Melih Cevdet Anday ile Yaşar Kemal’in de Türkçe konuştuklarını duyunca tedirgin olan bu insanların birkaçıyla selamlaşınca anlaşılır ki, geminin neredeyse tüm yolcuları, Suriye veya Lübnan’dan Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne tatile giden Ermenilerdir. Sohbet derinleşince Anday ve Kemal, bu Ermenilerin hepsinin bir şekilde Anadolu göçmeni olduğunu öğrenirler.
EMRE CAN DAĞLIOĞLU*
Nazım Hikmet, o muhteşem Şeyh Bedreddin Destanı’nda Şeyh’in 15. yüzyılda Osmanlı nizamına başkaldırısının ağır yenilgisini görkemli bir şekilde anlatır. Destanın sonunda, Nazım Hikmet bizi Şeyh’in idam edildiği Serez Çarşısı’na götürür. Bedreddin “bakırcı dükkanının karşısındaki ağaç”ta asılıdır. Yalnızdır, etrafında kimse yoktur. Bu sonsuzluk anına iştirak eden yalnızca çiseleyen yağmur kalmıştır. Çarşı dilsiz kalmış, kör olmuştur. Nazım Hikmet, şiddete tanıklık anının sonsuzluğunu ve ardından yarattığı boşluğu şöyle anlatır: “Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü/Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.” Nihayetinde, şiddetten geriye kalan, tanık olanın suskunluğu ile bu suskunluğun ve şiddet anının aktarımsızlığının yarattığı hüzündür.
Destanın bu satırlarının, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinde egemen olmayan gruplara yönelik şiddete karşı Türkiye solunun genel siyasetini çok iyi anlattığını düşünüyorum. Kurumsal çerçeveyle (partiler ve hareketler) değil, gündeminin merkezine eşitliği koyan tüm entelektüelleri de kapsayacak şekilde düşündüğümüzde bile, Türkiye solunun bu konudaki tavrını yoğun bir sessizlik olarak tanımlamak mümkün. Fakat bu yazının maksadı, bu şiddetle “yüzleşememe”den dolayı, genel olarak 12 Eylül öncesinin “boşa geçmiş zaman” olduğunu varsayan melankolik kelamlar etmek veya indirgemeci ve açıklayıcı olmaktan uzak “gerçek solcu değil, esasen Kemalist oldukları” tezini yinelemek elbette ki değil. (1) Aksine, bu önermelerin indirgemeciliğini göstermek. Zira bu yazıyı o ağır suskunluğun ve hüznün bulanıklaştığı ve belki de dağıldığı bir “yüzleşme momenti”ni hatırlatmak için yazdım. Ayrıca, makro siyaseti etkileyecek gücü hiçbir şekilde olmamasına, ısrarlı bir siyaset arayışına dönüşmemesine ve hatta tamamen tutarlı kalmamasına rağmen, bu anın satırlara dökülmesini kıymetli bulduğum için, müellifini tam da bugün bu anlamda anımsamak gerektiğini düşünüyorum.
Bahsettiğim isim, Cumhuriyet tarihinde Türkçe şiirin temel direklerinden biri olan Melih Cevdet Anday. Sanırım kendisini yalnızca şair olarak anmak, arkasında bıraktığı koca ve her türden eseri barındıran külliyatına büyük haksızlık olur. Zira köşe yazıları, romanları, tiyatro oyunları, denemeleri ve gezi yazılarıyla, Anday farklı bir entelektüel. İdeolojik olarak, dönemin hakim Üçüncü Dünyacı veya Sovyetler yanlısı sosyalizmlerin angajmanlarından uzak bir sosyalist. Elbette ki kavram, içini nasıl doldurduğumuza göre değişecektir, fakat Kemalist olarak genelleştirilebilecek birçok siyasi reflekse sahip bir isim Anday. Bu çerçevede, özellikle bu yazı için önemli olan bir nokta, Anday’ın Osmanlı’yı geri kalmış ve Arap-İslam kültürü içinde milli kimliğinden uzaklaşmış bir düzen olarak gören ve Türk modernleşmesinin ve çağdaş uygarlığın önemine inanan bir entelektüel olması. (3)
Hatırlatmak istediğim o yüzleşme anı Anday’ın bir gezi yazısından. Söz konusu gezi ise Moskova’da düzenlenen Asyalı ve Afrikalı Yazarlar Birliği toplantısı için resmi makamlarca Aziz Nesin ve Yaşar Kemal’le birlikte davet edildiği Haziran-Temmuz 1965 tarihli Sovyetler Birliği turu. (3) Odesa’dan başlayıp Semerkant’a kadar uzanan bu gezide Anday’ın tuttuğu notlar, Ağustos ayının sonundan itibaren dönemin çok satan sosyalist dergisi Yön’de beş bölüm halinde yayınlanır. Bu notlar, yine aynı dergide yayınlanan Bulgaristan ve Macaristan gezilerine dair yazı dizisiyle birleştirilerek, Ekim 1965’te Gerçek Yayınevi tarafından pek de yaratıcı olmayan bir isimle, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan başlığıyla basılır. 1977 yılında aynı kitap, bu kez başına Anday’ın Ege gezisi notları eklenerek Anadolu’da ve Sosyalist Ülkelerde ismiyle yeniden yayınlanır.
Armenia gemisinde
İlk olarak Yön’de yayımlanan bu dizinin ilk bölümünde, Anday, gezi notlarına Tophane Rıhtımı’ndan Odesa’ya gidecek olan Armenia gemisindeki (anlamlı bir tesadüf olsa gerek) maceralarla başlar. (4) Yol arkadaşı Yaşar Kemal’le birlikte, garsonlardan şans eseri gemide onlardan başka Türk olmadığını öğrenirler. Anday, buna rağmen geminin her yerinde kulağına Türkçe çalındığını belirtir. Önce yanlış duyduğunu zanneder, fakat öyle değildir. Herkes Türkçe konuşuyordur, onun deyimiyle “bizim Anadolu Türkçesi.” Anday, bu insanların “Anadolulu” olduklarını yalnızca dillerinden anlamaz: “Ve bu Anadolu Türkçesi konuşanların yüzü Anadolu yüzü, halleri, tavırları da öyle. Kimi terliklerini giymiş, kimi bir ayağını altına almış…”
Anday ile Kemal’in de Türkçe konuştuklarını duyunca tedirgin olan bu insanların birkaçıyla selamlaşınca anlaşılır ki, geminin neredeyse tüm yolcuları, Suriye veya Lübnan’dan Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne tatile giden Ermenilerdir. Sohbet derinleşince Anday ve Kemal, bu Ermenilerin hepsinin bir şekilde Anadolu göçmeni olduğunu öğrenirler:
Yaşlıları Anadolu’da doğmuşlar, yaşamışlar; gençleri ise babalarının, analarının Suriye’ye, Lübnan’a göç etmesinden sonra doğmuşlar ama gene de Türkçeyi ana dili olarak öğrenmişler. Kimi Adana’dan, kimi Malatya’dan, kimi Kayseri’den…
Bu insanların özlem ve sevgiyle eski yurtlarını sormaları çok etkiler Anday’ı, “insan içinin cız ettiğini duyuyor” der ve okuru başka bir karşılaşma anına götürür:
Cumhuriyet gazetesinde yazdığım sıralarda, dil konusundaki bir yazım dolayısiyle, Ermeni okurlarımdan birinden bir mektup almıştım. (5) ‘Katl-i âm’ [bugünkü haliyle katliam] karşılığı olarak Türkçe ‘kıyım’ sözcüğünü öneriyordu bu Ermeni okurum ve mektubun sonunda da, ‘Biz Ermeni kıyımı’ deriz diye yazıyordu.(6)
Anday, burada Ermeni kıyımı tanımlamasını hiç itiraz etmeden veya şerh düştüğünü ima etmeden kullanır. Hatta bu mektubun da gemideki sohbetin sebep olduğu burkulmayı yarattığını belirterek, kendisini üzenin bu devasa şiddetin ve sonuçlarının yaşanması olduğunu işaret eder. Fakat Anday’ın devam eden satırlarında, 1915’te ve sonrasında neler olduğuna ve tam olarak neyi kastettiğine dair bir açıklama görmeyecek olmamız, şu soruyu akla getirir: Anday, bahsettiği kıyımın ne olduğunu söylemekten çekiniyor mu, yoksa bu referansın okur tarafından anlaşılacak bir gönderme olduğunu mu düşünüyor? Elbette ki, yanıtını hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimiz bir sorudan bahsediyorum. Ancak, o yazının Ağustos 1965’te yazıldığını, yani soykırımın 50. yılı dolayısıyla dünyanın birçok yerinde yapılan büyük anmalarla Türkiye’de de gündeme geldiği Nisan ayının üzerinden yalnızca dört ay geçtiğini düşününce, her iki seçeneğin de bu üstükapalılıkta payı olması mümkün. (7)Bir başka olası seçenek de 1915 doğumlu ve çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Kadıköy’de geçiren birisi olarak Anday’ın belleğinde bu şiddet anlatıları büyük olasılıkla zaten var olduğu için, kıyımı “bilinen bir sır” olarak görmesi. (8)
Suçluluk ve sorumluluk
Anday’ın bu yazısını önemli kılan “Ermeni kıyımı”nı kabullenmesi veya şiddeti bu isimle anması değil, bunun ötesine geçerek, bu şiddete karşı alınması gereken tutuma dair önemli bir tartışma açıyor olması. Zira Anday, gemideki Ermenileri dinledikçe içinde adeta bir suçluluk duygusu oluştuğunu itiraf eder. Anday’ın bu duyguyu hissetmesinin bizatihi kendisi bile kıyımı alışılageldik şekilde devletin savaş ve isyan gibi mücbir sebeplerle uyguladığı bir tedbir/zorunluluk olarak değil, işlenmiş bir suç olarak gördüğünü gösterir. Bu durum yazı boyunca böyle kalsa da, yazıda suçlulukla ilgili duyguları şekil değiştirecektir. Ona göre, bu konuda kolektif sorumluluktan bahsedilemez bile. Zira bu olay, Anadolu tarihinin geride kalmış bir döneminde vuku bulmuştur ve bu suçu işleyen devlet olarak Osmanlı yıkılmıştır. Ardından kurulan Cumhuriyet’in ise bundan sorumlu tutulması olanaksızdır. Zaten bir devletin ve siyasetin üzerinde olan sorumluluğun tüm bir ulusa mal edilmesi ise tamamen hatalıdır:
(…) hayır, benim bir suçluluğum yoktu, Anadolu tarihinin artık kapanmış olan eski bir döneminin olayı idi bu, ondan sonra Osmanlı Devleti yıkılmıştı. Onun sorumu, onu yıkana yükletilemezdi; dahası, bir devletin, bir siyasetin sorumunu sürgit bir ulusa yüklemek yanlış olurdu.
Bunları sıraladıktan sonra, önemli bir “ama” koyarak devam eder Anday. Suçun sorumluluğunu Cumhuriyet Türkiyesi’nden ve “Türk ulusu”ndan uzaklaştırırken, bireysel olarak sorumluluk hissetmenin zorunluluğunu hatırlatır. Dolayısıyla, meseleyi bir Türk-Müslüman olarak ele almaktan çok, adeta Sartrecı bir hümanizmle, bireyin insanlığa karşı tarihsel sorumluluğunu ön plana çıkaran çerçeve içinde görür:
Ama nerede bir zulüm, bir kıyım varsa, ondan herkese sorum payı düşer gene de. Bize yükletilmiş olmasa bile kendiliğimizden duyduğumuz, kendimize yüklediğimiz bir sorumdur bu. Uluslarda, başka uluslara saygının yerleşmesinde, bu ‘kendini sorumlandırma’ bilincinin büyük yeri olsa gerektir.
Bu çerçeveyle, Anday’ın şiddetin zaman olarak uzakta kalmasına ve kendi tanımladığı faillerin tarihe karışmış olmalarına yaslanarak, daha derin bir yüzleşmeden kaçındığını söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta “nerede bir zulüm, bir kıyım varsa” diyerek soykırımın kendisini odağa almaktan kaçarak, suçu göreceleştirdiği ve dahi sıradanlaştırdığı iddia edilebilir. Bu yorumların da isabetli olacağının hakkını vererek, Anday’ın bu satırlarına, yazıldığı dönemi düşündüğümüzde, daha farklı bir okumanın da eklenebileceğini düşünüyorum. 60’ları, farklı bir dünya düzeni ve insanlık inşasının mümkün olduğuna dair büyük anlatıların, düşüncelerin ve hareketlerin hakim olduğu bir dönem olarak gördüğümüzde, Anday’ın bir yandan Ermeni Soykırımı’na özgü bir sorumluluktan kaçınırken, diğer yandan kendisini daha büyük bir hümanizm söyleminin parçası kılmaya çalışıyor. Zira Anday, yukarıdaki alıntının son cümlesinde suça dair insani sorumluluk duymanın ve suçla yüzleşmenin önemini kendince vurgularken, kendisini, Türkiye’yi veya “Ermeni kıyımı”nı bu daha geniş çerçevenin dışında tutmaya çalışmaz.
Anday, bu bahsi bitirirken kurduğu çerçevede de geniş ölçekteki hümanist ve medeniyet kavramını önemseyen çizgisini sürdürür. Ona göre, “biz” dinin ve etnisitenin üstünde ortaklıklara sahip ve tarihsel karakterini “uygarlıklar zinciri”nin oluşturduğu bir coğrafyanın insanlarıyızdır. Bu coğrafyayı, onun tabiriyle “Anadolu toprağı”nı din ve etnisite üzerinden bölmeye çabalamak, yapılmış en büyük yanlışlardan biridir. Dolayısıyla Anday, Anadolu’yu farklı medeniyetlerden yoksun bırakan bir bölünmeyi, buna yola açan şiddeti ima ederek açıkça işaret eder. Fakat yine eksik olan bunu kimin yaptığından hiç bahsetmemesidir. Ayrıca, bu muğlaklık, ister istemez duymaya alışık olduğumuz “kurbanı suçlama” [victim blaming] çizgisine evrilme şüphesi de uyandırır. Ancak, bu yazıdan tam on yıl sonra kaleme aldığı başka bir yazı, Anday’ın böyle bir çizgide olmadığını gösterecektir. O yazının ortaya koyduğu bir başka durum ise Anday’ın yüzleşmeci tavrının çok tutarlı olmadığıdır.
10 yıl sonra
Anday’ın bu yüzleşme momentinde kurduğu sınırları belirli çerçeve, yazıldığı dönemden kesinlikle daha zor bir anda sınanır. Dünyada ve Türkiye’de genel siyasi konjonktür tamamen değişirken, Ermeni meselesini çevreleyen koşullar da aynı kalmamıştır. 73’te Gürgen Yanıkyan’ın Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir’i bir otelde öldürmesiyle başlayan süreçte, Türkiye’nin 74’teki Kıbrıs “müdahale”siyle birlikte, uluslararası düzeyde soykırım meselesi daha önce olmadığı kadar çok gündeme gelmeye başlamıştır. “Ermeni meselesi”nin de 70’lere her anlamda hakim olan şiddet sarmalına gireceği Ekim 1975’in şafağında, ABD Kongresi’nin 24 Nisan’ı “Ulusal İnsanın İnsana Zulmünü Anma Günü” [National Day of Remembrance of Man’s Inhumanity to Man] (Türkçede Zulüm Günü veya Ermenilere Zulüm Günü) olarak ilan etmesi, Türkiye’de gerilimi ciddi şekilde artırır. Türkiye’nin dış düşmanlarınca hedef alındığı hissiyatı, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün 23 Nisan için yayınladığı kutlama mesajına da aynen yansır:
Bugün, Türkiye’de vatandaşlık hakkından yararlanan herkesin gözlerini biraz dış aleme çevirmesi lazımdır. Bütün siyasi partiler, kamu ve özel sektör temsilcileri, işçiler ve işverenler, hepiniz, bütün Türk basın yayın organları, içinde yaşadığımız şu son yıllarda çevremizde oluşan dış alemi hep birlikte takip ediniz. (…) Son yıllarda ve son günlerde, meşakkat ve pek çok kan bahasına kurduğumuz bağımsız Cumhuriyet Türkiye’si aleyhinde düzenlenen fitne ve fesatlara karşı sessiz ve kayıtsız kalamazsınız. (…) Tarihimizin, dışta ve içte pek çok zorluklarla yüklü olduğu bir döneminde yaşıyoruz. (9)
Anday da 2 Mayıs 1975 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısında bu demeçten yola çıkarak Ermeni meselesini bir kez daha ele alır. Korutürk’ün mesajında vurguladığı birliğin iç siyasetteki kutuplaşmadan ötürü sağlanamadığını belirten Anday, diğer taraftan “altmış yıl önceki Ermeni sürgünü vesile edilerek” ABD’deki Zulüm Günü ilanının, yazarları ve düşünürleri bir araya getirdiğini yazar. Anday, bu kez şiddeti tarif ve isimlendirme konusunda daha açıktır. Herhangi bir tırnak işareti veya ima olmadan doğrudan “Ermeni sürgünü” der ve bunun ne zaman yaşanmış olduğunu özellikle belirtir. Zira geçen bu on yılda “Ermeni meselesi” bir anlamda ifşa olmuştur ve üstükapalı konuşulması gereken bir sır olmaktan çıkmıştır.
Anday için değiştiği hissedilen bir başka nokta ise daha savunmacı bir noktaya kayan tavrıdır. Zira on yıl önce bir gemide karşılaştığı Ermenilerle dostane bir şekilde konuşurken hissetmediği bir şeyi bu kez sezdirir. Bu değişimin sebebinin bu kez “Türkiye’ye yabancı devletlerden yönelen bir tehdit” endişesinden ileri geldiğini düşünüyorum, zira Anday, bu bahiste gayet yüksek perdeden konuşur; “dışarda ulusumuza ‘zalim’ damgasını vurmak isteyenler”e alındığı çok açıktır. Bu yüzden, “böyle bir ‘zulüm günü’ önerisini destekleyen devletlerin yakın ve uzak tarihlerindeki ‘zulümleri’ dünya kamuoyuna ansıtmak” için çabalayan entelektüellerin bu savunmacı tavrını “çok yerinde” bulur. Yine de Anday’a göre bu çaba yetersizdir ve bir şekilde Türkiye tarafından hiç istenmeyecek bir amaca hizmet edebilir:
Gerçi bundan bütün toplumların tarihinde ‘zulüm’ olduğu savı gibi bir genelleme çıkıyordu ve bundan kendini bağışık tutabilecek bir devlet gösterilemez denmek isteniyordu sanki.
Bu sebeple, iki farklı karşı etkinlik önerir. İlki, on yıl önce yazmış olduğu gibi, devletler ile ulusların ve özellikle Osmanlı ile Türkiye’nin farklı yapılar olduğunun ısrarla altının çizilmesidir. İkincisi ise ülkenin kültür alanında gelişimine ve dünyaya açılmasına yatırım yapmasıdır. Sanatçıları ve bilim adamlarını her türlü olanakla donatmaktan ve yapıtlarını dünyaya duyurabilir hale getirmekten bahseder Anday, böylece Türkiye, dünya uygarlığına katkılarını ortaya koyabilecek ve “böyle bir ulusa o tür sıfatların yakıştırılamayacağını da tanıtlayabilecek durumda” olacaktır. Yani Anday, on yıl önce olduğu gibi yine kolektif sorumluluğun olası yüklerinden kaçınmaya çalışır, fakat bu kez bunu bir devlet politikası olarak somutlaştıracak önerilere sığınır.
Ancak, Anday her ne kadar kelimeyi yazı boyunca tırnak içinde kullanmış olsa da, zulüm olarak görülebilecek bir şeyler yaşandığı gerçeğinin aklının bir köşesinde kaldığı bellidir. Zira bunu inkar etmeye girişmediği gibi, aksine bu şiddetin yaşandığını açık eder. Yazının bir yerinde, ülkenin uygarlığa ve kültüre yaptığı katkıların kazandıracağı prestijin esasen “devletlerin tarihlerinde nice haksız politikalar, nice gereksiz uygulamalar”ın üstünü örteceğini ima eder. Başka bir satırda, ulusların birbirlerine düşman olmasının nedenini “devletlerin çeşitli çıkar amaçlarına dayalı politikaları”nda görür. Yine de, bu bağlamda esas önemli olan Anday’ın on yıl önce yazdığı yazıdan yaptığı alıntıdır:
Yaşar Kemal ile çağrılı olarak Sovyetler Birliği’ne giderken, İstanbul’dan kalkan Armenia vapurunda Ermeni yolcularla karşılaşmış, konuşmuş, ahbaplık etmiştik. Dış gezilerim üstüne tuttuğum notları içeren kitabımda bu anı da yer alır. Şöyle yazmıştım, ‘… O zaman anladık ki bunların tümü Anadoluludur. Yaşlıları Anadolu’da doğmuşlar, yaşamışlar, gençleri ise babalarının, analarının Suriye’ye, Lübnan’a göç etmesinden sonra doğmuşlar, ama Türkçeyi ana dili gibi öğrenmişler. Kimi Adana’dan, kimi Kayseri’den, kimi Malatya’dan…’ Sonra sürgün olayına değinerek şunları eklemiştim, ‘Anadolu tarihinin artık kapanmış bir döneminin olayı idi bu, ondan sonra Osmanlı Devleti yıkılmıştı. Onun sorumu, onu yıkan devrimin çocuğuna yükletilemezdi; dahası, bir hükümetin, bir siyasetin sorumunu bir ulusa yüklemek yanlış olurdu.’
Anday’ın 1965’te yazdığı bu yazıdan yaptığı alıntı kadar aktarma gereği duymadığı kısımlar da duruşuna dair ipuçları vermesi açısından önemlidir. Anday, burada duyduğu suçluluktan, kıyımdan ve insani sorumluluktan bahsetmezken, yaptığı alıntılar geride kalmış olsa da, bahsedilen türden bir olayın yaşandığını ve bunun sorumluluğunun Osmanlı Devleti’nde olduğunu düşündürten cümlelerini bu yazısına da alır. Ardından on yıl önce yazdığı bu yazı üzerine bir İstanbullu Ermeni okurun Anday’a “sorumlu olmadığı olaylardan duyduğu üzüntü”den dolayı şükranlarını sunduğu mektuptan bahsederek devam etmesi de bu duyguyu güçlendirir. Fakat esas olarak, Anday’ın bilinçli veya bilinçsiz olarak yaptığı şu benzetme genel olarak meseleyi nasıl gördüğünü net bir şekilde gösterir:
Federal Almanya’nın başkanlarından biri de Nazi Almanya’sında Yahudilere ve daha başkalarına yapılan zulümlerin, bütün Alman ulusuna yükletilemeyeceği görüşünü savunurken, bu karşı tutumun da bir çeşit ırkçılık olarak görülebileceğini söylememiş miydi?
Açıktır ki, uluslararası baskının artması, Anday’a 1915’ten bir bütün olarak Türk ulusunun sorumlu tutulduğunu veya böyle bir tehlike olduğunu hissettirir. Fakat buna karşı savunma geliştirirken, Holokost’u ve kendisinden önceki Nazi rejiminin suçlarıyla karşı karşıya kalan ve bir ölçüde yüzleşen Batı Almanya’yı örnek vermiş olması, Anday’ın bu konudaki tavrı açısından bence ziyadesiyle açıklayıcıdır. Kolektif sorumluluk almaktan/hissetmekten kaçınmaya çalışan Anday, içten içe “Ermeni kıyımı”nın Holokost ölçeğinde bir şiddet olayı olduğunun ve bunun bir önceki devletin işlediği ve yüzleşilmesi gereken bir suç olduğunun farkındadır.
Bitirirken
Melih Cevdet Anday, 2002 yılında vefat edene kadar yazmaya büyük ölçüde devam etti, fakat 1975’in ardından geçen 27 yılda soykırım üzerine -en azından benim tespit edebildiğim- başka bir yazı yazmadı. Dolayısıyla, ASALA ve Adalet Komandoları’nın saldırıları, 12 Eylül Darbesi, soykırım inkarcılığının kurumsallaşması, SSCB’nin çöküşü ve Yugoslavya’nın dağılarak savaşa sürüklenmesi, Anday’ın bu tedirgin ama yüzleşmeci duruşunu nasıl etkiledi, şimdilik bilmiyorum. Fakat en azından, 1977 yılında, yani Türkiyeli diplomatlara yönelik yoğun suikastların başlamasından iki yıl sonra, burada bahsi geçen ilk yazıyı farklı bir gezi kitabında aynen yayınlamış olması bize bir şey anlatabilir.
Özellikle 90’larda, sosyalist dünyanın enternasyonalist zeminini kaybeden ve kimliğe dair talepleri olan hareketlerin yükselişinden tedirgin olan dünyanın birçok yerindeki eski nesil solcuların gark oldukları ulusalcı çizgiye Anday da yaklaşmış olsa da, 60’larda ve 70’lerde kaleme aldığı yüzleşme anlarının her halükarda sol tarih açısından kıymetli olduğunu düşünüyorum. “Ermeni Kıyımı”ndan bir şiddet olayı olarak ve Ermenileri bu konuda hiç suçlamadan bahsetmenin ve bunun bir suç olduğunu ve buna dair bir suçluluk ve sorumluluk duyulabileceğini yazmak hiç kolay değildi. Elbette ki, kusursuz bir pozisyondan bahsetmiyorum. Zira Anday, failin adını net bir şekilde vermedi, kolektif anlamda defansif tavır takındı ve bireysel sorumluluğu doğrudan almaktan kaçındı.
Ancak, şunu da unutmamak gerekir ki, Anday 65’te böyle bir yazı yazarken, solun önemli entelektüelleri çok farklı tavırlar içindelerdi. Doğan Avcıoğlu, Nisan 65 anmalarına Yön’de “Bir de başımıza Ermeniler çıktı!” diye cevap veriyordu, Mehmet Ali Aybar 67’de meşhur Vietnam Mahkemesi’nde Jean-Paul Sartre’a 1915’in neden soykırım olarak değerlendirilemeyeceğini anlatıyordu ve İdris Küçükömer ise 69’da yayınlanan ünlü Düzenin Yabancılaşması kitabında Osmanlı-Türkiye tarihi anlatırken Ermenilerin adını dahi anmıyordu. Dahası, bu sorun yalnızca Türkiye’ye özgü değildi. Devlet çapında kurumsal sosyalizmlerden Üçüncü Dünyacılığa, Siyah Hareketi’nden Batılı/Batıcı/bağımsız sosyalistlere, küresel anlamda sol egemen olmayan gruplara dair eşitlikçi bir söylem üretememişti.
Amacım, bu konudaki örnekleri çoğaltarak, tabir-i caizse “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” değil elbette; daha ziyade tarihsel bağlam açısından Anday’ın yazılarının önemli olduğunu vurgulamak. Zira bu yazıları kendini -tüm genellemecilik eleştirilerini kabul ederek kullanıyorum- Kemalist olarak tanımlayan bir entelektüel yazdı ve bu tavır sol tarihin küçük de olsa bir parçasıydı. Farklı kaygılarındansa, enternasyonalist bakışı ve hümanist tasavvurları baskın gelmişti.
Böyle bir başka momentte, Anday 1953’te New York’ta Sovyetler adına ABD’de casusluk yaptıkları gerekçesiyle idam edilen Ethen ve Julius Rosenberg çiftinin yasını tutmak istemişti. Benzer bir şekilde, Rosenbergleri anmak ciddi anlamda tehlikeli ve zor bir şeydi. Soğuk Savaş’ın o heyecanlı günlerinde, Türkiye’de komünizm tanımı halen tabuyken ve solcular her an “Moskof ajanı” olmakla suçlanabilecekken, Anday, onlara ithafen adlarını hiçbir şekilde anmadığı “Anı” şiirini yazmıştı. “Değil bu anılacak şey değil/Apansız geliyor aklıma” diye başladığı şiiri, “Değil, unutulur şey değil/Çaresiz geliyor aklıma” diyerek bitirmişti. Acaba Anday, soykırım hususunda da, anamamak ile unutamamak arasında kalmış böyle bir hatırlamanın tedirginliği içinde miydi?
*Bu yazının yazılmasındaki en büyük pay, ısrarlı sorularıma sabırla yanıt veren, Anday’la ilgili bilgilerini, kendi notlarını ve fotoğrafları benimle cömertçe paylaşan sevgili Sevengül Sönmez’e aittir. Hiç kuşkusuz edeceğim her teşekkür az gelecek olsa da, bir kez daha kendisine şükranlarımı sunuyorum. Ayrıca, bu yazıyı önceden okuyup yorum ve eleştirilerini sunan Serdar Korucu, Yektan Türkyılmaz, Ömer Turan ve Barış Ünlü’ye çok teşekkür ederim. Son olarak, bu konuda da beni sabırla dinleyip yorumlarla fikirlerin şekillenmesini sağlayan Tamar Nalcı’ya müteşekkirim.
(1)Sol melankoli’ tanımı ve buna dair tarih okuması ve siyaset önerisi için bkz. Wendy Brown, ‘Resisting Left Melancholy.’ boundary 2, 26 (1999): 19-27 ve Enzo Traverso, Left-Wing Melancholia: Marxism, History, and Memory (New York: Columbia University Press, 2017).
(2) 1965’te sol entelektüeller arasında Doğu-Batı medeniyeti ve Türkiye’nin bu bağlamdaki yeri üzerine başlayan tartışmaya, Anday da Yön’de yazdığı iki yazıyla katılır. Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli gibi Üçüncü Dünyacılara karşı Batıcılığı önemseyen pozisyonu, Anday’ın o dönemki siyasi angajmanlarını göstermesi açısından önemlidir. Anday’ın yazıları için bkz. Melih Cevdet Anday, ‘Değişik Üzüntüler: Sosyalizm ve İslamiyet’in Düşündürdükleri,’ Yön 142, 17 Aralık 1965, 14; ‘Gelelim Emperyalist Kültüre,’ Yön 145, 7 Ocak 1966, 14. Söz konusu tartışmanın geniş içeriği için bkz. Barış Ünlü, Bir Siyasal Düşünür Olarak Mehmet Ali Aybar (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002): 207-218.
(3) Aziz Nesin, Sovyetler Birliği’ne geçmeden önce, Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak Mayıs’ta Berlin’de ve Haziran’da Varşova’da ağırlanır. Bu yüzden, Anday ve Kemal İstanbul’dan yola çıkarken, Nesin onlarla değildir, bkz. Aziz Nesin-Ali Nesin Mektuplaşmaları: Canım Oğlum, Canım Babacığım (İstanbul: Nesin Yayınevi, 2016): 15-20. Aziz Nesin ve Yaşar Kemal’in Moskova’daki toplantıda yaptıkları konuşmalar için bkz. Mustafa Yılmaz, ‘Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve Melih Cevdet Anday Moskova’da,’ Sözcükler 39, Eylül-Ekim 2012. Ayrıca, Yaşar Kemal’in romanlarında soykırıma dair takındığı anlatıcı ve yüzleşmeci tavır için bkz. Serdar Korucu, Yaşar Kemal’in kaleminden: Ermeni mülkleriyle ‘cumhuriyetin şişirdiği keneler,’’ Agos, 15 Ocak 2015, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10256/yasar-kemalin-kaleminden-ermeni-mulkleriyle-cumhuriyetin-sisirdigi-keneler.
(4) Melih Cevdet Anday, ‘Sovyetler Birliği Gezisi-1,’ Yön 126, 27 Ağustos 1965, 10-11. Yön dergisinin külliyatının önemli bir kısmını Türkiye Sosyal Tarih Araştırmaları Vakfı’nın (TÜSTAV) Süreli Yayınlar Arşivi’nde bulabilirsiniz: http://www.tustav.org/sureli-yayinlar-arsivi/yon-dergisi.
(5) Salgının sebep olduğu kısıtlı imkanlardan ötürü Anday’ın hangi yazısından bahsettiğine dair derin bir araştırma yapamadım.
(6) Bu sözcüğü öneren Ermeni okurunun büyük ihtimalle Ermenicede kullanılan ջարդ [çart] kelimesinin çevirisini Anday’a ilettiğini düşünüyorum. Bu yazıların yer aldığı kitaplarda ise, Anday (veya editörü) nedense “kıyım” sözcüğü yerine “kesim” sözcüğünü kullanmayı tercih eder, bkz. Anday, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan (İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1965): 20; Anadolu’da ve Sosyalist Ülkelerde (İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1977): 124.
(7)Nisan 1965’in Türkiye gündemine nasıl yansıdığı konusunda daha fazla bilgi için bkz. Serdar Korucu ve Aris Nalcı, 1965: 2015’ten 50 Yıl Önce, 1915’ten 50 Yıl Sonra (İstanbul: Ermeni Kültür Yayınları, 2014); Ömer Turan ve Güven Gürkan Öztan, Devlet Aklı ve 1915: Türkiye’de “Ermeni Meselesi” Anlatısının İnşası (İstanbul: İletişim Yayınları, 2018): 200-206.
(8) Anday’ın çocukluğu ve ilk gençliği için bkz. Melih Cevdet Anday, Dünyada Geçirdim Çocukluğumu, haz. Sevengül Sönmez ve Yalçın Armağan (İstanbul: Everest Yayınları, 2016): 22-23. Anday’ın Kadıköy’e dair aşkı için bkz. Melih Cevdet Anday, Çok Sesli Toplum (İstanbul: Adam Yayınları, 2001): 421-424.
(9) Korutürk: Herkes gözünü biraz da dış âleme çevirmeli,’ Milliyet, 24 Nisan 1975, 7.