15 yıl oldu ve eksildik, eksiliyoruz.
Zulmün artsın diye dua, beddua ederiz.
Zulmün artsın ki gidesin, tez gidesin.
Zulmü artar, zulüm bitmez, zalim gitmez…
Çünkü zalim bir kişi, kişiler değil, düzenin, ideolojinin kendisi.
Hiç bitmedi, biz bitirmedikçe bitmeyecek…
Hrant’la aynı okulda okuduk, bir ruhban okulunda.
Hrant benden on yıl sonra. İnansak da inanmasak da,
İncil’i, meselleri, uhrevi işleri, göksel temaları biliriz.
Taner Akçam Hrant’ı Martin Luther King ile yanyana anıyor.
Ümit Kıvanç’ın gözlerimde yaşlarla seyrettiğim Hrant belgeseline,
Rakel Dink’in ta ilk günden üstümüze çağlayarak akan
sözlerine eklenecek ne var. Gece zifiri karanlığa dönüşerek
bizi, hepimizi örtüyor. Hem de geleceği, çocuklarımızın, insanlığın
geleceğini kan renginde bir örtüyle örtüyor. O örtüyü
yırtıp güneşe çıkmak bizim işimiz.
Hrant o iş için, kendine biçtiği o ödevle gelmişti.
Bir peygamber değildi elbet, ama bir melekti.
İşi, ödevi Cebrail olmaktı.
Konuşulmayanı, konuşulamayanı konuşulur hale getiren
bir çığır açıcı, bir haberci. AGOS da o değil mi zaten,
tohum ekeceğimiz çığır, evlek…
Hayatın bana öğrettiklerinden biri de şu:
Halden şikayet etmeyenin halinden şikayete hakkı olmaz.
İlave: Şikayetle kifayet etmeyelim, çünkü vakit dar, zamanlar kötü.
Aşağıda Radikal’de 1 Mart 2007’de yayımlanan yazım var.
Kırkbirinci gün
Umudun sesi olmuş bir “mucize insan”dı. Bir sis çanı gecenin içinde.
Onun ıssız çığlığı, bir çember içine geri çekilmiş, kozaları içine kapatılmış kendisi gibi olanları bir araya gelmeye çağırırken boğuldu. Değişimin, dönüşümün ancak acıyı dillendirmekle, sesleri birleştirmekle olabileceğini haykırırken susturuldu Hrant Dink.
Katırtırnağına neden katırtırnağı dendiğini merak ederken öldürüldü o.
Bunca acı, bunca yoksulluk, bunca eşitsizlik, bunca adaletsizlik varken, insanın sesini yükseltmeden nasıl yaşayabildiğini merak ederken öldürüldü.
Sorgulanmayan, soru sorulmayan durumlarımızın niçin sorgulanmadığına dürüst gözleriyle şaşarken öldürüldü.
İnsanlığın niçin böyle olduğunu, insanların niçin böyle olduğunu bir türlü anlayamazken öldürüldü.
Üstüne ne örtseler görürdük yiğit gövdesini. Başını, iki ayağını, sevgiye uzanan yiğit ellerini bize bırakırken öldürüldü.
Orta yere, bakıp koklayıp isyan edeceğimiz, kıpkızıl kanayan bir karanfil bırakırken öldürüldü.
Bıraktığı yerden alıp yakamıza taktığımız solmayan bir karanfildir artık Hrant.
İsyanın, başkaldırının, ıssız çığlıkların kızıl karanfili. İnsanın insana ettiği bu zulüm bitmedikçe takıp bakıp koklayacağımız, acımızı koyultan kan renginde bir karanfil.
Korkularımızın, yitikliğimizin, sindirilmişliğimizin karanlığında ışıyan bir karanfil.
İnsanları katledebilen bir bütün ülkenin, bir bütün halkın beynine sıkılmış bir sorudur artık Hrant : Daha ne kadar?
Daha ne kadar teslim olacağız kör karanlığa?
Daha ne kadar sürecek umarsızlığımız, yarınsızlığımız?
Daha ne kadar dilsiz-sağır bakaduracağız çağa, uygarlığa?
Daha ne kadar hasret kalacağız sevgiye, barışa, kardeşliğe?
Söylemimize “birlik ve beraberlik”, eylemimize dışlama ve düşmanlık daha ne kadar egemen olacak?
Daha ne kadar yabancı olacağız kendi yurdumuza, ocağımıza?
Daha ne kadar kilitli kalacak vicdanımız, aklımız, yüreğimiz?
Daha ne kadar boğulacağız susuz bir denizde?
Daha ne kadar kulak tıkayacağız kendi çığlığımıza?
Daha ne kadar kan akıtacağız uyanmak için?
Daha ne kadar acılar içinde kıvranacak Anadolu? Daha ne kadar yaşayacağız bu labirentte soru sormadan?
Ne zaman başlayacak bizim insanlık tarihimiz?
Ey ülkemin insanları!
Ayaklarımız üstünde doğrulup yükselmek için neyi, daha ne kadar bekleyeceğiz?
(Radikal, 1 Mart 2007)