Okuduğu okullarda, bulunduğu bütün ortamlarda zekasıyla, bilgisiyle ama en çok da içinden taşan coşkulu, inatçı devrimci kişiliğiyle kabına sığmayan, yaşadığı çevreye birkaç beden büyük gelen bir entelektüeldi Biberyan. Hele de 1930’lu, 40’lı yılların Türkiyesi Biberyan’a kendini gerçekleştirme imkanlarını neredeyse hiç vermiyordu. Ama o içinde bulunduğu imkanların kendine ne verip vermediğine bağlı kalarak kendini geliştiren bir entelektüel olmadı.
Bu yıl 100. doğum yılını idrak ettiğimiz Zaven Biberyan, 20.yüzyılda Türkiye’de yaşamış roman sanatının en usta icracılarından biridir. Bir başyapıt olarak nitelendirilebilecek 'Lgrdadzı' ki sonra Biberyan bu kitabı ‘Yalnızlar’ ismiyle Türkçe olarak da yeniden kaleme aldı, Türkiye’nin tarihsel dönüşümüne ayna tutmayı başarmış en önemli roman diyebileceğimiz Mırçünneru Verçaluysı (Karıncaların Günbatımı) ve Angudi Siraharner (Meteliksiz Aşıklar) yazarın 20. yüzyıl romanına yaptığı büyük katkılardır.
2021’in ilk aylarında Parrhesia kolektifi* olarak, kendini doğru söylemekle sınama fikri ve ismi altında bir araya gelmeye karar verdiğimizde, İstanbul’da ve Avrupa’nın farklı ülkelerinde yaşayan bir grup kadın Zaven Biberyan okumaları yaptık. Yazarın entelektüel birikiminin, gazete yazılarında tanık olduğumuz cesaretinin ve edebi eserlerindeki içgörünün farkındaydık. Romanlarının da Aras Yayıncılık’tan yayımlanarak Türkiyeli okurla buluşmuş olması büyük şanstı. Bununla birlikte, Türkiye edebiyat seçkilerinde ve hatta Batı Ermenicesi edebiyat seçkilerinde de neredeyse hiç yer almamış olmasıyla nasıl bir kadere mahkum edildiğini görebiliyorduk. Marc Nichanian’ın Biberyan üzerine yazdığı ve Mrçünneru Verçaluysı kitabının ekinde yayımlanan yazısında yazarın nasıl bir yalnızlığa itilmiş olduğunu, bu yalnızlık içinde acılaşmaya terk edildiğini ve bunu tek başına yaşamak zorunda bırakılmasını çok iyi ifade ediyordu.
Peki neydi onu bu kadar görünmez kılmaya mahkum eden? Nichanian’ın Biberyan’ın roman karakterlerinde gözlemlediği “biyolojik ailenin ve ulusal ailenin” (Biberyan, Meteliksiz Aşıklar, s. 17) çöküşünü yazar dile nasıl aktarmıştı? Bu ve bunun gibi soruları Zaven Biberyan’ın hayatı ve eserleri çerçevesinde tartışmak üzere geçtiğimiz hafta Parrhesia kolektifi olarak Prof. Nazan Maksudyan’ı konuk ettik. Tarih alanındaki çalışmalarıyla tanıdığımız, Türklüğü Ölçmek (2005), Geç Osmanlı Döneminde Yetimler ve Kimsesiz Çocuklar (2014), ve geçtiğimiz sene Ortadoğu Çocuk ve Genç Çalışmaları Birliği tarafından en iyi kitap ödülüne layık görülen I. Dünya Savaşında Osmanlı Gençleri ve Çocukları (2019) kitaplarının yazarı Maksudyan, geçtiğimiz ay Notos Dergisi’nin Biberyan Özel Sayısı için de Biberyan üzerine bir yazı kaleme almıştı. Biz de bu yazıda hem bizlerin bir yıl içinde yaptığı tartışmalardan hem de Nazan Maksudyan ile sohbetimizden bize kalanları Agos okuruyla buluşturmak isteriz.
Bir entelektüel: Biberyan
Okuduğu okullarda, bulunduğu bütün ortamlarda zekasıyla, bilgisiyle ama en çok da içinden taşan coşkulu, inatçı devrimci kişiliğiyle kabına sığmayan, yaşadığı çevreye birkaç beden büyük gelen bir entelektüeldi Biberyan. Hele de 1930’lu, 40’lı yılların Türkiyesi Biberyan’a kendini gerçekleştirme imkanlarını neredeyse hiç vermiyordu. Ama o içinde bulunduğu imkanların kendine ne verip vermediğine bağlı kalarak kendini geliştiren bir entelektüel olmadı. Aynı zamanı paylaştığı Franz Fanon gibi içinde bulunduğu koşulların içinden, o koşullara inat, o koşulları çok iyi anlayarak ve temelden eleştirerek var oluyordu. Bunu yapabildiği ölçüde de kendi dehasının farkına varıyordu. Gençliğinde kendi el yazısıyla yazıp çoğalttığı, kapı kapı dolaşıp dağıttığı devrimci bildiriler ceplerindeyken gece vakti kontrole takılması ve memurlara kafa tutup yakalanmamayı başarmış olması kendi dehasına hayran olduğu anlardan biridir. Fakat, Biberyan’ın esas dehası bu devrimci aktivizmin derinleştiği noktada kristalleşecek, billurlaşacaktır. Yazılarında, romanlarında da bu dehanın açık, isabetli ve doğrudan bir dille meseleleri anlatmasında, insan doğasına, aile kurumunun iç dinamiklerine, yaşadığı ülkenin toplumsal tarihini yansıtmasındaki becerisinde kendini gösterdiğine şahit oluruz.
Ermeni Masası’nın takibinde
Kimsenin üstünde tahakküm kurmasına ve haksızlığa tahammülü olmadığını yazıyor geçtiğimiz günlerde yayımlanan Mahkumların Şafağı, Özyaşamöyküsü 1921-46 başlıklı Fransızca olarak yazdığı ve Türkçeye çevrilip geçen haftalarda yayımlanan eserinde. Gerçekten de hayatının ve entelektüel kimliğinin en belirgin özelliklerinden biri olarak tahakküme ve haksızlığa karşı duyduğu tarihsel öfkeyi bütün yazılarında ve edebiyat eserlerinde görmek mümkün. Gazete yazılarında 1940’lı yıllarda kimsenin dile getiremediği ırkçılığa, özellikle de Türk basınının sürekli Ermenileri, Hıristiyanları ve Yahudileri hedef alan ırkçılığına doğrudan cevap vererek, adeta meydan okuyarak, muhtemelen Ermeni Masası’nın da en sıkı takip ettiği sosyalist yazarlardan biriydi. Özyaşamöyküsü'nde bunun öncesinde de okul yıllarında tarih kitaplarında Ermenilerin hiç görünmemesine, yüzyıllar boyu olmayan Ermenilerin aniden Osmanlı İmparatorluğu’nu sırtından bıçaklayan bir grup olarak adeta başka bir gezegenden ışınlanmış gibi ortaya çıkmasına isyan ediyordu. Biberyan’ın öfkesini özellikle Ermenilerin topyekun yok sayılmasına yöneltmesi, yerlinin külliyen yok sayılmasının daha geniş tarihsel düzlemde okunmasına, örneğin Fanon ya da Walter Benjamin ile birlikte okunmasına imkan sağlıyor. İçinde bulundukları ve bir tarafın koşulsuz üstünlüğünün dayatıldığı bir toplumsal konjonktür Biberyan ve kuşağı için aslında başka bir ülkede benzerine rastlanmayan bir durum oluşturmuştu. Walter Benjamin Nazi Almanyası’ndan kaçarken intihar etmiş, Frantz Fanon sömürgeci şiddetini görünür kılmak isterken hayatından olmuştu. Biberyan ise bütün halkının yok edildiği coğrafyada tarihiyle, diliyle, toplumuyla varolmanın mücadelesini vermekte ve her an içine doğduğu halkın kaderinin tekerrürü ile yüzleşmekteydi.
Üç buçuk yıl süren askerlik
Mahkumların Şafağı kitabı bize Biberyan’ın bu tarihselliği, tarihsel hafızanın nasıl kendi yaşam deneyiminde yine ve yeniden tezahür ettiğini göstermesi açısından son derece önemlidir. 1941 ile 45 arasında 3.5 sene süren askerliğinde önce korkunç bir deniz yolculuğuyla ülkenin diğer ucuna Hopa’ya gönderilecek, orada bina yapımı, kesilmiş ağaç kütüklerinin çamurlu ve yağmurlu tepelerden aşağı taşınması gibi ağır işlerde çalıştırılacak, gece gündüz vücudunun bitler tarafından ele geçirilmesiyle, açlık ve hastalıklarla boğuşacaktır. Biberyan’ın bu yıllarda yaşadıklarını anlattığı kelimeler çok önemlidir. Çünkü Biberyan kendilerine yaptırılanın tarihsel referansı ile konuşmaktadır:
“14 Ekim 1941, Salı - Angarya devam ediyor. Fiziksel güçsüzlüğümden dolayı tedirginim. Yemekler yenecek gibi değil. Çavuş edepsizce ırk konusunu gündeme getiriyor. Kör Ermeni düşmanlığı.”
Daha yeni başlamaktadır oysa her şey. Bulundukları birliğe getirilen Kürt askerler tarafından dövülecekler ve komutan tarafından da suçlu bulunacaklardır. Ve burada Nazan Maksudyan’ın Parrhesia söyleşisinde dikkati çektiği gibi, ”masumiyetini ispat etmesi mümkün olmayan bir masumun keskin acısıyla” (70) tanışacaktır Biberyan. Sürekli masumluklarını ispata çalışan, fakat içgüdüsel olarak hep suçlanacağından korkan, Cumhuriyet tarihi boyunca adaletsizliğe mahkum edilmiş Ermeniler, gerek Biberyan’ın şahsında, gerekse kolektif adaletsizliğe mahkum olan masumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Türklüğe hakaret davalarında masumiyetlerini ispat edememekte ya da Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı döneminde Çin’de Margos adında bir adam bir suç işlese bunun Hatay mevzuu ile birleştirilip Ermeni karşıtı yansımaları olacağını yazmasında, (Al gı Pave yazısı, 1946), sürekli ve her koşulda suçluluğa mahkum edilmiş olmaya itiraz eder Biberyan. Benzer bir şekilde, 1946’da Sovyetler Birliği Konsolosluğu önünde kuyruklar oluşturan ve Sovyet Ermenistanı’na göç etmek isteyen Ermenilere Türk basınından yapılan saldırılarda, Biberyan yine Ermeni karşıtlığının komünizm karşıtlığı ile birleştirilip Ermenilerin başına patladığını yazmıştır.
Maksudyan’ın da dikkat çektiği gibi, Biberyan iki felaket arasında, felekten çaldığı nice dönem olduğunu söyleyerek, kendi zaman algısına dair önemli bir yere işaret ediyor: “Hayatımda, felekten çaldım diyebileceğim nice dönemler oldu. İki felaket arası, bir sonrakini beklerken.” Böylelikle Biberyan’ın tarifi, Ermeni zamansallığının neredeyse son iki yüzyıldaki döngüsel karakterine ayna tutar.
Her an yeni travmaları beklemek
Biberyan, geçmiş travmaların yükünü sırtında taşıyıp her an gelecek yeni travmaları beklerken yazdığı eserlerde, bu beklemenin yarattığı çürümüşlüğü kullandığı güçlü imgelerle okuyucuya sunuyor. Maksudyan’ın da belirttiği gibi çürümüşlük sahneleri ve yakın detay tasvir edilen parçalanmış yaralı bedenler üzerinden unutmaya veya inkarla unutturulmaya çalışılan geçmişe karşı bir hatırlatma pratiği da görüyoruz. Abject sanat yaklaşımında bedenden çıkana karşı veya bedene ait olan dayanılmaz görüntülere karşı duyulan irkilme ele alınır. Biberyan neredeyse beklenmedik irkiltici sahneler üzerinden travmayı deşerek bir yüzleşme pratiğini eserine aktarıyor ve geçmeyen felaketin beden üzerinde nasıl zuhur ettiğini okuyucuya gösteriyor.
Biberyan’ın beden üzerinden anlatısı zorla yaptırılan işçilik deneyimleri üzerinden de karşımıza çıkar. Yazarın dilinde bu uzun tarihin ve o deneyimin canlı olduğunu görmek mümkündür. Kendilerine yaptırılanı Amele Taburları’nın devamı olarak görmesi, mecburi ağır işçiliğe referans verirken “angarya” demesi bu bilincin dışa vurumlarıdır. Angarya kavramı bugün çoğumuzun günlük hayatta kullandığı kadar hafif bir tecrübeye işaret etmez. Tam tersi “angarya”nın hafif bir işmiş gibi karşımıza çıkması, bir şiddet ve sömürü (extraction, iliğini sömürme) pratiğinin ağır tarihsel anlamından temizlenerek günlük hayata karışması, sıradanlaşmasıdır.
Angarya, Ermeni köylüsünün bütün bir 19. yüzyıl boyunca ama en çok da reform dönemi olarak adlandırılan Tanzimat döneminde, işinden gücünden alıkoyulup, dövülerek, sövülerek yol yapımı, su yolu değiştirme, bina yapımı gibi ağır işlerde çalıştırılmaya zorlanmaları, itiraz ettikleri takdirde hapse atılmaları, ceza almalarıyla sonuçlanan son derece ağır, kölelikle akraba bir pratiktir. Biberyan, aç, susuz, hasta, yağmurlu korkunç koşullarda çalıştırılmaya zorlanmalarını, iş yavaşlattıklarında sırtlarında patlayan kırbaçları, aylarca toprak üstünde uyumalarını anlatırken maruz kaldıkları durumları anlatırken “angarya” ve hatta “forsalar gibi“ de demiş olması angaryanın ve forsaların kölelikle bağını bilmesindendir. Nafıa askerliğiyle neredeyse birlikte uygulanan Varlık Vergisi, Ermeni köylüsünün ödemeye zorlandığı ancak batmış bir ekonominin tüm yükünün Ermeni reayanın sırtına yüklenmesinden maruz bırakıldıkları yüksek ve adaletsiz vergilerden hiç farklı değildir. Biberyan’ın anlatımlarında angaryadan, Amele Taburlarına ve Nafıa askerliğine giden sürekliliği açık bir şekilde görüyoruz. Buna eklenen vergi ile gelen şiddet, 1942’de yeni keşfedilmiş ve devletin sıradan bir vergilendirme pratiği içinde değerlendirilebilecek bir şey değildir. Tam tersi, 1940’larda en az 100 yıllık geçmişi olan tecrübeyle sabit bir uygulamadır. Böylelikle Biberyan’ın öz yaşam öyküsü bize, kendi yaşam deneyimi içinden yansımasını bulan tarihsel süreklilikleri de anlamamızı sağlaması bakımından son derece önemli pencereler açmaya devam ediyor.
* Parrhesia; fotoğraf, dans, film, sosyoloji, edebiyat, tarih alanlarında çalışan sanatçı, akademisyen ve aktivistlerden oluşan, faaliyetlerini sosyal medya üzerinden yürüten bir uluslararası kadın kolektifidir.