Yeni Türkiye'de yargı

Gazeteci Canan Coşkun’un ‘Burası Mahkeme: Yeni Türkiye’de Yargı Rejimi’ başlıklı kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Coşkun kitabında, günümüzde çok konuşulan önemli siyasi ceza davalarının seyrini çarpıcı gözlemler eşliğinde anlatıyor. Cumhuriyet gazetesi davaları, Sözcü gazetesi davası, Ahmet-Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak davası, Murat Aksoy/Atilla Taş davası, Barış Akademisyenleri davası, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) davası ve Halkın Hukuk Bürosu davası gibi davalar Canan Coşkun’un adliye muhabiri olarak takip ettiği davalardan bazıları… 2012’den Eylül 2018’e kadar Cumhuriyet gazetesinde çalışan Canan Coşkun, halen Medyascope’ta çalışıyor. Coşkun’la kitabından yola çıkarak Türkiye’de yaşanmakta olan yargı düzenine dair bir adliye muhabiri olarak edindiği gözlem ve izlenimleri üzerine konuştuk.

Cumhuriyet gazetesi davaları ve Sözcü gazetesi davasına kitapta oldukça geniş yer ayırmışsınız. Kitabın okurları bu iki davanın birbirinden oldukça farklı seyretmiş olduğunu fark edecekler. Bu iki davayı karşılaştırır mısınız? Cumhuriyet ve Sözcü davaları arasındaki fark nedir?   
Aslında ikisi de gazetecilik davası. Her ikisinde de yayıncılık faaliyeti yargılandı. İki  davada da hakimler ve savcılar 25 yıldır belki daha da fazla süredir gazetelerde yazı yazan insanlara “Neden böyle yazdınız?” şeklinde sorular sordular. Onlara yöneltilen suçlamalar, hazırlanan iddianameler her iki davada da aynı zihniyetin ürünüydü. Cumhuriyet davasını başlatan savcı FETÖ davasından yargılanıyordu. Sözcü davasına bakan hakim ‘FETÖ borsası’ kurduğu gerekçesiyle meslekten ihrac edilmişti. Her iki davada da bir bilirkişi uydurmuşlardı. Oysa gazeteciliğin bilirkişisi olmaz. Zaten amaçları da bir tür niyet okumaydı. Bu bilirkişi oturup yazıları, yorumları, haberleri okuyor ve kendi algısıyla bu yayınların FETÖ’ye hizmet edip etmediğini kendi dünya görüşüyle yorumlamaya çalışıyordu. 
Öte yandan bu davaları birbirinden ayıran çok önemli bir şey vardı: Mahkeme salonlarındaki  atmosfer birbirinden çok farklıydı. Örneğin, Cumhuriyet davası Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nin büyük salonunda yapılıyordu. Ona rağmen izleyiciler duruşma salonuna sığmıyorlardı. Ama Sözcü  davası daha küçük bir salonda yapılıyordu. Buna rağmen aynı izleyici yoğunluğu yoktu. Yer bulmakta güçlük çekmiyordunuz. 
Bir başka örnek: Cumhuriyet davasında hakim “Neden böyle yazdınız?” diye sorduğunda karşısında bir gazeteci direnciyle karşılaşıyordu. Cumhuriyet davasından yargılanan arkadaşlarımız bunun dava konusu olamayacağını, bu suçlamanın hukukla ilgisi olmadığını üstüne basa basa söylüyorlardı. Sözcü davasında ise aynı sorulara karşı savunma yapılıyordu. Yani Sözcü davasında yargılananlar sanki gazetecilik faaliyetinden yargılanmıyorlarmış gibi kendilerini savunmaya çalışıyorlardı. Sözcü davasında “Biz suç işlemedik” denirken, Cumhuriyet davasında “Hayır bu bir dava konusu olamaz” deniyordu. Yani iki davanın ruhu farklıydı. Bir tarafta gazetecilik faaliyeti savunuluken, gazeteciler hukuksuzluğa direnirken, öte yanda böyle bir kaygı yoktu.  

Sözcü gazetesi Cumhuriyet’e göre tirajı oldukça yüksek bir gazete. Buna rağmen Sözcü davasını  takip edenlerin sayısının Cumhuriyet davalarını takip eden kitleye göre oldukça düşük olmasını neye bağlıyorsunuz?
Bunu Sözcü gazetesinin tutumuna bağlıyorum. Gazetenin iki çalışanı tutuklandıktan sonra uzunca bir süre Gökmen Ulu ve Mediha Olgun’un tutukluluğuna ilişkin haberler Sözcü’de yer buldu ama daha sonra unuttular. Aslında ikinci Sözcü iddianamesiyle birlikte, gazetenin genel yayın yönetmeni, internet yönetmeni gibi insanlar da davaya katıldılar. Mesela bunlardan birisi şöyle bir cümle kurdu: “Gazetecinin fikri olmaz”. Bu söz beni çok şaşırttı. Ben bunu bir gazeteci olarak kafamda bir yere koyamadım. Bırakın gazeteciyi, fikirsiz insan olur mu? İfade özgürlüğünü savunuyorsak elbette fikrimiz de vardır, olmalıdır. İddianame çıktıktan sonra gazetenin tavrı da değişti. Aslında keşke bu davalar canlı yayınlanabilse de gazetelerin okurları okudukları gazetelerin yöneticilerinin tavırlarını kendi gözleriyle görseler… 

Hrant Dink cinayeti davasını da izliyorsunuz. Dink davasıyla ilgili izlenimleriniz neler? 
Birbirinin tekrarı olan süreçler yaşanıyor. 17 Temmuz’da tetikçiler yargılanacak; Yasin Hayal, Erhan Tuncel ve Ogün Samast’ın dosyaları ayrıldı. Muhtemelen onlara bir ceza verilecek. Ama hâlâ işin özüne gelinmedi. Hrant Dink cinayeti 12. yılında ama hâlâ kamu görevlilerinin cezasızlığı, bu davada can yakıcı unsurlardan biri olmaya devam ediyor. ‘Cezasızlık’ derken de terim olarak cezasızlıktan bahsetmiyorum. Dink cinayetiyle ilgili olarak yargılanan sanıklar duruşmalara bile gelmiyorlar. Yargılandıklarına dair duruşma salonunda herhangi bir işaret yok bile diyebiliriz. Arada bir gelirse Ahmet İlhan Güler geliyor. O da kendisi hakkında konuşabilecek birisi olursa geliyor. O salonda emri veren, tetiği çektiren hiç kimse yok. Öyle sanıyorum ki tetikçiler kamuoyu vicdanında mahkum oldukları için ceza alacaklar. Böylece “Bakın biz yargılama yapıyoruz” diyecekler. Ama işin özüne hâlâ gelemedik. Kısa sürede gelinebileceğini de sanmıyorum çünkü sanık sayısı çok fazla olduğu gibi verilen ifadeler de “Hatırlamıyorum, bana öyle bir bilgi gelmedi” gibi sözlerden ibaret. 12 yıldır bu dava sürüncemede… Çıkacak karar ne olursa olsun incinen adalet duygusunu tatmin etmeyecek. Dava kamu görevlileri açısından ‘FETÖ’ye yıkılacak. Ali Fuat Yılmazer ve Ramazan Akyürek şeytanlaştırılmış isimler olduğu için  suç onlara yüklenecek.  

Önce Ergenekon şimdi de ‘FETÖ’. Hrant Dink cinayeti davası araçsallaştırılıyor mu?
Son kamu görevlileri iddianamesinde ‘araç suç’ kavramı kullanıldı. ‘Araç suç’, başka bir suç işlemek için işlenen suç anlamına geliyor. Ama bu kavram bize davanın araçsallaştırıldığın çağrıştırıyor. Bir dönem ‘Ergenekon’ demek işlerine geliyordu; şimdi ise ‘FETÖ’ diyorlar. 

Toplumdaki kutuplaşma ve gerilim adliye koridorlarındaki gazetecilere de yansıyor mu? 
Evet, toplumdaki kutuplaşma Adliye’deki basın odasına da yansıyor. Başsavcı vekilinin odasına Anadolu Ajansı, Sabah, Star, Yeni Şafak muhabirleri girebiliyor. Şunu da belirteyim; Anadolu Ajansı’nda çalışıp da mesleğini düzgün yapmaya çalışan insanlar da var. Öte yandan sırf birilerine kötülük yapmak için haber yapan, yapmaya çalışan insanlar da var. Bu insanlarla paylaşacak, konuşacak bir şeyini olmuyor doğal olarak. 

Gazeteciliğe Cumhuriyet’te başlamışsınız. Şimdi ise ‘yeni medya’ olarak tanımlanan Medyascope’tasınız. İkisi arasındaki fark nedir?  
Cumhuriyet’te de aslında yönetim değişmeseydi ‘Cumhuriyet TV’ atılımı olmak üzereydi. O dönemin genel yayın yönetmeni Murat Sabuncu bunu sık sık dile getiriyordu. Cumhuriyet 96 yıllık bir yapı ama hantal bir yapı. Cumhuriyet bu tür  adımları atana kadar başka mecralarda çoktan o noktaya gelindi. Ben Cumuriyet’te yazdığım haberlere şimdi baktığımda, gereksiz uzunlukta cümleler kurduğumu fark ediyorum. Aslında işin kolayına kaçıyormuşum. Örneğin mahkeme kararlarını aktarıyormuşum. Medyascope’ta ise görüntülü habercilik yapıyoruz. Görüntülü haberde kısa cümlelerle ve kısa sürede haberi vermek zorundasınız. Olabildiğince kısa ve öz bir şekilde haberi anlatmak zorundasınız. Medyascope’ta zaman içinde buna uyum sağladım.  

Türkiye’de medyanın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Geçenlerde Almanya’da gazetecilik üzerine bir etkinliğe katıldım. Orada bir konuşmacı Almanya’da basın üzerindeki baskıları açıklarken şöyle dedi: “Gazetecilerle haber kaynakları arasındaki yolları satın alarak gazetecilik üstünde baskı kurmaya çalışyorlar. Gazetecinin habere ulaşmasını böylece engelliyorlar”. Almanya’da durum böyle. Meksika’da ise gazeteciler öldürülüyor. Türkiye’de de cezaevleri gazetecilerle dolu. Otoriter rejimler sürdükçe gazeteciler üstündeki baskılar da çeşitli biçimlerde sürmeye devam  edecek. 

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında

1967 İstanbul doğumlu. Agos yazı işleri müdürü ve kitap eki Kirk'in editörü; güncel politika, dini akımlar, tarihle ilgili güncel tartışmalar ve yeni çıkan kitaplar hakkında haberler yapıyor.