Bir 6 Şubat hikâyesi: Depremden 54 saat önce anne olmak

Bir şekilde yoğun bakıma varmışlar. Şöyle devam ediyor Anjel: “Delirmiş gibiydim, ‘O benim bebeğim, verin onu bana’ diye bağırıyordum. Bebeğimi aldığımda üzerinde sadece bebek bezi vardı. Çırılçıplak bebeği yağmurun altına çıkardığımın farkında değildim. Hastanede katlar arasında sadece asansör vardı. Yanıp sönen acil çıkış tabelaları sayesinde yangın merdivenini bulduk ama orada da yüzlerce kişi, hastalarını sırtlayıp taşımaya çalışıyordu. Can pazarı gibiydi. İki dakika sonra bir sarsıntı daha oldu. Eşimle birbirimize bakıp ‘Buraya kadarmış, bir kez daha kurtulamayız’ diye düşündük. Ama yaşayacağımız varmış işte...”

3 Şubat günü minik bir bebeğin doğum gününe davetliydim. Dünyalar tatlısı Nadin’in ikinci yaş gününü kutladık. Depremden sadece 54 saat önce doğmuştu. Zamanın çok uzun olduğu, biz koca insanların âna hapsolduğu günler, Nadin bebeğin dünyadaki ilk saatleriydi.

Nadin’in annesi Anjel, yakın bir arkadaşım. Size onun deprem sonrasında birçok kez dinlediğim hikâyesinden, deprem ânında bir annenin bebeğine kavuşmak ve sonrasında da onu yaşatabilmek için verdiği mücadeleden bahsetmek istiyorum. 

Anjel, 3 Şubat günü doğum için evden çıkarken umut doluydu. Gidecek, en fazla iki gün içinde, kucağında bebeğiyle dönecekti evine; rutinde olması gereken de bu değil miydi zaten?

İşte o sabah Anjel evinden son kez çıktı. Lohusalık günleri için buzdolabını doldurup, doğum sürecini başlatacağına inandığı için dizlerinin üzerinde silerek tertemiz ettiği evinin kapısını çekti ve Hatay Şehir Hastanesi’ne gitti, bir daha dönemeyeceğini bilmeden. 

Nadin ise, tüm yaşanacakları biliyormuşçasına, vakti gelmiş olmasına rağmen doğmak istemiyor gibiydi. 41 hafta 5 günlük olmuştu bebek. 15 saat suni sancıyla bekledikten sonra sezaryen ameliyatıyla dünyaya getirildi Nadin bebek. Depremde rahmetli olacak olan ebe abla, suni sancıyla işin uzayacağını söyleyince başlamıştı ameliyat süreci. 15 saat sancı solunum sıkıntısına yol açınca, yenidoğan yoğun bakım servisine alındı Nadin. Anjel, bebeği için ağlayıp duruyordu. 

5 Şubat sabahı bebeğini hastanede bırakıp evine gitseydi...

5 Şubat sabahı doktorlar Anjel’e evine gitmesi için telkinde bulundular: “Artık çıkabilirsin, iyi durumdasın. Sabah da bebeği taburcu ederiz. Sen gidip evde dinlen, perişan olma. Bebekle uykusuz geceler başlamadan, dinlenebileceğin son zamanlar bunlar.”

Anjel doktorları dinleseydi, kadın doğum uzmanından rica edip bir gece daha hastanede kalmamış olsaydı belki de Nadin’i bir daha asla göremeyecekti. O gece Anjel’in evi de, hastane de ağır hasar gördü. 

Sarsıntı olunca eşiyle birlikte uyanmışlar. İlkin deprem ihtimalini hiç düşünmemiş, büyük bir patlama olduğunu sanmışlar. O anları şöyle anlatıyor Anjel: “Hasta yatakları pergel gibi birbirine çarpıyor, çelik tavanlar patır patır üzerimize düşüyordu. Dikişlerim vardı, ameliyatlıydım ama Nadin’e ulaşmak zorundaydık. Yenidoğan yoğun bakım ünitesi aynı katta ama farklı bloktaydı. Ortalık kapkaranlıktı, sürekli olarak düşüyorduk eşimle. Bir o düşüyordu, ben onu kaldırıyordum, bir ben düşüyordum, o beni kaldırıyordu. İkimizin de her yerinin morarmış olduğunu sonradan fark ettik.” 

Sarsılan hastaneden yeni doğan bebekle çıkmak
Bir şekilde yoğun bakıma varmışlar. Şöyle devam ediyor Anjel: “Delirmiş gibiydim, ‘O benim bebeğim, verin onu bana’ diye bağırıyordum. Bebeğimi aldığımda üzerinde sadece bebek bezi vardı. Çırılçıplak bebeği yağmurun altına çıkardığımın farkında değildim. Hastanede katlar arasında sadece asansör vardı. Yanıp sönen acil çıkış tabelaları sayesinde yangın merdivenini bulduk ama orada da yüzlerce kişi, hastalarını sırtlayıp taşımaya çalışıyordu. Can pazarı gibiydi. İki dakika sonra bir sarsıntı daha oldu. Eşimle birbirimize bakıp ‘Buraya kadarmış, bir kez daha kurtulamayız’ diye düşündük. Ama yaşayacağımız varmış işte...”

Odalarından çıkarken arabalarının anahtarını yanlarına almayı akıl etmiş olsalar da, bir kilometre yürüyüp ulaştıkları otoparkın kapısı elektrikli olduğundan açılmamış. Birkaç hasta yakını bir olup kapıyı kırarak otoparktan çıkabilmişler; bu kez de yol kırılmış olduğu için ilerleyememişler. O sırada hastanede olanlar hastaneden kaçmaya, depremde yaralananlar ise hastaneye ulaşmaya çalışıyormuş, artık bir hastane kalmadığını bilmeden tabii ki. 

Anjel, eşi ve bebeğiyle Samandağ’a, annesinin evine ulaştığında depremin üzerinden saatler geçmişti. Ev o zaman henüz yıkılmamıştı. Anjel ana kucağına yatırdığı Nadin’i sobanın yanında ısıtmaya çalışırken, bir gün önce dikişlerinden şikâyet edip sızlanan lohusa kadın gitmiş, yerine güçlenmiş bir anne gelmiş; dikiş-ameliyat önemini tamamen yitirmiş – varsa yoksa Nadin’in güvenliği, sağlığı... Ancak bebeğe giydirebilecekleri hiçbir şey yoktu. Konu komşuya sorarak birkaç parça giysi bulabilmişler. Bunlar, Anjel’in doğumdan önce aldığı bebek kıyafetlerine hiç benzemiyordu elbette. Anjel, Nadin doğmadan önce her detayı düşünmüş, her şeyi özenle hazırlamıştı. Çocuğun kirli bezlerini atmak için özel çöp kovası bile almıştı. Organik deterjanla yıkayıp ütülediği kıyafetlerin hepsi çok uzakta, evlerinde kalmıştı. 

Arabada benzin yok, hastane yok
15 saat sancı çekip ameliyat olan Anjel’in, çocuğunu emzirebilmek için yıkanması gerekiyordu. Annesinin evi, ayakta kalan nadir evlerden biriydi; bütün aile orada, tek odada toplanmıştı. İşte öyle bir ortamda, herkesin içinde, sobanın arkasına yerleştirdikleri bir leğende banyo yapmak zorunda kalmıştı Anjel. 

Göğsünden sütü çay bardağına sağıp, şırıngayla bebeğine vermeye çalışıyordu. Sezaryen sonrasıydı, süt gelmemesi çok normaldi. Eşinden mama bulmasını istedi. Ayrıca, bebek kuvözden birdenbire çıkarıldığı için başka sorunlar da yaşayabilirdi. Anjel’in ulaşabildiği doktorlar, bebeği bir hastaneye götürmesi gerektiğini söylüyordu ama arabada benzin, şehirde hastane yoktu. Minik bebek hayata tutundu, o olanaksızlıklar içinde. 

Genç baba, bir eczaneden mama, biberon, sargı bezi ve tentürdiyot çalmak zorunda kalmıştı. Bunları alırken ağlayarak kameraya konuşuyor, aldıklarının bedelini daha sonra gelip ödeyeceğini açıklıyordu. Eczanenin eğik durduğunu, birkaç artçı sarsıntı sonrasında yıkılabileceğini fark etmemişti; o sırada şehrin birçok yerinde yağmalamaların başladığını da bilmiyordu.

Bu kez 20 Şubat depremi
Annesinin evinde geçirdikleri üçüncü gün, Nadin’in sarılığı olduğunu fark etmiş Anjel: “Gitmemiz gerekiyordu. Bir kamyondan hortumla bizim arabaya mazot takviyesi yaptık ve 10 saat süren bir yolculukla Mersin’e, amcamın kızının evine ulaşmayı başardık. Nadin’in göbek bağı depremin dördüncü günü, Mersin yolunda düştü.” Genç anne, gözleri dolu dolu, “O çok özel ‘ilk banyo’ hikâyemiz de olamadı bizim” diyor.

15 gün Mersin’de kaldıktan sonra, evin durumunu görmek ve ne yapacaklarına karar vermek için şehre dönmek istediler. Zaten annesinin evi de sağlamdı. Ama gelir gelmez bir de 20 Şubat depremine yakalandılar. Artık, annesinin o içinde sobası yanan evi de yoktu. Bu kez tamamen ortada kalmışlardı; yağmurun altında, sokaktaydılar. Ulaşabildikleri yardım kuruluşlarından çadır istediler ama yağmura çadır da dayanamıyordu. Şartlar daha da ağırlaşınca Nadin ve annesi tekrar Mersin’e gitti; baba ise çalışmak için kaldı. Annesi ve bebeğiyle birlikte amcasının kızının evinde kalan Anjel, Nadin’in doğum belgesi olmadığı için üç ay boyunca ona kimlik alamadığını, ilk aylarda yapılması gereken aşılarını yaptırmakta zorlandığını anlatıyordu. 

Anjel’in evinin bulunduğu bina depremde çökmedi ama ağır hasar aldı. Merdivenler çöktüğünden, apartman sakinleri binadan çıkamamış, evlerinde mahsur kalmışlar. Hatta, hastanede güvende olduğunu düşündükleri Anjel’den yardım istemişler, itfaiye ve yardım göndermesi için. 

Anjel ve eşi, bir süre sonra evlerinden eşyalarını çıkarmayı başardılar. Eşyaları apar topar bir perdenin içine doldurup pencereden atmışlardı. O yığının içinde tuvalet fırçası da vardı, mutfak maşası da. O çuval yapılmış perdeyi çok sonra açmaya başlayan Anjel, Nadin için özene bezene hazırladığı pek çok eşyanın artık ona küçük geleceğini fark etti. 

Şimdi evleri rezerv alanda

Nazlanacağı lohusalık günlerine hazırlanırken hayatta kalma çabasına düşen genç anne, depremde ölmediyse yaşaması gerektiğinin, çünkü Nadin’in yaşamak için ona muhtaç olduğunun farkındaydı. Anneliği planlı yaşayanlardandı Anjel. Hamile olduğunu öğrendiğinde anne olmaya hazırdı. ‘Yapılması gerekenler’ listesi tamamlandıktan sonra anne olmuştu. Ev kredileri bitmek üzereydi; evsiz kalmayı planlamamıştı. Her zaman, evin insanın aidiyeti olduğunu söyleyen Anjel’i asıl zorlayan, aidiyet hissinden yoksun kalmak oldu. Kendisine ait hiçbir şeyin kalmadığını düşünüyor, “Bir bebeği, bir valize doldurduğum eşyalarla ne kadar büyütebilirim? Bu çocuğun bir düzeni olmak zorunda” diyordu sürekli olarak. Kiralık bir ev bulmaya karar verdiler. 

Bu süreçte o da tüm depremzedeler gibi, birçok soruya cevap aradı: Nerede yaşamalıyım? Göç mü etmeliyim? Haritadan şehir mi seçeceğiz? En çok akrabamız olan şehre mi, yoksa en çok çalışabileceğimiz şehre mi gitmeliyiz? Anjel ve ailesi, göç etmeyip memlekette yaşamayı denemeye karar verdi. Şimdi, evleri rezerv alanda. İnşaatın biteceği günü iple çekiyorlar. Eski hayatlarına dönmeye çok ihtiyaçları var. Yarım kalmışlık öyle zor ki. 

Kartalkaya’daki otel yangınından, çok etkilenmiş Anjel; “10 gün kendime gelemedim” diyor. Oradaki insanların düştüğü çaresizlik... Elden hiçbir şeyin gelmemesi... Ölümün burnumuzun dibinde oluşu... Sevdiklerimizi koruyamamak... 

Kategoriler

Dosya



Yazar Hakkında

Lora Baytar Çapar

MUTLU AZINLIK