Eşitsizliğin temelinin Cumhuriyetin “kurtuluş ve kuruluş” yıllarında atıldığının farkında değiliz. Cumhuriyetin kuruluşundan kaynaklı yapısal bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu görmüyoruz. New York Times gazetesi, 2019 yılında bir proje başlattı ve ABD’nin bilindiği gibi 1776’da kurulmadığını fakat 1619 yılında Afrika’dan getirilen ilk köle grubu ile kurulduğunu iddia etti. Tezleri çok basit: ABD’nin, İngilizlere karşı, yani anti-emperyalist bir savaşın sonucu özgür ve bağımsız bir ülke olduğu tartışma götürmez. Ama kuruluşun sadece İngilizlere karşı “bağımsızlık ve özgürlük” savaşı ile olduğunu söyleyenler aslında kuruluşun bir başka özelliğinin üstünü örtüyorlar. Amerikan “bağımsızlık savaşı” köleliği korumak için de verilmişti.New York Times, bugün Amerika’daki ırkçılığın yaygın olmasının en önemli nedenlerinden birisinin, ırkçılığın (kölelik sisteminin) yapısal olarak Amerika’nın kuruluşunda yer alması, olduğu ileri sürdü. Türkiye’nin durumunun da buna benzediğini düşünüyorum.
Cumhuriyet’in yüzüncü kuruluş yılına çok az gün kaldı. Ve nasıl bir Cumhuriyet istediğimiz sorusu merkezde duruyor. Nasıl bir Cumhuriyet istiyoruz gerçekten? Aslında bunu çok kolay formüle edebiliriz. Hepimiz, etnik-dini kimlik ve inançların ötesinde herkesin eşit vatandaşlık hakkına sahip olduğu, demokratik, insan haklarına saygı duyan ve tarihinde yaşanmış haksızlıklar üzerine rahatça konuşan ve yaşanmış adaletsizlikleri giderme konusunda adımlar atan bir Cumhuriyet istiyoruz. Bu basit isteklere hayır diyecek yoktur ve herkes ister ama bu yıllardır olmuyor?
Niye olmuyor? Çünkü bugünün en temel probleminin ve onun kaynağının ne olduğunu tam idrak edemiyoruz. Türkiye’nin bugün en temel problemi, eşitsizliktir ve adaletsizliktir. Bu toplumda vatandaşlar eşit değildir; insanlar aynı haklara sahip değildirler ve adalet duygusu ciddi ölçüde zedelenmiştir. Sünni Türk vatandaşlar daha eşittir. Alevi, Kürt ve sayıları çok az kalmış olsa da Hristiyan ve Yahudi vatandaşlar eşit vatandaş değildirler. Hepsi, önemli vatandaşlık haklarından yoksundurlar. Bu eşitsizlik ve adaletsizliğin temelleri bu Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte atılmıştır. Eşitsizlik ve adaletsizlik kuruluşumuzun temel harcıdır, sistemin esasına ilişkin yapısal bir problemdir.
Ana problem VATANDAŞ eşitliğinin sağlanmasıdır
Ama ana iddiam şu; bu topraklarda eşitlik sağlanamayacaktır. Bu mümkün değil. Çünkü bu eşitsizliğin temelinin Cumhuriyetin “kurtuluş ve kuruluş” yıllarında atıldığının farkında değiliz. Cumhuriyetin kuruluşundan kaynaklı yapısal bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu görmüyoruz. Konuyu SOL Parti’nin 30 Ağustos videosu örneğinde ele almak isterim. Video’da, “Büyük Zaferin 100’üncü yılı vesilesiyle Mustafa Kemal önderliğinde Bağımsız bir Cumhuriyet’in [zaferin] yolunu açan Kurtuluş Savaşını selamlıyoruz”, deniyor. AKP iktidarı Cumhuriyetin bağımsızlık ve laiklik ilkelerinin mezar kazıcısı ilan ediliyor. Ve kurtuluş ve kuruluşun ilk yıllarına özlemle insanlar mücadeleye davet ediliyor.
Bu filmi hazırlayanlara sorarsanız size şüphesiz Türkiye’de, eşitlik ve adalet için mücadele ettiklerini söyleyeceklerdir. Ve Kurtuluş ve Kuruluş yıllarını selamlayarak ve ona duydukları özlemle bugünkü eşitlik ve adalet meselesini çözeceklerine inanıyorlar.
Bugüne kadar tüm siyasi akımlarca, Cumhuriyetin kurtuluş ve kuruluş yılları esas olarak “egemenlik hakkı- bağımsızlık” ekseninde ele alındı, alınıyor. Bu nedenle bugünkü Eşitsizlik ve adaletsizliğin tohumlarının Kurtuluş ve Kuruluş yıllarında atıldığı görülmüyor. Bu bakış bir tek Sol Parti’ye ait değil, Türkiye’de önemli bir çoğunluğun da böyle düşünüyor.
Ana tezim şu: “Kurtuluş ve Kuruluş” yılları, sadece “egemenlik hakkı-bağımsızlık” ilkesi değil, “vatandaş eşitliği” ve “adalet” ilkesi ışığında yeniden okunmalıdır. Kurtuluş ve Kuruluş yıllarının- “eşitlik” ve “adalet” ilkesi ışığında yeniden okunması, nasıl bir Cumhuriyet istediğimiz sorusunun cevabıdır. Eğer bu topraklarda demokrasi ve hukuk devleti egemen olsun istiyorsanız, Cumhuriyet’in kuruluş ve kurtuluşunu, sadece “bağımsızlık” ve “egemenlik hakkı” ile sınırlamayan, onun “eşitsizliği” ve “adaletsizliği” de bağrında taşımış olduğunu söyleyen yeni bir hikâye anlatmanız şarttır.
Sorun Kaynağı: Ezbere Bildiğimiz Kurtuluş ve Kuruluş Hikayesi
Görmemiz gereken gerçek şu, hepimizin ezbere bildiği kuruluş-kurtuluş hikayesi toplumu bir arada tutmaya yetmiyor. Vatandaşların önemli bir kesimi kendisini bu hikâyede bulmuyor. Türkiye’de bugünkü siyasi krizin ana nedenlerinden birisi budur. Hepinizin ezbere bildiği ana hikâye şudur: Bu Cumhuriyet’in Kurtuluşu ve Kuruluşu, “Vatanı bölmek isteyen iç ve dış güçlere karşı verilmiş yoktan bir var oluş savaşıdır”. Yani mesele egemenlik hakkını elde etmek ve bağımsız olmaktır. Bu hikâye hem kapsayıcı değildir hem bugünkü sorunların üstünü örtüyor hem de bugünkü sorunların temelinin Kurtuluş-Kuruluş yıllarında atılmış olduğunu görmemizi engelliyor. Önerdiğim basit: bugünkü eşitsizlik ve adaletsizliğin son bulmasını ve yeni bir Cumhuriyet istiyorsanız, yeni bir Kurtuluş ve Kuruluş hikayesine ihtiyaç vardır.
Oysa bizler kendimizi o denli ezberlediğimiz hikâye ile özdeşleştiriyoruz ki bugünümüze bile bu kuruluş ve kurtuluş yıllarının gözlüğü ile bakıyoruz. Bugün de Kurtuluş ve Kuruluş savaşının hala bitmemiş olduğunu düşünüyoruz. Kendimizi tarihin kahramanları ile tanımlayarak, bugünkü sorunları çözeceğimize inanıyoruz. Hatırlarsınız, 1968 sol kuşağı verdikleri mücadeleyi ikinci kurtuluş savaşı olarak tanımladı ve kendilerini ikinci Kuvayı Milliyeciler olarak gördüler. AKP 2000’li yıllarda işbaşına gelince, başta CHP, Ergenekoncular ve kendilerini laik olarak tanımlayan çevreler (Alevilerin önemli bir kısmı), AKP’ye karşı İkinci Kurtuluş Savaşı çağrısında bulundular ve Kuvayı Milliyeci olduklarını söylediler. 2013 Gezi olayları sonrası kendisine Kuvayı Milliyeci demek sırası AKP çevrelerine gelmişti. Verdikleri “savaşı” ikinci kurtuluş savaşı olarak tanımladılar. Özetle, bu anlayış bu topraklarda, temelleri Cumhuriyetin kurtuluş ve kuruluş yıllarında atılmış vatandaş eşitsizliğini yeniden ve yeniden üretiyor.
1619 York Times projesi
New York Times gazetesi, 2019 yılında bir proje başlattı ve ABD’nin bilindiği gibi 1776’da kurulmadığını fakat 1619 yılında Afrika’dan getirilen ilk köle grubu ile kurulduğunu iddia etti. Tezleri çok basit: ABD’nin, İngilizlere karşı, yani anti-emperyalist bir savaşın sonucu özgür ve bağımsız bir ülke olduğu tartışma götürmez. Ama kuruluşun sadece İngilizlere karşı “bağımsızlık ve özgürlük” savaşı ile olduğunu söyleyenler aslında kuruluşun bir başka özelliğinin üstünü örtüyorlar. Amerikan “bağımsızlık savaşı” köleliği korumak için de verilmişti. Özellikle güney eyaletlerinin bu savaşa katılmalarının en önemli nedenlerinin başında, Emperyalist-Sömürgeci İngiltere’nin kolonilerde köleliği kaldırma ihtimali geliyordu. Kuzey Eyaletleri de Güneyi yanlarına çekmek için köleliğin korunmasının kuruluşun esası olmasını kabul etti. Bu nedenle, Amerika bağımsızlığını ilan ettiğinde, ilk Anayasada en az üç maddede köleliği koruyan hükümlere yer verildi. Yani, bağımsızlık yanında eşitsizlik yani Kölelik de bu Anayasanın ve kurulan ABD toplumunun kuruluş ilkesi olmuştu.
New York Times, bugün Amerika’daki ırkçılığın yaygın olmasının en önemli nedenlerinden birisinin, ırkçılığın (kölelik sisteminin) yapısal olarak Amerika’nın kuruluşunda yer alması, olduğu ileri sürdü. ABD’nin kurtuluş ve kuruluşu bir tek İngilizlere karşı anti-emperyalist mücadele ile açıklanmamalıydı. Vatandaş eşitsizliğinin -köleliğin, ırkçılığın- yapısal olarak kabul edilmesi bu sürecin başka bir özelliği idi. Dolayısıyla, eğer bugünkü ırkçılık ile mücadele edilmek ve ortadan kaldırılmak isteniyorsa, kuruluş yıllarına yeniden bakmak ve ırkçılığa da yer veren yeni bir kuruluş hikayesi anlatmak şarttır dediler. Ve sivil halklar hareketinin önderlerinin de Amerika’nın kurucuları arasında sayılmaları gerektiğini savundular.
Türkiye’nin durumunun da buna benzediğini düşünüyorum. Gerek SOL Parti’nin videosu gerek AKP gerek MHP ve gerekse CHP yani gerek iktidar ve gerekse muhalefet, “bağımsızlık” ve “egemenlik hakkı” ekseninde kurulmuş bir kurucu değerleri ve kuruluş felsefesini esas alıyorlar. Her kesim diğer tarafı bu kurucu değerlerden sapmakla suçluyorlar. Devlet Bahçeli, Cumhuriyetin “kurucu değerleri ve kuruluş felsefesi”ni esas almış yeni bir Anayasa öneriyor. CHP “Atatürk gibi düşünmek” seminerleri düzenleyerek, Atatürk ilkeleri üzerine oturmuş yeni bir Cumhuriyetten söz ediyor. Sol Parti de aynı değerlere sıkıca sarılarak bugünkü mücadelesini sürdüreceğini söylüyor. Ben ise, her tarafın ötekisini sapmakla suçladığı bu kurucu değerler ve kuruluş felsefesinin ana sorun olduğunu savunuyorum.
Eşitsizlik ve Adaletsizlik Kurtuluş ve Kuruluşun Parçasıdır
Bazı örnekler vereyim, Kuruluş yıllarında T.C. vatandaşı olan Ermeni Rum ve Süryaniler eşit vatandaş sayılmadı ve temel vatandaşlık haklarından yoksun bırakıldılar. Bazı rakamlar vereyim; 1918 sonrası katliamlardan kurtularak ana yurtlarına, topraklarına dönen Ermeni ve Rumların sayısı yarım milyona yakındı. Anadolu’da kalanlar, İstanbul’dan hiç ayrılmamış Ermeni ve Rumlarla birlikte sayısı bir milyonu aşan Hristiyan vatandaş vardı. Soru şu: bu Ermeni ve Rum asıllı vatandaşlara 1918-1923 yıllarında ne oldu?
Cevabı da basit: Bağımsızlık mücadelesinin sembolü olan Kuvayı Milliye kuvvetleri, geri dönen insanların köylerine saldırmaya ve bu insanları öldürmeye devam ettiler (bazı örnekler: Osmanlı Arşivi, DH.ŞFR. 104/45-96-127;106-114; 108/68); 1922’de İzmir’e giren Türk ordu birlikleri, girdikleri evlerde, “burada Ermeni var mı”, “Ermeni kaldı mı” sorusunu sorarak evlerde Ermeni aradılar (Shoah, Ermeni Soykırımı Sözlü Tarih Kayıtları). Ermeniliğini saklayan kurtuldu, saklayamayan öldürüldü. Hristiyanların ülke içinde seyahat etmeleri yasaklandı, mallarına el konuldu ve kendilerine zorla sadece çıkışı olan giriş imkânı olmayan pasaportlar verilerek zorla yurt dışına sürüldüler. 1918 sonrası geri dönmelerine izin verilen ve Lozan antlaşmasında geri dönmeleri bir hak olarak tanınan bu vatandaşlara ülkeye giriş hakkı yasaklandı. 1920 Nisanında Ankara’da toplanacak Meclis için yapılan ara seçimlere Hristiyan vatandaşların katılmaları engellendi [M. Kemal’in 17 Mart 1920 tarihli tamimi, “Anasırı gayrı Müslime intihabata iştirak ettirilmeyecektir.”]
1915 Eylülünde Ermeni mallarına zorla el koyan bir kanun çıkartılmıştı. Bu kanun 12 Ocak 1920’de Osmanlı Hükümeti tarafından kaldırıldı. El konulan, yağmalanan malların geri verilmesi kabul edildi. Daha sonra bu kanun Sevr antlaşmasının 144. Maddesi oldu. 1919 yılında, İstanbul’daki işgalci İngiliz Fransız kuvvetleri, Osmanlı Hükümeti ile birlikte çeşitli karma komisyonlar kurdular. Sevr antlaşmasının 142’nci maddesine de giren bu komisyonlar Anadolu’ya dağıldı. Komisyon üyeleri gittikleri yerlerde, yerel yöneticilerden iki şeyi yerine getirmelerini istediler. Birincisi, el konulmuş Hristiyan malları sahiplerine geri verilmesi. İkincisi savaş dönemi katliamlarına katılmış suçluların isimlerinin verilmesi ve tutuklanması. İşgal güçlerinin bu talepleri, Anadolu’da katliamlara katılmış ve Ermeni, Rum ve Süryani mallarını yağmalamış kişileri bağımsızlık savaşına katmaya itti.
Bağımsızlık savaşının sembolü olan Meclis ve Ankara Hükümeti, 14 Eylül 1922 tarihinde Ermeni mallarının geri verilmesine ilişkin 12 Ocak 1920 tarihli kanunu iptal etti ve İttihat ve Terakki’nin 1915 yağma kanunu yeniden yürürlüğe soktu. Sınırlı sayıda da olsa, mallarını geri almış olanların mallarına yeniden bu kanun gereği el konulmaya başlandı. Önce, 12 Kasım 1922'de Gayrimüslimlerin kendilerine ait taşınmazları yurt dışına gitmeden satmalarına izin verildi. Ama daha sonra mallarını satmadan gitmeleri görüşü ağırlık kazandı ve 14 Aralık 1922 tarih ve 2081 sayılı kararla Gayrimüslimlerin gitmeden evvel taşınmazlarını satmaları yasaklandı. Yani malların yağma ve talanı devlet eliyle devam etti. Daha sonra çıkartılacak değişik kanunlarla (31.03.1926; 6.10.1927; 4.06.1932) bu insanların memur olmaları veya bazı meslekleri icra etmeleri yasaklandı. Ülkede tam bir apartheid-eşitsizlik rejimi kuruldu. (Konuya ilişkin ayrıntılı bilgiler: Taner Akçam, Ümit Kurt, Kanunların Ruhu, İletişim Yay.)
Özet, ezbere bildiğimiz kurtuluş ve kuruluş hikayesi aynı zamanda bu ülkenin Hristiyan vatandaşlarının, vatandaşlık haklarının yok edilmesi tarihiydi. Yeni ve eşitlikçi bir Cumhuriyet istiyorsak, kanunlara sızmış idari yapımızın köşe taşlarını oluşturmuş bu kuruluş ve kurtuluş felsefesi ile hesaplaşmak zorunda olduğumuz ortadadır.
Kürtler için de durum farklı değil
Bu ülkenin Kürt ve Alevi vatandaşları açısından da durum farklı değil. Bizlere ayaklanma-isyan olarak anlatılan 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı ve 1938 Dersim aslında Kürtlerin, Dersimlilerin Türklerle eşitlik arayışlarıdır. Ana sorun, Cumhuriyet’in Kurucu kadrolarının, Sünni-Türk olmayan vatandaşların eşitlik haklarını kabul etmemeleriydi. Sünni Türk çoğunluk, Sünni ve Türk olmayanlarla eşit ve eşdeğer koşullarda yaşamayı kabul etmedi ve bugün de etmiyor. Aleviler bu nedenle inançlarına eşit muamele istiyorlar. Vatandaş Eşitliğinin kabul edilmemesinin temelleri İslami “Millet-i Hâkime” ilkesine bağlı olarak çok daha gerilere gitmekle beraber, kurtuluş-kuruluş yıllarında atılmıştır. Ve bu eşitsizlik bugün ülkenin hukuk sistemine içine bir nakış gibi işlenmiştir.
Tarihe bu gözle bakarsak göreceğiz ki, Osmanlı döneminde Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar, Cumhuriyet döneminde Aleviler Kürtler ve Çerkesler eşit haklara sahip olmak dışında bir talepte bulunmadılar. Fakat biz tarihimizi sadece egemenlik hakkı ve bağımsızlık kategorileri ile açıkladığımız için, Kuruluş döneminin Ermeni ve Rum vatandaşlarını işbirlikçiler olarak ilan ediyor ve eşitsizlik üzerine kurulmuş bir yapıyla karşı karşıya olduğumuzu göremiyoruz.
Kuruluş dönemine sadece “bağımsızlık” değil “eşitlik ve adalet” ekseninden bakmamayı öğrenirsek, Koçgiri’yi, Pontus’u, Şeyh Sait’i, Ağrı’yı ve Dersim’i eşitlik uğruna verilmiş mücadeleler olarak okumamız mümkündür. Örneğin, Şeyh Sait hareketi ya dinci ve gerici bir ayaklanma ya da dini rengi olmakla birlikte Kürtlerin milli ayaklanması olarak bilinir ve tartışılır. Oysa Şeyh Sait hareketine geniş bir Hristiyan katılımı vardır. Mahkeme edilmeden öldürülenler ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılanlar hariç, 10’un üzerinde Süryani ve 3 Ermeni bu ayaklanmaya katıldıkları için idam edilmişlerdir. Ayaklanma sonrası ise 10bin civarında Ermeni Suriye’ye kaçmıştır. Bugüne kadar pek bilinmeyen bir başka gerçek ise, Şeyh Sait ayaklanması sırasında, batı Anadolu’daki Çerkes köylerine karşı da askeri tedbirler alındığıdır. Ağrı, sadece bir Kürt başkaldırısı değildir, bir Ermeni başkaldırısıdır da…
Eğer Cumhuriyet’in Türkleri ve yöneticileri, diğerleri ile eşit yaşamayı kabul etselerdi eşitlik ve adalete ilişkin ne dünkü ne de bugünkü sorunların hiçbirisi yaşanmayacaktı. Bunu görmek için ise dünü ve bugünü sadece ulusal egemenlik perspektifinden okumaktan vazgeçmek, eşitlik ve adalet fikri etrafında okumayı öğrenmek gerekir. Ancak eşitlik ve adalet ekseninde okunan ve hatırlanan bir tarih sayesinde, hem o dönemde dışlananların varlığını anlarız, onların hikayelerini kuruluş hikayesinin bir parçası haline getirebiliriz hem de bugün eşitliği esas almış bir vatandaşlık hukuku geliştirebiliriz.
Son söz: İhtiyacımız olan toplumsal sohbettir, dinlemeye hazır olmaktır.
Sünni Türkler dışındakiler sadece vatandaşlık haklarından mahrum kalmadılar. Onların hikayeleri de unutturuldu. Çektikleri acılar, yıkımlar yok sayıldı. Nüfusunu önemli bir kesiminin acısını, yıkımını yok sayan, onlara en temel vatandaşlık haklarını vermeyen bir Cumhuriyet kuramazsınız, kurarsanız da çöker. Nüfusun önemli bir kesimi eğer anlattığınız kurtuluş-kuruluş hikayesinde kendilerine ait bir şey bulamazlarsa kendilerini o topluma ait hissetmezler ve bu dağılmanın ilk habercisi olur. Bu nedenle, “eşitliği ve adaleti” merkezine almış, Hristiyan’ın (Ermeni, Rum, Süryani), Yahudi’nin, Alevi’nin ve Kürdün çektiği acıları kabul eden, bu acıları kuruluş ve kurtuluş hikayesine entegre eden bir bakış şarttır. Zaferlerin ve kahramanlıkların değil çekilen acıların kendisini bulabildiği bir kurtuluş ve kuruluş hikayesi gerekiyor.
Bunu “diğerini dinlemeye hazır olmak” olarak tanımlamak istiyorum. Türkiye ciddi bir sohbet susuzluğu çekmektedir ve toplumsal sohbet kaçınılmazdır. Eşitsizliğe ve adaletsizliğe kurban gitmişlerin hikayeleri dinlemek ve bu hikayeleri kurtuluş ve kuruluşun bir parçası yapmak şarttır.
Önerdiğim, sadece yeni bir kurtuluş ve kuruluş hikayesi değildir. Bunun da ötesinde, kuruluştan bu yana eşitlik ve adalet için mücadele eden insanların da bu ülkenin ve de yeni Cumhuriyetin kurucuları sayılmaları gerekiyor. Koçgirili Alişer, Ağrı direnişinin sembolü İhsan Nuri, Dersim’in efsaneleşmiş önderi Seyit Rıza, Hrant Dink ve Tahir Elçi bu yeni eşitlikçi ve adaleti esas almış Cumhuriyetimizin kurucuları olarak ilan edilmelidir.
Eşitsizliği ve adaletsizliği ortadan kaldıracak bir Cumhuriyet için, yeni bir kuruluş hikayesi anlatmak ve onun yeni kurucularını ilan etmek şarttır.
(Not: Bu yazı 17 Aralık 2022’de Yeryüzü Güncesi grubunda yapılan konuşmadır. Konuşmayı bu bağlantıdan izleyebilirsiniz. T.A.)