgenin içeriğini tamamen kadın örgütleri tarafından kaleme alındı ve şunu söylüyordu. Bundan sonra bütün kamu kurum ve kuruluşlarında işe alımlarda mutlaka eşitlik ilkesi gözetilecek. İki eşit aday arasında ise öncelik pozitif ayrımcılıkla kadın adayın lehine olacak. Bu süreci keyifli ve başarılı bir dönem olarak hatırlarım. Sonra bu genelgenin takibi için Ankara’da iki de toplantı yaptık ama maalesef sonradan çok da hayata geçmedi. KAGİDER olarak düzenlediğimiz kadın girişimci yarışmaları da beni hep çok mutlu etmiştir. Oraya gelen başvurular, bizim son yirmi kişiyi değerlendirdiğimiz toplantılar ve Anadolulu kadınlarla buluşmamız, o kadınların gözünde varoluş mücadelesini görmek bana hep umut verdi.
• Peki, bu kadar tavizsiz bireyken çok köklü ve kurumsal bir partide ne gibi çatışma alanları ile karşılaştın? Nerelerde zorlanılıyor, nasıl çıkış buluyorsun?
Ben yaptığım her şeyi etkili olsun diye yapan birisiyim. Dolayısıyla bu açıdan iş kadınlığımdan gelen bir hesap yapma alışkanlığım var. Benim hayal ettiğim dünyaya yaklaşmak da o anlamada bir fayda. Verdiğim zamanı partime, topluma sunacağı katkıyla karşılaştırmak da fayda. Siyasete baktığım zaman ise bu noktanın pek gözetilmediğini görüyorum. Bir sorun otuz yıl devam ediyor. Kimse dönüp otuz yılımızı, elli bin insanımızı kaybettik, diye bakmıyor. CHP 89 yıllık çok köklü ve kendine özgü düşünce ve davranış biçimleri ile yerleşik bir taban algısı olan bir parti. Ben buraya CHP nasıl etkin bir parti olur, kaygısıyla geldim. CHP’nin özündeki bazı temel değerleri sahipleniyorum. Atatürk’ün kurduğu ilk parti olmasını, sosyal demokrasi ilkesini, daha çağdaş bir hayat hayal etmesini, kadın erkek eşitliğine verdiği değeri önemsiyor, partiyi bu değerler üzerinden güçlendirmek istiyorum.
• Katılmadığın, değişmesi için çaba harcadığın noktalar hangileri oluyor?
CHP kendini devrimci diye tanıtıp hiç devrimci olmayan bir parti. Bizim altı okumuzdan biri devrimcilik, oysa devrimcilik sürekli kendini sorgulamak ve yenilemek demektir. CHP bu değişimi sağlayabilen bir parti değil ve bu da bana uygun bir şey değil. CHP’de yine o devrimciliğin hâkim olmamasından kaynaklanan altı okun okunmasında bir takım tutuculuklar var. Dünya Türkiye değişirken bu değişimleri okumayı engelleyen algılar var. Ve bu da çözüm üretmeyi engelliyor. Benim hep yaptığım şeyse anlamaya çalışmak. Hiçbir yargı gözetmeksizin, daha önceden bana söylenen ya da dayatılan görüş ve yaklaşımları bir kenara bırakıp insan olarak soruna doğru gitmek.
• O zaman en çok çözüm bekleyen meseleden Kürt sorunundan devam edelim. Bu noktada parti birbiriyle çelişen, neredeyse taban tabana zıt görüşlerden oluşan karışık bir tablo sergiliyor. Sen ise özerk bölge tartışılmalı, anadilde eğitim bir çocuk sorunudur gibi çok farklı ve insan boyutunu öne çıkaran söylemlerle ortaya çıktın. Senin açından gündemi ve partinin Kürt siyasetini nasıl değerlendirdiğini öğrenmek isterim.
Kürt sorunun tarifi, özünde yatan nedenler ve dolayısıyla çözüm süreci konusunda daha partimiz içerisinde bir fikir birliği yok. Hâlâ bunu terör ve Güneydoğu sorunu olarak tarif edenler var. Hâlâ bir Büyük Ortadoğu Projesi olarak tarif edenler de var. Bunun aslında Kürt kökenli vatandaşlarımızın talepleri olarak görmek ve bu talepleri de insani demokratik hak olarak algılamak halen bizim dominant parti düşüncemizde yer almıyor. Benim durduğum noktada ise siyaseti hangi ideal uğruna yapabiliriz sorusu hâkim. İnsan mutluluğu talebinin üzerinde bir şey olabilir mi? Siyasette diyaloğun maalesef tükendiğini gözlemliyorum. Meclis içerisinde hangi konunun uzlaşılarak çözülebildiğini görüyoruz? Bu diyalog yoksunluğu ise siyasi kurumları tembelleştiriyor, siyaseti de hamasileştiriyor. Bu alışkanlık her iki tarafın muhafazakârlarını güçlendirirken, değişimcilerini zayıflatıyor. Kürt Sorunu şu an en akut halinde. KCK tutuklamaları, yargının da bu işe alet edilmesiyle beraber şu an sorun çok karmaşık hale geldi. Üstelik dış politika boyutu da var. Mutlaka partilerin diyalogla politika üreten akıllarına ihtiyaç var. CHP adına Başkanımız Kılıçdaroğlu’nun AKP’ye ‘Hadi gelin Meclis içinde diyalog grubu kuralım’ demesi bunun içindi aslında.
• Gelinen noktada herhangi bir çözüm ihtimali görüyor musun?
Ben artık toplumun bundan bir iki yıl önceki Kürt sorunu algısından çok farklı bir yere geldiğini düşünüyorum. BDP’yi temel politikası gereği ayrı tutarsak, Kürt sorunu bundan önceki seçim süreçlerinde seçilecek partiyi etkileyecek bir politik unsur olmuyordu. Aksine milliyetçilik daha çok prim yapıyordu. Halbuki şimdi daha çok çözüm isteyen farklı gruplar var. TÜSİAD mesela, ekonomi yerine Kürt sorununu öne taşıyor. O yüzden bu baskı gruplarını çıkış olarak görüyorum. Ortak vicdanı yakalamak adına bizim Beyaz Tülbent projemizi de önemli buluyorum. Kadın kollarımızla Kasım sonuna kadar Van, Hakkari’ye ilk ziyaretimizi yaparken Van, Hakkâri ve Uludere’de çocuklarını kaybeden anneleri ziyaret edeceğiz.
• Kadın politikalarına ilişkin de baskı grupları ve partiler arası diyalog var mı?
Meclis’te diyaloğun olduğu birkaç komisyondan biri de Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’dur. Burada bütün partilerden kadın duyarlığıyla gelmiş çalışan milletvekilleri var. Farklı nüanslar üzerinden olsa da ortak bir payda yakalanıyor. Kadına şiddet sorunu, işgücüne katılım gibi konuların yasama sürecinde en azından orada gündeme alındığı gözlemleyebiliyorum.
• Siyasi kariyerinde bundan sonrası?
Şunu söyleyebilirim. Samimiyete ve dirayete inanıyorum. Savunduğum şeyleri çıkarım için değil inandığım için söylediğime bir grup insan inandığı zaman, bana katılmasalar bile, tamamen karşı olsalar bile en azından bana saygı duyduklarını gördüm ben. Hesapsız kitapsız olduğumu ve hep insan perspektifinden baktığımı görenler belli bir süre sonra kabullenmeseler bile saygı duyuyorlar. Bu da az şey sayılmaz.
‘Mardin benim için babaannem, anneannem,
Arapça ve bıttım sabunu kokusu’
• Mardin doğumlusun. Nasıl kuruyorsun doğduğun şehirle bağı?
Mardin’i kimliğimde çok taşırım. Mardin benim için babaannem ve anneannem aslında. Her ikisi de Türkçe bilmezdi. Arapça konuşurduk onlarla. O yüzden ben de aslında iki dilliyim. Çokdilliydik, babam Kürtçe de konuşurdu. Benim de ilk öğrendiğim dil evde konuşulduğu için Arapça. Anneanne ve babaannemin yaşadıkları süreçleri gözlemlediğim için anadilin ne kadar önemli olduğunu biliyorum. İstanbul’a göç ettiğimizde babaannem şehirde kendini ifade edememenin sıkıntısını çok yaşadı. Özgürlüğünün kısıtlanmış olmasına, minibüse atlayıp erkek kardeşine gidemeyişine çok içerliyordu. Bu kadar yaşamsal işte anadil. Anneannem ise mesela hoşgörü bir şekilde tarif edilecekse onun yaşayan halidir. Mis gibi de bıttım sabunu kokardı. Mardin’e her gidişimde ilk birkaç saat tökezliyorum, sonra geri geliyor Arapçam. İnsanı anlamaya çalışmak bir kültür olarak o coğrafyada var ve bana da oradan geçti.