Fotoğraf kadrajına dâhil olan mekânlar kadar, fotoğrafların nasıl yan yana geldiği ve birbiriyle ilişkisi de serginin anlatısı açısından önem taşıyor. Orada yüzyıllarca yaşamış medeniyetlerin yıkıntılarının göründüğü, Urfa-Harran fotoğrafı ile İstanbul’daki Ataşehir ‘medeniyeti’ne ait, inşa edilmeyi bekleyen yapı malzemelerinin göründüğü fotoğrafın absürt yan yanalığı, benim için, yok edilen kültürel hafızanın eksikliğinde oluşan eğreti kültürü temsil ediyor.
Anadolu Kültür’ün girişimiyle 2009’da Tophane’de açılan ve kâr amacı gütmeden faaliyet gösteren DEPO, İstanbul’un kültür ve sanat hayatında büyük bir eksikliği gideriyor. Sanat piyasasının yarattığı akımlardan ve taleplerden etkilenmeden, siyasal ve sosyal içerikli projelere ev sahipliği yapan bu sanat ve tartışma platformu, adı henüz çok duyulmamış sanatçılara da alan açması açısından çok değerli. Bugünlerde, DEPO’nun ayrı katlarında, iki farklı sanatçının sergileri yer alıyor: Rezzan Gümgüm’ün ‘Dağdaki Keçi, Gökteki Ay, Sudaki Balık’ı ve Andréas Lang’ın ‘Kırık Hatıralar’ı.
Lang’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine, Ermeni mirasına, 1915’in ve Cumhuriyet döneminin başlangıcının hafızasına ve izlerine odaklanan fotoğraflar ve videolardan oluşan sergisini geç de olsa görebildim. Seçimden sonra Türkiye’nin tarihine kızım Defne’yle birlikte geniş bir perspektiften bakmak bana şu ânın da geçmiş olacağını hatırlatırken, Defne ve neslini neler beklediğini, ürkerek sorguladım. Yoğun bir araştırmanın ürünü olan sergi, geniş bir tarihi ve coğrafyayı, hatırlama ve unutma kavramları ile, acı olaylara tanık olmuş hafıza mekânları ekseninde ele alıyor. Küratörlüğünü, Geniş Açı Proje Ofisi’nden Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler’in üstlendiği sergiye bir yandan, özellikle son yıllarda kişisel ve toplumsal hafızaya dair çok fazla söz söylendiği için yeni bir şey görebileceğime dair şüphelerle, bir yandan da, Lang ait olmadığı bir coğrafyanın hafızasına dair işler ürettiğinden, merakla gittim. (Akyüz ve Darendeliler’in küratörlüğünü yaptığı, ‘Zamane İstanbulluları’ başlıklı bir başka sergi de Pera Müzesi’nde devam ediyor; çağdaş fotoğrafçılığa merakı olanlar muhakkak görmeli.)
Çalışma yöntemini ‘görsel arkeoloji’ olarak nitelendiren Lang’ın sergisinde, ziyaretçiyi, sergideki diğer fotoğrafları nasıl ‘okuyacağına’ dair ipucu veren bir fotoğraf karşılıyor. Fotoğrafta, Panorama 1453 Müzesi’nde, İstanbul’un Osmanlılar tarafından alınmasının tasvir edildiği bir yağlıboya resmin duvarı kaplayan boyutta ozalit baskısı ve onun önünde, savaşı kayıtsız bir hâlde izleyen günümüz insanlarını görüyoruz. Devamında, ‘Osmanlı Tamircisi’ ve ‘Atatürk Cumhuriyet Tamirhanesi’ isimli iki fotoğraf, geçmişin şu anda nasıl sahnelendiğine, tamir edilerek gömüldüğü yerden diriltilmeye veya zorla yaşatılmaya çalışıldığına gönderme yapan eser isimleriyle, serginin çerçevesini oluşturuyor. Tarihyazımının günümüze aktardığı ‘gerçek’, hangi katmanların eklenmesi veya eksiltilmesiyle, nasıl şekillendiriliyor? Korkunç acılara ve kayıplara tanık olmuş bir coğrafyanın hafızası, mekândan tamamen silinebilir mi? Lang’ın fotoğraflarında, yaşadığımız ülkede sıkça karşılaşılan eğretilik, unutturulmak istenen, örtülü hafızaya dair önemli bir ipucu işlevi görüyor. Yüzeydeki izlere (örneğin arazide doğal yollarla oluşması beklenmeyen bir tepeye) dayanarak başlayan arkeolojik kazı çalışmalarında olduğu gibi, Lang’ın çalışmaları da eğretiliği takip ederek, altında gömülü olan geçmişe ve gerçeğe ait anlatıyı ortaya çıkarabileceği düşüncesini barındırıyor.
Karanlık, tarihî bir mekânda, ‘We will rock you’ [Sizi sallayacağız] şarkısının eşlik ettiği, yan yana iki boks otomatının yanıp sönen ışıklarını izlediğimiz ‘Kars Kalesi Boksörleri’ videosu, bahsettiğim eğretiliği, geçmiş ile şimdi arasındaki uyuşmazlığı merkezine alan, etkileyici bir iş. Fotoğraf kadrajına dâhil olan mekânlar kadar, fotoğrafların nasıl yan yana geldiği ve birbiriyle ilişkisi de serginin anlatısı açısından önem taşıyor. Orada yüzyıllarca yaşamış medeniyetlerin yıkıntılarının göründüğü, Urfa-Harran fotoğrafı ile İstanbul’daki Ataşehir ‘medeniyeti’ne ait, inşa edilmeyi bekleyen yapı malzemelerinin göründüğü fotoğrafın absürt yan yanalığı, benim için, yok edilen kültürel hafızanın eksikliğinde oluşan eğreti kültürü temsil ediyor. Sergide yer alan Bizans film seti fotoğrafı, sahnelenmiş, yeniden yazılmış tarih anlatımını güçlendiren, ahşap bir geminin arkasındaki mavi fon ise egemen tarih anlatısının günümüzden kopukluğunu temsil eden görseller. Sanatçının sergiye dâhil ettiği, günümüz televizyon ekranı görüntülerinin, set fotoğrafından sonra bir tekrar hissi oluşturduğu söylenebilir. Sergide yer alan diğer fotoğraflarda, fotoğrafçı, toplumsal hafızada Ermeni mirası gibi unutturulmuş, Diyarbakır-Sur gibi yıkıma uğramış tarihî mekânları konu alarak, hafızadaki boşluğu görünür kılıyor. Birçok fotoğrafta insanın eksik oluşu, bu boşluk hissini güçlendiriyor. Geçmişte yüzbinlerce insanın öldürüldüğü boş araziler, hayal gücüne çok fazla acı bırakıyor.
‘Dağdaki Keçi, Gökteki Ay, Sudaki Balık’ ve ‘Kırık Hatıralar’ sergileri 14 Temmuz’a kadar sürecek.