"İnsan haklarında duraklama değil, gerileme dönemindeyiz"

Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği “Cumhuriyet’in 100. Yılında Azınlık Hakları” Konferansı 17-18 Kasım tarihlerinde Anarad Hığutyun Binası Havak salonunda gerçekleştirildi. Konferansa yurtiçi ve yurtdışından çok sayıda akademisyen tebliğ sundu, konu pek çok farklı açıdan ele alındı, tartışıldı. Konferansın açılış tebliğini ise BM Azınlık Konuları Eski Özel Raportörü Fernand de Varennes sundu. Varennes ‘"Azınlık Hakları İnsan Haklarıdır. Bunun BM, Avrupa Konseyi ve AB ile Azınlıklar Açısından Anlamı Nedir?’" başlıklı tebliğinde, dünya genelinde azınlık hakları konusunda gerileme yaşandığının altını çizdi. Fernand de Varennes, sosyal medyada nefret söyleminin giderek arttığına da değindi. Konuşmanın tamamını sunuyoruz.

Her şeyden önce minnetimi ifade etmek istiyorum. Bu konferansa davet edilmekten büyük onur duyuyorum. Hrant Dink Vakfı’na çok teşekkür etmek istiyorum. Onların sayesinde bu sabah sizlerleyim. Önümüzdeki iki gün önemli oturumlar olacak konferans kapsamında. Önce dünya ne kadar değişti, onu hatırlayalım. Çok da iyiye doğru gitmedi dünya. Hiç şüphesiz İkinci Dünya Savaşı’nın ardından uluslararası toplum inşa edildi, insan hakları mimarisi inşa edildi ve biz işte uluslararası toplum ve uluslararası hukukun bir parçası olarak insan haklarını koruma altına aldık. Ama özellikle son 30 yıl içerisinde azınlıklar açısından insan haklarına baktığımızda, kıta Avrupa’sında ne gibi vakalarla karşılaştık? Dilerseniz, bir özet geçelim. Charles Dickens’ın meşhur romanını hatırlayalım; zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü. Sanırım biz de Avrupa’da böyle bir durumla karşı karşıyayız. Avrupa dışında da böyle bir durum olduğunu söyleyebiliriz.

Zamanların en iyisiydi, buna verebileceğimiz örnekler var mı? Bakalım, 30 yıl önce daha elverişli bir ortam vardı esasında. Azınlıkların insan haklarını kabulü konusunda çok daha elverişli bir ortamdı. 1980’ler, 1990’ların başından bahsediyorum. İşte bu dönem, birkaç çatışmadan mustaripti Avrupa. Hatırlayacaksınız Yugoslavya’nın dağılması, Bosna’daki savaş, Korsika’da, Fransa’da şiddet içeren çatışma, Kuzey İrlanda... Bütün bunları hatırlayalım. Aynı zamanda İspanya Bask ülkesi. Bütün çatışmalar etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar için birtakım mağduriyetler de getirdi. Burada özellikle azınlıklar kendilerini ayrımcılığa uğramış hissettiler, dışlanmış hissettiler ve çoğu durumda o ülkenin vatandaşı değilmiş gibi bir muamele gördüler.

O dönemler, yani 30 yıl önce bir iyimserlik çağıydı ama birazcık da naif ve saftık. Çünkü az önce size tarif ettiğim bu haklar, aslında bir vaatti. Siyaseten uygulanması şart olan kurallar değildi, daha ziyade taahhütler idi. Ve biz sandık ki gerçekten çok iyi bir ilerleme kat ettik ama günün sonunda geri dönüp baktığımızda böyle olmadığını görüyoruz.

Evet, zamanların en kötüsüydü ama böyle kötü bir bağlam sonrasında bir şeyler değişmeye, ilerlemeye başladı. İşte bu dönem sonucunda birtakım enstrümanlar ortaya kondu. Örneğin Avrupa Konseyi’nin ‘Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ oluşturuldu. Yine benzer zamanlarda bölgesel ve azınlık dilleri Avrupa şartı kabul edildi. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler’in ulusal, etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların hakları bildirgesi yayınlandı. Ve Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT), ulusal azınlıklar üzerine yüksek komiserliği yaratıldı ve 1992 yılında faaliyetlere başladı. Aynı zamanda Avrupa Birliği’ne katılmak isteyen ülkeler için bazı kriterler oluşturuldu ve Kopenhag Kriterleri denildi. Ve Avrupa Birliği’ne katılım için yeni ülkelere şu kriter getirildi: “Kurumların istikrarlı olması ve demokrasiyi garanti altına alması; hukukun üstünlüğü ve insan hakları, azınlık haklarının korunması ve saygı konularında devlet kurumlarının garanti altına alması” dendi. Barış, adalet, istikrarın temel taşları biraz böyle döşendi. Sonuçta insan haklarından bahsediyoruz, insan hakları dediğimiz zaman tabii ki azınlıklar da buna giriyor. Dilsel azınlıklar, dillerini kullanabilmeli ya da dinsel azınlıklar ibadetlerini yapabilmeli, dini haklarını kullanabilmeli ya da kültürel haklarını kullanabilmeli. 

“İlerleme kat ettiğimizi sandık”

Bundan 30 yıl önce, uluslararası insan hakları sistemini güçlendirmek için yeni girişimler oldu, Viyana Deklarasyonu kabul edildi. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Uluslararası Konferansı sonrasında deklarasyon kabul edildi. Uluslararası insan hakları sistemini reforme etmek isteniyordu. Bakın zamanın en kötüsünden zamanın en iyisine geçiş için bütün bu adımlar atıldı. Aranızdan bazılarınız hatırlayacaktır, o dönemler bir iyimserlik çağıydı ama birazcık da naif ve saftık. Çünkü az önce size tarif ettiğim bu haklar, aslında bir vaatti. Siyaseten uygulanması şart olan kurallar değildi, daha ziyade taahhütler idi. Ve biz sandık ki gerçekten çok iyi bir ilerleme kat ettik ama günün sonunda geri dönüp baktığımızda böyle olmadığını görüyoruz.

Günümüzde duraklama dönemi bile değil, gerileme dönemi olduğunu söyleyebiliriz. İnsan haklarıyla ilgili yükümlüklere uyma konusunda ciddi bir geriye düşme söz konusu. Avrupa Konseyi’nin çerçeve sözleşmesi ve Avrupa Şartı tamam, imzalanıyor, birçok hükümet imzalıyor ama aslında bu onları uygulamak istedikleri anlamına gelmiyor ve uygulamıyorlar.

Bundan 30 yıl önce, dediğim gibi bu çok iyi bir adımdı. İleriye doğru atılmış çok iyi bir adımdı. Mesela BM’nin Azınlık Hakları Deklarasyonu. Bu bir deklarasyon, yasal bir belge değil, sadece siyasi taahhütleri barındıran bir belgedir. Yasal bir yaptırımı yoktur. Diğer taraftan Avrupa Konseyi’nin bir çerçeve sözleşmesi var, sözleşme olduğu için bu yasa ve uyulması gerekiyor. Ama deniyor ki çerçeve sözleşme. Biraz daha alengirli oluyor. Yani içinde çerçeve geçtiği için doğrudan uygulanabilir bir sözleşme olma özelliğini kaybediyor, bazı uzmanlara göre. Diğer bir taraftan Avrupa Şartı var ve Avrupa Şartı çok açık ve net bir şekilde diyor ki bunu kimse, hiçbir birey ya da  topluluk, doğrudan mahkemede kullanamaz diyor. Bir taraftan yasal bağlayıcılığı var ama diğer taraftan da bu yasanın ya da kuralın uygulanmasını engelliyor.

Bütün bunları dikkate alacak olursak azınlıkların insan haklarıyla ilgili doğrudan uygulanabilir bir yasal çerçevesi olmadığını ya da henüz bu sürecin tamamlanmadığını söylemek mümkün olabilir. Hepimizin bildiği gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) var. AİHM, Avrupa Konseyi’nin sözleşmelerinden kaynaklanan hakların ya da Avrupa şartının hiçbir hakkını koruyamaz. 


Fernand de Varennes (FOTO: Berge Arabian)

“İşler yolunda gitmedi”

Tekrar hatırlayalım o ilk dönemde iyimser bir dönem vardı, bazı olumlu gelişmeler oluyordu ama azınlık hakları açısından sonraki takip eden on yıllarda işler çok da yolunda gitmedi. Günümüzde hem Avrupa’da hem de bütün dünyada karşı karşıya olduğumuz duruma baktığımızda, insan haklarına saygı görmüyoruz. Yani bu duraklama dönemi bile değil, gerileme dönemi olduğunu söyleyebiliriz. İnsan haklarıyla ilgili yükümlüklere uyma konusunda ciddi bir geriye düşme söz konusu. Avrupa Konseyi’nin çerçeve sözleşmesi ve Avrupa Şartı tamam imzalanıyor, birçok hükümet imzalıyor ama aslında bu onları uygulamak istedikleri anlamına gelmiyor ve uygulamıyorlar. Çoğu için de baş ağrısı esasında. Ve diyorlar ki ‘Evet haklar var, adımlar var’  ama görüyoruz aslında geriye doğru gidiş var. Şu anda da Avrupa’da pek çok hükümetin, azınlıkların kendi dilinde eğitim hakkını kısıtladığını görüyoruz. Esasında Letonya, yakın zamanda bir kanun yürürlüğe soktu ve Rusça dilinde eğitim yasaklandı. Özel eğitim de yasaklandı. Letonya’da Ruslar aslında çok büyük bir nüfusa sahip bir azınlık.

“Azınlıklar daha fazla baskı altında”
Ayrımcılık, uluslararası insan hakları ve insancıl hukukun en önemli parçalarından bir tanesi ve sürekli göz ardı ediliyor. Hatta AİHM dahi bunu göz ardı ediyor. ‘Zamanların en kötüsüydü’ne bir örnek vermek gerekirse geçtiğimiz on yıl içinde Avrupa İnsan Hakları, özellikle dinsel ve dilsel azınlık hakları konusunda gereken sempatiyi de gösteremedi.

İşte böyle bir bağlamda azınlıklar dünyanın farklı yerinde giderek daha fazla baskı altındalar, daha fazla bunalmış durumdalar. Çünkü yaşadıkları ülkenin hükümetleri, onlara haklarını vermiyor ve tanımıyor. Daha küresel ölçekten baktığımızda, bazı ülkelerde büyüyen bir düşmanlık olduğunu görüyoruz ya da bazı azınlık grupların kültürü, dili veya dinine karşı bir hoşgörüsüzlük görüyoruz. Özellikle devlet okullarında ve kamusal alanlarda azınlık dillerinin konuşulması ya da öğretilmesi yasaklanabiliyor. Bu tabii çok şaşırtıcı, çünkü özel okullarda bile bu yasaklanabiliyor.

Eskiden  ‘Laik demokrasiler makul kararlar alır’ diyorduk ama artık dünyanın pek çok yerinde bunu göremiyoruz. Çünkü milliyetçilik artıyor ve yükselişte. Hindistan’da ve ABD’de kökten dinci milliyetçiler var. Aslında onların da etkisiyle daha da geriye düşüş görüyoruz ve bu da azınlıkları etkiliyor. Biz bunu öngörememiştik, ben esasında insanların daha iyiye doğru evrildiğini düşünüyordum. Çünkü bunlara tanıklık ediyordum ama bu biraz naif bir bakış açısıymış. Çünkü zaman içinde gördük ki ilerlemeler sonrasında geriye düşüşler de oldu. Ve bunu büyük tarih içinde değerlendirmek gerekiyor. 

FOTO: Berge Arabian

“Milyonlarca çocuk ailelerinden ayrılmış durumda”

Peki şu anda ne görüyoruz? Beni şaşırtan ve düşünceye sevk eden bir örnek vereceğim; şu anda milyonlarca çocuk ailelerinden ayrılmış ve ayrı düşmüş durumdalar. Esasında zorunlu asimilasyonun parçası olarak bu politikalar uygulanıyor. BM özel raportörlüğü yaptığım dönemlerde hem kendim hem meslektaşlarım, bu konudaki kaygılarımızı dile getirdik. Buraya dikkat çekmek istiyorum, bir milyon Tibetli çocuk ya da 800 bin Uygur çocuk, Çin’de ailelerinden koparıldılar ve eğitim almaları için bazı kurumlara yerleştirildiler, bazı yatılı okullara gönderildiler. Bu aile hakkına aykırı, çocuk ve çocuk yetiştirme hakkınıza da aykırı. Bu sistematik bir şekilde uygulandı. Çocukluklarının büyük bir kısmında o çocuklar kendi ailelerinin yanında kalamadılar, zorla kurumlara yerleştirildiler. Ailelere herhangi bir tercih verilmedi ve ne yazık ki bugün bu konuda bile yeterince bir uluslararası tepki gelmedi.

Bu dönemde yaşadığımız çağda uygar devletler bunu nasıl yapabilir? Çocukları ailelerinden nasıl koparabilirsiniz? Oradaki topluluklar ve azınlıklar için bu ne anlam ifade eder? AB’de ve daha geniş Avrupa coğrafyasında geçtiğimiz yıl gerçekten çok rahatsızlık verici bir gelişme yaşandı. Burada AB, azınlıkları korumak için bir inisiyatif ortaya koydu. Avrupa vatandaşları için ‘güvenli pakt’ lanse ettiler ve bunun da amacı Avrupa’daki azınlıkların korunmasıydı. Avrupa Parlamentosu’nda bir oylama yapıldı ve parlamento üyelerinin, milletvekillerinin yüzde 75’i evet oyu kullandı ve bu girişimi destekledi. Aralarında bölgesel ve yerel hükümetler de vardı ve onlar da olumlu değerlendirdiler. Dediler ki ‘Evet, biz bunu önemli buluyoruz. AB’nin azınlık haklarını koruma alanında attığı doğru bir adımdır.’ 

Sosyal medyada nefret söylemi
Sonra ne oldu, parlamentodan geçti ve Avrupa Komisyonu’na geldi ve Komisyon ‘ihtiyacımız yok’ dedi. Böyle de olunca yapılacak bir şey kalmadı. Şunu söylemek istiyorum, siyasi liderliğe ihtiyaç var. AB bile, hukukun üstünlüğü üzerine inşa edilmiş ve demokrasi inşa etmiş kurum bile demokratik haklar söz konusu olduğunda, milyonlarca kendi vatandaşı söz konusu olduğunda tökezleyebiliyor. 

Şimdi bazı grupların insan hakları yeterince saygı görmüyor. Çünkü içinde bulunduğumuz bağlam çok da hasmane bir bağlam ve en fazla azınlıkları etkiliyor. Geçtiğimiz yıllarda özellikle sosyal medya üzerinde nefret söylemi konusunda ciddi bir artış gördük. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, bunu aslında ‘nefret söylemi tsunamisi’ olarak tarif etti. Bu güzel bir tarif ve nefret söyleminin zihinlerimizi zehirlediğini düşünüyorum hem Avrupa’da hem diğer bölgelerde. Peki nefret söylemiyle kimler hedefleniyor, buna bakalım. Bazı ülkelerde elde ettiğimiz verilere göre nefret söylemiyle hedef gösterilen kişilerin yüzde 70 ila 75’i azınlıklar. Irksal, dinsel, dilsel, etnik azınlıklar sosyal medyada nefret söyleminin mağduru oluyorlar. En büyük mağdur onlar oluyor. Pek çok ülkede kutuplaşmadan dolayı Antisemitizm, İslamafobi ve Roman karşıtlığıyla nefret söylemi de tetikleniyor. Özellikle sosyal medya üzerinde hoşgörüsüzlük ve ön yargıların iyice pekiştiğini görüyoruz. İstihdam krizi olduğunda bundan kimler “sorumlu”? Tabii ki göçmenler. Yahudiler ve Müslümanlar, onlarla ilgili komplo teorisini ortaya koymak çok kolay. Ciddi bir sorun olduğunda bunun sorumlusunu bulmak çok kolay. 

“Bizim beceriksizliğimizden kaynaklanıyor”
Ama bu nefret söylemi sadece sözle kalmıyor, eyleme yansıdığını da görüyoruz. Bazı durumlarda soykırıma varan eylemlere yansıdığını görebiliyoruz. Mesela bir Roman, köyde birine saldırmış, onun üzerine bütün köye, Romanların yaşadığı köye pogrom olmuş. Bunu Avrupa’da görüyoruz. Diğer taraftan burada azınlıkları günah keçisi ilan etme durumunu görüyoruz. Politikacıların azınlıklara karşı ayrımcılık yaptığını görüyoruz. Bu tabii çok eski bir oyun. Sonuçta bazı siyasetçiler bunu kullanarak daha da popülerleşmek istiyorlar, daha fazla oy almak istiyorlar. İtalya’dan bir politikacı sanırım Youtube’da bir video yayınladı. Kendi videosunu çekmiş bir Roman kadın yanında, konuşuyor ve diyor ki ‘Yanımdaki bu kişiden kurtulmamız için bana oy verin.’ Görebiliyor musunuz, politikacılar için bu ne kadar kolay? Sosyal medyayı kullanarak azınlıkları günah keçisi ilan etmek, kendi siyasi gündemlerini ilerletmek çok kolay. Şunu da söyleyebiliriz, azınlıklar burada şeytanlaştırılıyor. 

Bir de şöyle bir durum var, giderek Avrupa’da, burada ve dünyanın diğer bölgelerinde istikrarsızlığın artmasına neden oluyor. Ülkelerin çoğunda çatışmalar ve şiddet olayları var. Yemen, Etiyopya, Güney Sudan, Kamerun, Myanmar ,  bütün bu örneklere baktığımızda azınlıkları görüyoruz. Ayrımcılık ve dışlama kurbanı oluyorlar ve bazı durumlarda kendilerini korumak zorunda kaldıkları için şiddete de dahil olmak zorunda kalıyorlar. 

Tabii birçok nedene de bakabiliriz, giderek artan bir istikrarsızlaşma var dünya çapında ve bizim beceriksizliğimizden kaynaklanıyor. Meşru bir şekilde önümüze getirilen iddialara bakmıyoruz. Toplumun çeşitli kesimlerinin getirdiği iddialara bakmıyoruz bile. Son 10 yıl içerisinde şiddet içeren çatışmalar tamamen ülke içinde oluyor, içsel olarak yaşanıyor. Çoğu zaman, etnik, dinsel ve dilsel boyut taşıyor.

Kategoriler

Güncel Dosya


Yazar Hakkında