Gestus Tiyatro’nun ikinci oyunu ‘Orijinal Günahlar’, prömiyerini 31 Ekim Perşembe akşamı, Şişli Blackout Sahnesi’nde yaptı. 19 ve 26 Kasım'da yine aynı sahnede izleyiciyle buluşacak olan 'Orijinal Günahlar'ın yönetmeni Gökhan Eraslan'la, kapitalist sistem eleştirisi niteliği taşıyan oyun üzerine konuştuk.
Gestus Tiyatro’nun ikinci oyunu ‘Orijinal Günahlar’, prömiyerini 31 Ekim Perşembe akşamı, Şişli Blackout Sahnesi’nde yaptı. Gökhan Erarslan’ın yazıp yönettiği oyunda, dört sanık, işledikleri cinayetlerin ardından hâkim karşısına çıkıp savunmalarını yapıyorlar. Eraslan’la, Şirvan Kalenderoğlu, Ezgi Hüyükpınar Erarslan, Özer Keçeci ve Özge Ünal rol aldığı, kapitalist sistem eleştirisi niteliği taşıyan oyun üzerine söyleştik.
‘Orijinal Günahlar’ üzerine çalışmaya ne zaman başladınız?
Bu metni 2017’de yazdım ama sahnelemek yeni kısmet oldu. Her yazarın, metni kaleme almadan önce bir hazırlık safhası oluyor. Öncelikle ne anlatmak ve bunu nasıl anlatmak istediğimi düşündüm. Maalesef, hikâye bulmak konusunda çok zorlanmıyoruz. Keşke böyle bir oyun yapmamız gerekmese, keşke oyunda işlediğimiz konular yaşanmasa, işçi ölümlerinde Avrupa’nın zirvesinde olmasa bu ülke... Ama maalesef bunlar oluyor.
İnsanlar daha çok seyirlik oyunlara gidiyorlar. Haklı da olabilirler, kimseyi kınamıyorum. Zaten politik oyun yapan, bu ya da benzeri konuları tiyatro sahnelerine taşıyan ekiplerin sayısı gerçekten az. Bizim çıkış noktamız, bir sözü, bir derdi ifade etmekti. Bu, benim kalemimle başladı, sonra da oyuncu arkadaşlarım bu derdime ortak oldular. İki yılın sonunda iyi bir oyun çıkardığımızı düşünüyorum.
Oyunda dört farklı olay, dört farklı insan hikâyesi anlatılıyor. Konuları ve karakterleri nasıl belirlediniz?
Yaşadığımız çağ ya da içinde bulunmak zorunda kaldığımız ekonomik yapı içerisinde Anadolu halkları olarak çok zarar gördük. Ezildik, horlandık, dışlandık; sistem bunu bir şekilde başardı. Oyunda, ilk olarak, çok masum ama bir cinayet işlemek zorunda kalan, Egeli bir tezgâhtar çocuğun hikâyesi de var; ailesinden, kocasından şiddet gören, çalışmak zorunda olan ve cinayet işleyen, Sivaslı bir kızın hikâyesi de.
Ben bazen sokağa çıkmaktan korkuyorum. Son yıllarda belki de birçoğumuz aynı hissiyatı yaşıyor. İnsanlar delirmiş gibi. Bütün toplum gergin, herkes büyük bir sıkışmışlık, çaresizlik içinde, her an kavgaya hazır. İnsanlarla konuşmak bile zorlaştı. Çok basit meselelerden ötürü insanların birbirine girdiğini görüyoruz. Sürekli bir kavga ve linç kültürüyle yaşar hale geldik.
Oyunu izlerken, seyirciler muhtemelen ölenler için hiç üzülmedi. Metinde sanıklar “Biz hukuk üstü bir şey yaptık” diye savunma yapsalar da, oyunun insanı suça teşvik eden bir yanı yok mu?
Burada mesele şahıslar değil. Bizim cephe aldığımız, daha büyük bir yapı. Ezen-ezilen çatışması geçmişten bu yana var. Bu insanlara hak vermemizin belki de en büyük sebebi, sürekli ezilen tarafın, sürekli edilgen bir halde hayatını idame ettirirken, bir yerde isyan etmesi. Seyirci belki de bu noktayı onayladı; cinayetlere hak verirken, “Ben de olsaydım aynısını yapardım” dedi izlerken. Seyirci, kendisinin yapamadığını ya da yapamayacağını sahnedeki insanların eyleme döktüğünü gördüğünde, bu insanlara hak veriyor, kendi içinde bir tatmin veya rahatlama hissediyor olabilir ama bu çatışma, bu mücadele bitmeyecek. Dolayısıyla bu, geçici bir his.
Oyun yaklaşık üç saat sürüyor. Uzun değil mi?
15 dakika kadar kısaltacağız. Sadece metinde değil, rejide de bazı değişiklikler yaptık. Rejideki değişiklik sadece süreyle ilgili değil. Biz bir anlatı metni ortaya koyuyoruz. Anlatıyı zenginleştirmeye çalışırken, yaratılan trajik etkinin, sahnede bütünlüklü bir şekilde yapmak istediğimizin tersine işleyebileceği gibi bir kaygımız oldu. Bu yüzden o trajik etkiyi biraz kısmaya çalışacağız. Gerçeğin kendisi acıdır. Biz acıyı ne kadar göstermek istersek isteyelim, taklitten öteye gidemeyiz. Burada gerçek bir acı yok çünkü, biz burada oyun oynuyoruz. Dolayısıyla, başından sonuna, oyunun anlatısına sadık kalmalıyız. Acıyı yaşayan ya da hisseden değil, aktaranız çünkü. Onu hissedebilmek için, örneğin madende bir yakınını kaybetmiş olmak gerek. Seyircinin arasında vardır belki ama biz aktaranız. O yüzden önemli olan, seyircinin kendi içinde bir duyguyu yaşamasından ziyade, bir fikri bizimle paylaşması. Öteki türlü, az önce konuştuğumuz, seyircinin tatmin olma durumuna daha yakın bir oyun ortaya çıkarmış oluruz. İlk gösterimde bunu gözlemledik, artık bundan uzak durmaya çalışacağız.
O halde, ilk gösterim ile bundan sonrakiler arasında ciddi farklar olacak...
Tiyatronun üç ana bileşeni vardır. Birincisi hikâye; ‘Ne anlatıyoruz?’ İkincisi eylem; ‘Bu anlattığımızı nasıl eyleme dökeceğiz?’ Üçüncüsü de toplu katılım, yani seyirci ile, eylemi canlandıracak olan kişi ya da kişilerin aynı ortamda beraber olması. Tiyatro, bu üç bileşenin bir araya gelmesiyle oluşur. Oyun, seyirciyle buluştuğunda tiyatro oluyor aslında. Biz burada 100 kere prova alalım, izleyelim, “Çok güzel iş yaptık” diyelim, beyhude. Seyirci gelecek ve o seyirci başlı başına etmen olduğu için olumlu veya olumsuz bir tepki gösterecek. Bu noktada seyircinin hissiyatını dinlemek lazım. Katılırım, katılmam, o ayrı. Son kertede karar benim. Seyirci başka düşünüyor diye metni değiştirmem ama o düşünceyi de görmezden gelmem.
Bu oyunda sadece tiyatrocular yok, arkada üç kişilik bir orkestra da var. Müzik oyunda nasıl bir boşluğu dolduruyor?
Müziğin, tiyatrodaki tasarımda önemli bir etken olduğuna inanırım. Biz, şarkı seçiminden onların yorumuna kadar her şeyde, müziğin oyunun sözüne hizmet etmesini arzuladık. Oyunda aslında pek çok teatral tür var. Bir yanıyla dramatik tiyatroya yakın ama bir yandan da açık biçimli, epik bir yönü var; kabare mantığına da yakın duruyor. Yani birçok türü aynı potada eritmeye çalıştık. Bunu “Ben yaptım, oldu” diyerek değil, tiyatro estetiğine göre yapmaya gayret ettik.