Direktörlüğünü Döne Otyam ve Hakan Irmak’ın yaptığı Mardin’deki bienalin başından bu yana bir özelliği, şehrin ortasında uzun zaman yarı yıkık halde duran, hanların, konakların kullanılması. Bu nedenle Mardinliler hala “Atamyanlar'ın Konağı’na nasıl gidebilirim?” ya da diğer adıyla “Alman Karargahı nerede?” gibi sorulara yanıt vermekte zorlanıyor. Çünkü onlar için bu ve benzeri mekanlar, onlarca yıl boyunca şehrin ortasında mezar taşı gibi duran harabelerden ibaretti.
“Mardin’de ‘Yılanların ağzı mühürlüdür’ derler. Merkezde epey yılan vardır ama kimseyi sokmaz. Mardin’de akrep ve yılanların sokmasına karşı tılsım olduğuna inanılır” diyor Amar Kılıç. Fakat bu “tılsım” belli ki şehrin tarihi boyunca insanın yarattığı şiddeti engelleyememiş. Bu durum hem 6. Mardin Bienali’nin hem de bienalin şehre yaydığı enerjiyle gün yüzüne çıkan üretimlere yansıyor.
Direktörlüğünü Döne Otyam ve Hakan Irmak’ın yaptığı Mardin’deki bienalin başından bu yana bir özelliği, şehrin ortasında uzun zaman yarı yıkık halde duran, hanların, konakların kullanılması. Bu nedenle Mardinliler hala “Atamyanlar'ın Konağı’na nasıl gidebilirim?” ya da diğer adıyla “Alman Karargahı nerede?” gibi sorulara yanıt vermekte zorlanıyor. Çünkü onlar için bu ve benzeri mekanlar, onlarca yıl boyunca şehrin ortasında mezar taşı gibi duran harabelerden ibaretti.
20. yüzyılın başında, 1917’de Alman askerleri Mardin’e I. Dünya Savaşı için Osmanlı ile “müttefiklik” kapsamında geldiler ve Ermeni Atamyan ailesinin konağını karargah olarak kullandılar. Cumhuriyet döneminde zaman zaman kaderine terk edilen bina şehrin ortasında “unutuldu”. Özellikle 2015’teki 3. Mardin Bienali, ana mekanlardan biri olarak burayı seçene kadar…
"Duydum ki Nazlı olmuş
Anama babama ne diyeyim?
Duydum ki garip Nazo olmuş
Of of of ben olmuşum"
Abdulkadir Gökbalık’ın icra ettiği, Mustafa Avcı'nın, soykırım döneminde kardeşini kurtarmak için Müslüman bir salcıyla evlenen Ermeni bir kadınının hikayesini aktardığı "Mama Nazlı Türküsü", 2018’deki 4. Mardin Bienali’nde yer almıştı. Ama bugün bile etkinliğin yakın takipçileri binaya girdiğinde kulaklarında bu türkü yankılanıyor.
6. Mardin Bienali’nde sergilenen işler de ister istemez yapının Ermeni Soykırımı geçmişini hatırlatıyor. Mesela Aslı Çavuşoğlu’nun “Kasten Gömülmüştür” eseri, “geçmişteki personalarını” gömdüğü 4 seramik maskeden oluşuyor ama sergi mekanı Atamyan ailesinin konağı olunca bu görsel bir başka anlatıma kapı aralıyor. Çavuşoğlu’nun geçmişe gömmeye çalıştığı “personaları”, şehrin “yeni sahipleri”nin tam da eserin adında olduğu gibi “kasten gömmeye” çalıştığı karanlık geçmişe, daha açık ifadeyle soykırıma, o maskeler de bir zamanlar konağı dolduran aile bireylerinin suretlerine dönüşebiliyor. Sanatçının Meksika seyahatinde rastladığı, ölülerin gömülme ritüeli olarak kullanılan hasırlarsa, “hasır altına atılmak” istenen, “hoşgörü kenti” propagandasıyla gözden kaçırılmaya çalışılan geçmişi yüze vuruyor.
Atamyanlar’ı kim hatırlıyor?
Bu topraklardaki propagandanın sürekliliğini, Büke Uras bienaldeki “Efemera” adlı işi ile konak-karargaha taşıyor. Uras’ın çalışması “iki kolonyal gücün karşı karşıya geldiği Trablusgarp Savaşı sırasında İtalyanların attığı propaganda broşürleri” üstüne kurulu fakat mekan bir başka iki kolonyal gücün Almanya-Osmanlı’nın ittifakının nişanesi. Büke Uras’ın eserini görmek için çıkılan ara katın girişinde ziyaretçileri, binanın ana duvarına çizilmiş, Almanya-Osmanlı işbirliğini gösteren bir arma karşılıyor. Bu, savaş tarihine meraklı olanların, tıpkı Uras’ın çalışmasının da merkezini oluşturan efemeraların benzerlerinden tanıdıkları, ittifak güçlerinin bayraklarının da yer aldığı bir görsel. Atamyanlar soykırımda katledilirken yapıya eklenen amblem, bienal kapsamında Ayşe Erkmen tarafından ışıklı bir çerçeveye alınmış. Bu arma halkların kaderini, coğrafyayı değiştirdiği kadar içinde bulunduğu binanın kaderini de nasıl değiştirdiğine kapı aralıyor.
Kafası kırılan güvercinler
İçindekilerle birlikte kaderi değiştirilen bir başka yapıysa bugünkü adıyla Dabbakoğlu Evi. Amar Kılıç’ın eserleri işte bu mekanda bulunuyor. Binanın 1915 öncesinde Ermeni Katolik Cenenci (Cinnenciyan, Cinnenci) ailesine ait olduğunu söylüyor Kılıç. Sözü Mardin mavisi renkteki güvercin sembollerine getiriyor. Hrant Dink’in bu ülkede asla zarar verilmeyeceğine inandığı o güvercinlere ait figürlere. Amar Kılıç, Mardin’de güvercinlerin bir başka anlamı olduğunu hatırlatıyor: “Hristiyan mülklerinde sağlı sollu güvercinler görürsünüz. Bu sembol melek simgesidir. Maalesef Müslümanlar yani bizler bu evlere girdiğimizde güvercinlerin kafası kırıldı, melek giremez diye. Yani bir evin eskiden kime, kimlere ait olduğunu silinmiş haçlar ve kafası kırılmış güvercin heykelleri üzerinden tanıyabiliyorsunuz.”
Kılıç, bu değişime vurgu yapan işlerinden bir diğerindeyse sütunların yapısıyla oynuyor ve “Bizim gördüğümüz görüntü bu ama benim gördüğümse kafatasları üzerinde kurulmuş bir medeniyet” diye ekliyor. Evet, tarihini araştırınca, geçmişine inince, Mardin’in gerçekten de büyük bir medeniyete ev sahipliği yaptığı anlaşılıyor. Kılıç’ın da vurguladığı gibi “kafatasları üzerine kurulmuş” bir medeniyete…