Bayram sabahı erkenden yeni kıyafetlerimizle Diyarbakır’ın daracık sokaklarında ilerlerken, başka Ermenilerin de bizim gibi kilise yollarında olması çok güzeldi. Surp Giragos Kilisesi’nde o gün 'khağortutyun'da (kominyon) kuyruk olurdu.
Geçen hafta Silva Özyerli’yle, Diyarbakırlı Ermenilerin yılbaşı ve Surp Dzınunt geleneklerini konuşmaya başlamıştık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Özyerli anlatıyor, biz dinliyoruz.
Dzınunt arifesi (Crakaluys)
Crakaluys günü herkes mutlaka hamama giderdi. İçine kömür konan, demir bir ütümüz vardı. Arife günü, bayramlık kıyafetlerimiz ütülenir, gardırobumuz olmadığı için odadaki ipe dizilirdi.
O gün bayram çöreğini yoğururduk. Dzınunt’ta yapılan çörek sadeyağla yoğrulurdu. Sadeyağ, tereyağının eritilmiş, en saf halidir ve çok makbuldür. Bu çöreğe biraz da eritilmiş kuyruk yağı koyardık. Çöreğimizin kıyır kıyır ağızda dağılması için püf noktalarından biri budur. Bol baharatlı ve şekersiz olan çörek, o zamanlar evlerde fırın olmadığı için mahalle fırınlarında pişirilirdi. Mamam sabah erkenden kalkıp çöreği yoğurur, sonra fırının yolunu tutardı. Bir mahallede Süryani fırıncı Sağdo, diğer mahallede Ermeni fırıncı Tümes, o gece sabaha kadar çöreklerimizi pişirirdi. Fırından çöreğini alıp sokağa çıkan, yolda Hıristiyan, Müslüman, hiç fark etmez, kiminle karşılaşırsa ona çöreğinden ikram ederdi. Şimdi barut kokan tüm sokaklar, o zamanlar buram buram tarçın, karanfil, mahlep kokardı.
Crakaluys günü akşam Surp Giragos Kilisesi’ne gidip khağortutuyun (kominyon) almışsak artık bahkımızı (orucumuzu) bozar, çöreğin tadına o geceden bakardık; yoksa pazar ayininden sonra yerdik.
Navagadik
Crakaluys gecesine ‘Navagadik’ de denir. O akşam masamızda mutlaka yeşillik olurdu. Yeşil, hayattır; masamızdaki yeşillikler hayatı temsil eder. Tanabur (ayran aşı), akbandır otuyla rayihalandırılmış, aşurelik buğdaydan yapılan pekmezli, zeytinyağlı keşkek o gece masamızı süslerdi. Kırmızı et yenmezdi. Mutlaka balık yerdik. Süryani balıkçılar Dicle’ye gidip o gün için bolca balık avlarlardı. Şabot, bizim oralara özgü bir tatlısu balığıdır. Kırmızı, dikenli, çok büyük bir balıktır ve eti çok lezzetlidir. Rahmetli babam balığı hiç sevmezdi ama o gece için mutlaka balık alıp gelirdi. Mamam balığın gövdesini dilim dilim kızartır, başından da pilaki yapardı. Bizler balığı afiyetle yerdik, babamın ise kokusuna bile tahammülü yoktu. Adamcağız kokuyu almamak için o gece eve geç gelirdi.
Dzınunt
Yılbaşı akşamı hindi yemişsek, Dzınunt’ta hindi pişirmez, iç pilavlı kaburga dolması yapardık. Mamam pazar sabahı erkenden kaburga dolmasını hazırlar, avluda yanan kömür ateşinin üzerine bakır tencereyi oturturdu. Ailece en güzel kıyafetlerimizi giyer, büyük bir neşeyle Surp Giragos Kilisesi’ne gidip bayram ayinine katılırdık. On tane elbisemiz yoktu, ama özel kilise kıyafetlerimiz vardı. Kirazlı ponpon beyaz çoraplarımız bayramlıktı. Geceden yeni pabuçlarımı yastığımın altına koyar, çıkarır çıkarır bakardım.
Bayram sabahı erkenden yeni kıyafetlerimizle Diyarbakır’ın daracık sokaklarında ilerlerken, başka Ermenilerin de bizim gibi kilise yollarında olması çok güzeldi.
Kilisede o gün khağortutyunda kuyruk olurdu. Çoğu insan o gün komünyon alırdı. Kilisenin kapısında, Minas Ağparik ve Sarkis Ağparik fakirler için yardım tabağının başında “Şen mınak baydzar mınak, ağkadnerı mi mormak” (Şen kalın, aydın kalın, fakirleri unutmayın) diye bağırırlardı. Kilisede buluşan herkes, ayin sonrası diğerlerini evine davet ederdi; “Hadi bize gidelim” - “Yok, bize gidelim” sohbeti dönerdi.
İstanbul’da görmediğim âdetlerden biri de, ilk olarak, o sene ölüm olmuş evlere gidilmesiydi. Kilisenin papazı ve yönetim kurulu önce o evleri ziyaret eder, daha sonra kendi evlerine giderlerdi. Yaslılar bayram çöreği yapmazdı ama çöreklerin ilki ve en güzeli onlara giderdi.
Bilgelik mamamda mıydı, yoksa kömür ateşinde mi, bilinmez, ama eve döndüğümüzde o kaburga tam kıvamında pişmiş olurdu.
Tatlı girmeyen eve bayram girmiş sayılmazdı. Diyarbakır’ın meşhur cevizli burma kadayıfından sipariş verilirdi. Bu tatlı bayramda eve gelen herkese ikram edilirdi. Bir de bayramda evlerde, pekmez, un, su, ceviz ve birkaç baharatla yapılan ‘paluza’ tatlısı vardı. ‘Kesme’ de denen bu tatlı tarçın, badem ve cevizle süslenerek servis edilirdi.
Bayramlarda ve yılbaşında, misafirlere, evlerde yapılan şaraplar ikram edilirdi. Bizim evde de mamamın yaptığı şarap her zaman bulunurdu.
'Diyarbakır’a kırgınım'
2006 yılında Diyarbakır’a 25 sene aradan sonra ilk kez gittim. Evim, kilise, çocukluk anılarım, her şey yıkılmıştı. Çok ağladım. Belleğimdeki tüm anılar yerle yeksan olmuştu. Doğduğum kilise yıkılmıştı, sadece çan kulesi vardı. Evimiz yoktu, amcamların, halamların, mayriğin, Viktorya ablaların oturduğu evler yıkılmıştı. Oradan çıkıp, çocukluğumda papazı olan ve ayin yapılan bir kilise olan Surp Giragos’a doğru yürüdüm. Kapısı duruyordu ama duvarları yıkılmıştı, her taraftan içine girilebiliyordu. Çok ağladım, çok...
Daha sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde çalışan bir hanım bana ulaştı. Avlsunda yaşadığımız Ermeni Katolik Kilisesi’ni onarma kararı almışlar. Yazılı ve görsel hiçbir belge olmadığı için benden yardım istiyordu. Ona yardım ettim. 2012’de, ‘Diyarbakırlı Ermeniler Konuşuyor’ projesi vesilesiyle, Hrant Dink Vakfı’ndan arkadaşlarla Diyarbakır’a tekrar gittim. Bakanlıkta çalışan hanım beni alıp evime götürdü, “Olmuş mu Silva Hanım?” diye sordu. “Evet, olmuş” dedim. Evimizin merdivenleri bile yarımdı ama yine de olmuştu benim için. Evimizin merdivenlerinin yarısı neden yoktu derseniz, insanlar taşları götürüp kendi evlerine taş yapmışlardı. Yine de dört duvarı vardı, çatısı kapanmıştı evimizin, bu beni mutlu etti. Ardından Surp Giragos Kilisesi’nin onarılması bendeki yaraların da onarılmasına vesile oldu. Çocukluk anılarım geri gelmiş gibiydi.
Fakat, Sur’un kapatılması, sokağa çıkma yasakları, kiliselerin kapatılan bölgenin içinde kalması bende derin yaralar açtı. Babam taş ustasıydı. Diyarbakır’ın her mahallesinde emeği vardır. Önüme düşen her fotoğraf, yıkılan her binada hop oturup hop kalktım. Bir dönem resmen yas tuttum. Çünkü babamın mezarı halen orada ve onun emek verdiği sokaklar yerle bir edildi.
Önüme düşen tek karede yıkıldım ben. 2006’da bile Ermeni Katolik Kilisesi’nin çan kulesi dururken, şimdi yerle yeksandı. Leyleklerin hâlâ çan kulesine gelip yuva yapması, çocukluk hikâyelerimin, anılarımın kanıtıydı. Masallarım gitti benden. Kilise yıkılınca aynı mimar tekrar arayıp, “Silva Hanım, yardımınıza ihtiyacımız var. Sizin için özel izin alalım, gelip bir bakın” dedi. “Asla!” dedim. “Ben şu anda belleğimde kalan Diyarbakır’ı, anılarımın geçtiği sokakları, babamın oyduğu taşları yazıyorum, bu durumda oraya gelirsem bendeki bellek de yıkılır. Kitabımı bitirmeden gelemem” dedim.
Aras Yayınları’ndan çıkacak olan kitabım, babama ve onun gibi, oralarda emeği geçenlere vefa borcumdu. Diyarbakır’ı, kadınlarını, mutfağını yazdım. Babam Hosep Usta, Diyarbakır’da Sasunlu Yusuf diye tanınan bir taş ustasıydı. Bu viraneyi her gördüğümde “Niye yaptın baba, değer miydi, kimin için?” diye hem ağlıyor, hem de içten içe onunla kavga ediyorum. Babam Deve Hamamı’nı onarırken (en az üç ay sürmüştü) hastalanmış. Ben yatılı okulda İstanbul’daydım o zaman. Mamam yalvarmış, “Bir doktora git” diye. Babam ise “Bugün hamamın külhanında çalıştım, onun içindir”, “Hanım, söz verdim, önce işimi teslim edeyim” demiş durmuş. Hamamın tadilatı bittiğinde babamın hastalığı artık geri dönülemez bir aşamadaydı ve hemen akabinde kaybettim onu. İş ahlakını ve dürüstlüğü her zaman bizlere tercih etti. Kilisenin damı ile bizim evin damı aynı anda aksa, kilisenin damını tamir eder, sonra evine dönerdi. “O Allah’ın evi, öncelik kilisenin” derdi. Değdi mi peki? Her şey yerle yeksan... Diyarbakır’a gitmeyi düşünmüyorum. Kırıldım, kırgınım Diyarbakır’a, gitmem.
Kitabımda, yerle bir olmuş şehri sokak sokak anlatmaya çalıştım. Yemeklerini yazdım. Mamalarımız sabah kalkar kalkmaz yüzlerini yıkamadan ocağa kahvelerini koyar, önlüklerini kuşanırlardı. Önlük vücudun bir parçası, bir bütünü gibiydi. Kışın pazenden, , yazın da basmadan, çiçekli, cepli önlükler... Sabahtan ilk iş bu cepler kuruyemişle doldurulur, çocuklar gün boyu leblebi-çekirdekle mutlu olurdu. Dolayısıyla önlük önemli bir metafor benim için. Onun için de kitabımda, acı tatlı, tadı damağımda, izi önlüğümde kalanları yazdım.