Kulüp: Ulusal aileden seçilmiş 'aile'ye

Dizinin eksilerine dair lafı uzatmadan baştan söyleyeyim: Dizinin dört bölümlük ikinci kısmının da eksiğine gediğine karşın ilk bölümlerde işaret edilen potansiyellere sadık kaldığını, konvansiyonel uzlaşı kalıplarına geri çekilmediğini söylemek mümkün. Önemli olan da bu.

Bundan birkaç ay evvel ‘Kulüp’ dizisinin ilk altı bölümlük kısmı yayınlandığında, dizinin Türkiye’de gayrimüslimlerin temsili açısından radikal sıfatını hak eden kimi özelliklerine dikkat çekmeye çalışmıştım.  Bunlardan en önemlisi, özellikle Matilda karakteri şahsında mağdur gayrimüslim figürünün faile, kendi kaderine sahip çıkma kararlılığı sergileyen bir özneye dönüşmesiydi. 

Yani mesele, dizinin basitçe Varlık Vergisi ya da 6-7 Eylül pogromu gibi hadiseleri gündeme getirmesi değildi. Bu gibi tarihsel trajedileri şu ya da bu ölçüde aktaran ya da anıştıran başka yapımlar da söz konusu olmuştu. ‘Kulüp’ün özgünlüğü bu hadiseleri mağduriyet kalıpları içerisine sıkıştırmaması, haksızlık karşısında bireysel temelde de olsa mücadele eden figürleri öne çıkarmasıydı.

İkinci kısımda daha tempolu, adeta koşturan ve aynı anda çok şey anlatmaya çalışan bir anlatım söz konusu. Bu durum zaman zaman bir inandırıcılık sorununa yol açıyor, karakterlerin karikatürleşmesine yol açabiliyor. Üstelik birinci kısımda da ciddi bir sorun olan “melodramlaştırma” eğilimi artarak devam ediyor. (Kıssadan hisse: zaten ağır olan bir sahne bir video klip kılığına sokulunca daha da ağırlaşmıyor, aksine laçkalaşıyor). Ancak dizinin eksilerine dair lafı uzatmadan baştan söyleyeyim: Dizinin dört bölümlük ikinci kısmının da eksiğine gediğine karşın ilk bölümlerde işaret edilen potansiyellere sadık kaldığını, konvansiyonel uzlaşı kalıplarına geri çekilmediğini söylemek mümkün. Önemli olan da bu.

Kökendeki ötekiler

Dört bölümlük bu ikinci kısım, 1940’ların başına giderek hem sermayedar hem de devletlû bir figür olan Kürşat’ın Matilda’nın ailesine çektiği nutukla başlıyor. Kürşat gayrimüslim toplulukların Türk ulusuna ihanet ettiğini ve bunun da bedelini ödemeleri gerektiğine dair tanıdık milliyetçi temayı uzun uzadıya aktarıyor. Aslına bakılırsa Kulüp, amiyane tabirle bu tip toplara hiç girmeyebilir, daha “güvenli” sularda pekâlâ seyredebilirdi. Oysa dizi daha hemen başta izleyiciye hazmı pek de kolay olmayan bir lokma sunuyor ve gayrimüslim toplulukların Türk ulusal kimliğinin bir nevi “kök-ötekisi” olduğunu hatırlatıyor.      

Ne demek istediğimi şöyle özetleyeyim: Gayrimüslim ahali, Türk milliyetçiliğinin adeta bir “kök-ötekisi” konumundadır. Türk ulusal kimliğinin inşa süreci gayrimüslim ahaliyle, bilhassa Rum ve Ermenilerle bir çatışma sürecine denk düşmüş, öyle deneyimlenmiş ya da öyle anlaşılmış olduğundan bu topluluklar Türk ulusal kimliğinin kök ya da baş ötekisi olarak arketipik bir konum kazanmışlardır. Bu nedenle de gayrimüslim ahalinin ulusal bütüne entegrasyonu mümkün değildir, onların ulusal topluluğa dışsallığı mutlaktır. 

Tam da bu minvalde, Kürşat’ın Aseo ailesine nutku, Mahmut Esat [Bozkurt] Bey’in Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu üzerine gerçekleştirdiği bir konuşmayı hatırlatır: “Bu memlekette Hıristiyan tabakasının hakkı olmadığına inanmış bir adam sıfatiyle söz söylüyorum. Onlar bu memleketin vatandaşlığından istifade etmişlerdir ve hıyanetle silah çekerek istifade etmişlerdir. Onlar Osmanlı tarihinin nankör çocuklarıdır ve bu memlekette hiçbir hakları kalmamıştır. Kendi hakkını müdafa etmek isteyen bu memlekette onlar emperyalizmin casuslarıdır ve bu vatanın hain çocuklarıdır.”

İşin ilginci Kürşat, ilerleyen bölümlerde Mahmut Esat Bozkurt’u doğrudan doğruya alıntılar. Silahını Türklüğe ihtida etme çabası boşa düşen Orhan/Niko’ya doğrultmuşken Mahmut Esat’ın “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı”  sözlerinin hafifçe değişik bir versiyonunu tekrar eder.

Yani ‘Kulüp’, azınlık diye anılan topluluklara sempatiyle yaklaşan, ama esas olarak zor konulara girmeyerek onları nostaljikleştirip bir kültürel renge indirgeyen güvenli anlatı formunun sınırlarını ihlal ediyor. İzleyiciyi Türk milliyetçiliğinin gayrimüslimler konusundaki temel argümanlarıyla karşı karşıya getiriyor, bunları halının altına süpürmektense baştan önümüze koyuveriyor.  

Türklüğe ihtida?
Hal böyle olunca da ‘Kulüp’, gayrimüslimlerin ulusal topluluğa dahil edilebilmesini sağlayabilecek kimi kolaycı yolları kendi eliyle kapatıveriyor. Orhan/Niko’nun annesi, Mahmut Esat alıntısını yapar yapmaz Kürşat’ın kafasına demir bir çubuk indirerek onu öldürüyor ve oğlunu kurtarıyor gerçi. Ancak daha birkaç bölüm önce “yılın Türk müteşebbisi” seçilmiş, o ödülü alabilmek için de gayrimüslim çalışanlarını kovmuş Orhan/Niko, ne yapsa da Türklüğe kabul edilme girişiminin başarılı olamayacağının farkına varıyor ve annesini ve kendisini ortadan kaldırmak dışında bir kurtuluş yolu göremiyor. Zira Orhan/Niko aslında Kürşat’ın pekâlâ “haklı” olduğunu, onun gibilerin Kürşatlara kulluk etmek harici hiçbir hakkı olamayacağını biliyor.  

Raşel’in İsmet’le olan aşkı bir başka çıkış yolu sunabilirdi aslında. Öyle ya aşk hikâyeleri yapısal/kurumsal ırkçılık sorununa şöyle bir değinip sonra suya sabuna dokunmadan onun etrafından dolanarak sıvışmanın garantili bir yoludur. İşte Raşel ile İsmet arasındaki tutkulu aşk hikâyesi kahramanlarımıza ulusal aileye kabul edilmenin biletini sunabilirdi. ‘Kulüp’ neyse ki bu vıcık vıcık klişeden sakınıyor. Raşel kendisine bir kez bile adıyla hitap etmemiş, pogrom sırasında kırılgan egosu ve arabasından başka hiçbir derdi olmayan İsmet’i değil annesi Matilda’yı seçiyor. Yani Aysel olmayı değil, Raşel olmayı seçiyor.

Dizinin finalinin (kronolojik bir tutarsızlık pahasına) 6-7 Eylül pogromuna denk getirilmesi bu nedenle (ve moda tabirle) manidar. Bu kolektif linç vakası Kürşatların bir istisna olmadığını izleyicinin gözüne sokuyor. Orhan/Niko’nun çıkışsızlığı ancak pogromun gölgesinde anlaşılır hale geliyor. Bu kadere teslim olunmuyor elbette. Orhan/Niko’nun annesi nasıl Kürşat’ı yere deviriyorsa Tasula da linççi kalabalıkça tecavüze sürüklenirken Bahtiyar’ı öldürüyor. Matilda’nın ilk kısımdaki cesareti diğerlerine de bulaşıyor.

Ütopyaya kaçmak
Ancak cesaret tek başına yeterli olmuyor. Yetmemişti zaten. Matbaası yağmalandığı için sekiz gün yayın yapamayan Embros gazetesi, 6-7 Eylül pogromu sonrasındaki ilk sayısında, “Burada, yerimizde kalacağız. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için düştüğümüz yerden doğrulacak ve yerimizde kalacağız. Doğduğumuz, büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın şimdi kırık dökük de olsa mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız kırık mezarlardan, harabeye dönmüş kilise, okul, dükkân ve evlerimizden yeni bir dünya yaratacağız” diye yazıyordu cesurca. 

Rum toplumu gerçekten de ayağa kalkmaya çalışacak ama sonraki on yılda yiyeceği yeni darbeler karşısında dayanamayacak, ezici çoğunluğu gitmek zorunda kalacaktı. İşte ‘Kulüp’ün finalinde de bu gitmek seçeneği havada dolaşıyor ister istemez. Matilda’nın, Tasula’nın, Raşel’in başka seçeneği yok gibi görünüyor. İşte kolaycı bir çözüme savrulmak istemeyen ama gitmeyi de kabul edemeyen ‘Kulüp’ sona ererken şaşırtıcı bir adım atıp ütopyaya kaçıyor.

Şöyle ki: Matilda ve Raşel’in saldırganlardan kaçan başka insanlarla birlikte kulübe sığınmasıyla anlatının tonu da rengi de değişiveriyor. Mevcut gerçekliğin sınırlarını zorlayan, bir hayali anıştıran bir form hâkim oluyor. Raşel kulüpte doğum yapıyor ve sonrasını biz yeni doğan bebeğin sesinden dinliyoruz. Yeni doğan bize o gece kulüpte büyük bir sofra kurulduğunu ve pogromculardan kaçabilmiş insanların, bebeğin “seçilmiş ailesinin” o sofraya oturup onun doğumunu kutladığını aktarıyor.  Ulusal aileye dahil edilmeyenler aralarındaki dayanışmayı aynı sofrada vurguluyorlar. 

Bu sahnede eleştirilebilecek hususlar var elbette. En önemlisi, ilk kısımda kulüpte çalışan kadınları istismar ettiğini ve cinsel şiddet uyguladığını gördüğümüz Çelebi’nin o masada yer bulması elbet. ‘Kulüp’ün ikinci kısmında ikna edicilikten uzak bir dönüşüm yaşayan Çelebi’nin o masada oturması final sahnesinin iddia, inandırıcılık ve gücünü önemli ölçüde erozyona uğratan bir faktör. 

Ancak zaaflarına karşın bu sahne bizlere gitmek ve kalmak dışında bir başka seçeneğin olduğunu da hatırlatıyor. Pogrom felaketinin yıkıntıları arasında Rebecca Solnitt’in tabiriyle adeta bir “felaket topluluğu” oluşturan bu insanlar, farklı ama iç içe geçmiş nedenlerle ezilmiş ve horlanmış olan insanların ulusal aile dışında başka bir “aileye”, başka bir dünyaya ait olduğunu hatırlatıyor. Uğruna mücadele etmek gereken tek “ailenin” de işte bu olduğunu tabir caizse gözümüzün içine sokuyor.       

Kategoriler

Kültür Sanat


Yazar Hakkında