Gazeteci Tuğrul Eryılmaz’ın “68’li ve Gazeteci’ kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Eryılmaz, Asu Maro’yla yaptığı uzun söyleşide Türkiye’de ve dünyada 68’li olmanın anlamını, o döneme dair tanıklıklarını, arkadaşlıklarını anlatırken, TRT’den Nokta’ya, Yeni Gündem ve Sokak’tan Radikal İki’ye uzanan kendi gazetecilik serüvenini de renkli bir üslupla paylaşıyor. Eryılmaz ile gazeteciliğin dünü ve bugününü konuştuk.
Son günlerde gazeteci Kadri Gürsel’in çok tartışılan bir iddiası var: “Kendimi ana akım gazetecisi olarak görüyorum. Her ülkenin bağımsız, profesyonel gazetecilere ihtiyacı var. O da ana akımda olabilecek bir nitelik” diyor. Buna karşı çıkan gazeteciler de oldu, doğal olarak… Kitapta da görüyoruz ki sen sadece ana akım medyada değil ana akımın dışında kalan medyada da çalıştın. Bir ‘Sokak’ dergisi deneyimin de var. Kadri Gürsel’in bu görüşünü nasıl değerlendiriyorsun?
Gazeteciliği konuşuyorsak, ana akım medyayı konuşuyoruz, demektir. Klasik anlamda gazeteci yorum yapmaz, haberi aktarır, zor durumda kalan her türlü grup için platform oluşturur. Bu tanım 1950’lerden bu yana dünya genelinde kabul görüyor. Öte yandan belli grupların, özellikle ana akımda kendileriyle ilgili haberlere yer bulamayan grupların kendi seslerini duyurmak için çıkardıkları gazetelere de çok haksızlık etmemek gerekir.
Bunu biraz açar mısın?
Mesela bir komünist partisi var, haberleri çıkmıyor. Ya da bir Kürt partisi var, ana akım medyada sesini duyuramıyor. Bir etnik ya da dinsel azınlık grubu var, haberleri ana akım medyada çıkmıyor. Hele günümüz Türkiye’sini düşünürsen… Bu tür bir gazetecilik de var aslında. Bu tabii ki ana akım gazeteciliğe benzemiyor çünkü bu insanların öncelikleri farklı. Ama şu da bir gerçek: Ana akım dışında kalan o gazeteleri okuyarak Türkiye hakkında yeterli bilgi sahibi olmanız mümkün değil. Tabii günümüz Türkiye’sinde durum çok farklı.
Ne oluyor Türkiye’de?
Gazetelerin yüzde 95’i mevcut siyasi iktidarın kontrolü altında. Türkiye’de şu anda ana akım medya diye bir şeyden söz edemeyiz. Bakıyorsunuz, beş gazete aynı manşetle çıkıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerini tırnak içine bile koymaya gerek duymadan manşet atmışlar. Buna ana akım medya diyemeyiz. Böyle bir medya ortamında da elbette ana akım dışı olarak kabul edilen medya önem kazanıyor.
“Türkiye’de azınlıklar için şöyle bir kural var: ‘Sesini çıkarma, sesiz sessiz yaşa, kimse sana bir şey yapmaz’. Yeter ki ‘burada biz de varız’ deme. Hrant Dink Agos’la bunu yaptı. ‘Türkiye’deyiz, buradayız’ dedi. İşte fark burada… O zaman ben de Ermeniler hakkında bir şeyler öğrenmeye başladım”.
Kitapta, ‘Hrant Dink’le birlikte Ermenileri tanımaya başladık’ diyorsun. Bunu biraz açar mısın?
Evet, Hrant Dink bizimle gazeteci olarak ilişki kurdu. Benim iddiam şudur: Her gazetede ‘onlar’dan birinin çalışması şarttır. ‘Onlar adına’ değil, ‘onlardan biri’nin konuşması şarttır. Yani bir erkek editör tecavüzün ne kadar korkunç bir şey olduğunu bir kadın editör kadar anlayamaz. İstediği kadar duyarlı olsun. Türk ve Müslüman olarak yetiştirilmiş bir insanın da bir Ermeniye ya da bir Yahudiye karşı duyarlılığı liberal duyarlılıklardır. Elbette bu da değerlidir ama bir Ermeni’nin yaşadığı sıkıntıları bir Ermeni kadar yüreğinde hissedemez. Gazetecinin azınlıklara, dezavantajlı gruplara karşı duyarlılığı yoksa gazeteci olamaz. İşte bu yüzden 1989’da ‘Sokak’ dergisini kurduğumuzda gay arkadaşımız da Kürt arkadaşımız da vardı. Ama Ermeni veya Süryani arkadaşımız yoktu. Hiç de aklımıza gelmedi. Çünkü onlardan ses çıkmıyordu. Agos’un önemi de burada. Agos dünyanın en iyi gazetesi değil ama Agos okumadığın zaman Ermeni Patrikhanesi’nde neler olup bittiğini öğrenemiyorsun. Ya da Ermeni komşunun başına neler geldiğinden haberin olmuyor. Bu nedenle gazetecilik sadece ana akım medyada yapılır diyemeyiz. Agos’ta biz bunu gördük. Hrant Dink beni oğlunun düğüne davet etmişti. O düğünde bir grup gazeteci vardı. İşte bu çok önemli bir şey. Gazetecilerin birbiriyle karşılaşması, yüz yüze iletişim kurması çok önemli. Agos’tan önce de bu ülkede çıkan Ermeni gazeteleri vardı. Ama onlar bizimle hiç ilişki kurmadılar.
Türkiye’de biz duymadığımız zaman bir şey olmadı sanıyoruz. Azınlıklar için de şöyle bir kural var: “Sesini çıkarma, sesiz sessiz yaşa, kimse sana bir şey yapmaz”. Bu sadece dini veya etnik azınlıklar için değil her türlü azınlık için geçerli. Yeter ki “burada biz de varız” deme. Hrant Dink Agos’la bunu yaptı. “Türkiye’deyiz, buradayız” dedi. İşte fark burada… O zaman ben de Ermeniler hakkında bir şeyler öğrenmeye başladım. Aslına bakarsan çok geç öğrenmiştim.
Beni çok etkileyen bir olayı anlatmak istiyorum. Yeniköy’de oturuyoruz. Turgut Bey var, komşumuz. Karşılaşınca sohbet ediyoruz. Eşinin adı da Lusi. Bir de kızları var oğlum Hüseyin’le yaşıt gibi. Aradan uzun zaman geçti. Bizi evlerine yemeğe çağırdılar. Onlar için özel bir günmüş. Evde haçlar var. “Herhalde karısı çok dindar bir hanım” dedim. Ben kaç sene sonra Turgut Bey’in aslında Ermenice bir ismi olduğunu, soyadında da ‘yan’ takısı olduğunu öğrendim. Bu utanç bana yetmez mi? Düşünsene ben İngiltere’ye gittiğim zaman kendime ‘Jack’ demek zorunda kalsam… Üstelik onlar doğup büyüdükleri ülkede isimlerini, soyadlarını gizlemek zorunda kalıyorlar.
Kitap sadece gazetecilik anılarından oluşmuyor. 68’li olmak gibi bir iddian da var. 68’liler ve daha sonra gelen 78’liler azınlıklar konusu, Türkiye’de sermayenin el değiştirmesi, tırnak içinde ‘milli burjuvazi’nin nasıl oluştuğu konusu neredeyse hiç gündeminize gelmemiş. Bu da biraz önce gazetecilikten söz ederken değindiğin durumla aynı nedenlerden mi?
Evet, öyle denebilir. 1968’lere gelindiğinde azınlıklar nüfus olarak o kadar azalmışlardı ki… Düşünsene, uzun yıllar boyunca benim Ermeni olarak birlikte çalıştığım ilk iş arkadaşım Yetvart Danzikyan’dı. Tabii bu mazeret değil. Ezidi arkadaşım da olmadı ama bu da bir mazeret değil. İşin içine ağır siyaset girdiği zaman azınlıklar, hak ihlalleri gözardı ediliyor.
Gazetecilikle siyasi duruş arasında da benzer bir ilişki var diyebilir miyiz?
Elbette. Çok siyaset olduğu zaman iş gazetecilikten çıkıyor. Sessizlerin sesi olmak, ifade özgürlüğü… Bunlar devreden çıkıyor. Kendi siyasal duruşun öncelik kazanıyor. “Önce örgüt” deniyor. Oysa örgütte de bir iktidar var. İktidarın küçüğü büyüğü yok. Siyaset önüne geçince bazı meslekler icra edilemiyor. Düşünebiliyor musun: Doktor, ben şu veya bu siyasi görüşte olan hastalara bakmam, diyebilir mi? Aslında ben de gazeteci olarak bir doktor gibi davranmalıyım. Ama maalesef biz farkına varamadık pek çok şeyin. 1968’lerde hatta 1970’lerde bile Kürtler, Aleviler gündemimizde değildi. Tamam şu anda basının en karanlık dönemini yaşıyoruz ama biz de çok parlak dönemler yaşamadık.
1980’lerin sonundaki Sokak dergisi bu anlamda farklı bir örnek. Sokak’ta farklı azınlıkların sesi olmaya gayret etmişsiniz. Ama orada da farklı sorunlar yaşanmış, kitapta anlattığın kadarıyla…
Evet, her türlü azınlıkla ilgili gazetecilik yapmaya çalıştık. Ancak orada da şöyle bir sorun çıktı. Kürtlerle ilgili bir haber koyuyorsun, gayler kızıyor. Gay haberi koyuyorsun, Kürtler kızıyor. Herkesin bir ötekisi var, Türkiye’de. Çok ucuz bir şey söyleyeceğim ama biz çok Ortadoğuluyuz. Bazen ben kendimde bile bu Ortadoğulu olma halini yakalıyorum. Sen niye uğraşıyorsun insanların yataklarıyla, inançlarıyla ya da sembolleriyle? Otoritenin egemen olduğu her yerde gazetecinin işi çok zor. Ne ifade özgürlüğünden bahsedebilirsin, ne de tarafsızlıktan. Ben hâlâ bunlara sığınıyorum çünkü başka şansımız yok bizim. Güçsüz olan kendisinden daha güçsüz olanı sevmiyor. Yaşadığın ülkeyi farklılıklarıyla tanıyacaksın. Ama otorite buna izin vermek istemiyor. Türkiye’de ya peygamberler var ya da şeytanlar…
Anglosakson gazeteciliğini örnek aldığından söz ediyorsun. Medya kuramlarını çok iyi bilmeyenler için bu kafa karıştırıcı olabilir. Anglosakson gazeteciliğinden ne kastediyorsun? Biraz açar mısın?
Batı’daki gazeteciliği kast ediyorum. Herkes kendi deneyimlerinden yola çıkar. Ben de İngiltere’de geçirdiğim 1970’lerin ilk yarısındaki yıllarımda edindiğim deneyimden yola çıkıyorum. Mesela The Guardian’a baktığım zaman sol eğilimli bir gazete olmasına rağmen İngiliz İşçi Partisi’ne yönelik sert eleştiriler görürsünüz. Daily Telegraph muhafazakâr bir gazetedir ama Muhafazakâr Parti’ye sert eleştiriler içeren haberler verir. Ayrıca İngilizce bildiğim için Anglosakson gazetecilerin ve iletişim kuramcılarının kitaplarını okudum. Öte yandan Fransa’da Liberation, İspanya’a El Pais gibi gazeteler de bu tür bir gazetecilik yapıyorlar. Üniversitelerde ders verdim ama ben akademisyen değilim. Liberal ama küçük ‘l’ ile liberal gazeteciliği savunuyorum.
Sözünü ettiğin Anglosakson gazeteciliğinde eleştirel gazetecilik, muhalif gazetecilik ayırımı var. Buna ne diyorsun?
Bence çok önemli bu. Muhalif gazetecilik diye bir şey yok zaten. Eleştirel bir kafan olacak önce. Eleştirel kafan varsa şüphelenmeye otoriteden başlarsın. Kural budur. Bir yerde otorite varsa sen ondan şüpheleneceksin. O mutlaka seni yanıltmaya çalışıyordur. Tabii araştıracaksın, ahkâm kesmeyeceksin. “Muhalifim” diyorsun da neye muhalifsin? Yılmaz Özdil de muhalif. Uğur Dündar da muhalif. Be de muhalifim. Benim Uğur Dündar’la, Yılmaz Özdil’le en ufak benzerliğim yok. Otoriteye ve çoğunluğa karşı da ses çıkarmak zorundasın. Diyorlar ki “devlete inanmıyor musun?”. Evet, devlet en inanılmaması gereken kurum. Sıkıştıkları zaman “devlet birey için vardır” diyorlar. Ben de gazeteci olarak devlete karşı bireyi savunuyorum.
Senin söylediklerinden gazeteciliğinin felsefi olarak anarşizme yakın olduğu anlamı çıkıyor. Doğru mu?
Evet, öyle. Gazeteci her türlü otoriteye “sen doğruyu söylemiyorsun, gerçek bu değil” diyebilmelidir. Bu otorite, sol bir örgüt de olur, TÜSİAD da olur, siyasi iktidar da olur. İktidar deyince; senin bana bir şey yaptırma gücün varsa, sen bana güç uygulayarak bir şey yaptırıyorsan ben senden kuşku duyarım. Bana kendini nasıl tanımlarsın diye soranlara bugün baktığım yerden “Ben anarkomarksistim” diyorum. Bu benim kişisel tarzım.
Kitapta pek çok isimden söz ediyorsun. Ama bazı isimleri de özellikle atlamışsın. Neden?
İki nedeni var bunun. Birincisi benim hafızamla ilgili. Maalesef unuttuğum insanlar var. Mesela Naim Dilmener’i unutmuşum. Dilmener benim can arkadaşım. Radikal İki’ye, Milliyet Sanat’a yazdı. Ama maalesef ben onu unuttum. Bazı isimleri de ya hiç geçirmemeye çalıştım ya da aslında onlara çok daha sert eleştiriler yapmaktan kaçındım.
Neden?
Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal konjonktürde bu insanlarla kavgaya tutuşmak istemedim. Yeri gelmişken belirteyim, ben sansürü sadece milliyetçiliğe, ırkçılığa, savaş kışkırtıcılığına karşı uygularım.
Radikal İki’ye yöneltilen bir eleştiri vardı. “28 Şubat’ta başörtüsü yasağına yeterince yer vermedi” deniyor. Ne dersin?
Kesinlikle doğru değil. Bak şunu söylerlerse anlarım; daha az yer vermiş olabiliriz. Ama hiç olmadığını söyleyemezler. Başörtüsü yasağı nedeniyle kapıda bekleyen öğrencilerin fotoğrafı üzerine “Bu çocuklar uzaydan mı geldi?” başlığını attığımı çok iyi hatırlıyorum. Ama diğer hak ihlallerine göre daha az yer vermişsem bunun nedeni onların kendi gazeteleri ve TV’leri olduğu içindir.
Günümüzü medya açısından en karanlık dönem olarak değerlendiriyorsun. Peki geleceğe dönük ne tür öngörülerin var? Gazetecilik yapma hevesi olanlara ne söylemek istersin?
Bir kere şunu söyleyeyim. Mevcut durum gerçekten vahim. Ama hiçbir baskıcı, otoriter yönetim sonsuza kadar sürmez. Bu dönem geçicidir. Azıcık tarih veya siyaset bilimi biliyorsam bu dönemin geçici olduğunu söyleyebilirim. Öte yandan bu karanlık dönem sona erse de kimse gazetecilikten çok para kazanabileceğini hayal etmesin. Çok para kazanmak istiyorlarsa, reklamcılık, hakla ilişkiler hatta TV dizileri sektörü var. Ayrıca bir politik ideolojiye sıkı sıkıya bağlılarsa, gazetecilik denemesinler. İlle de istiyorlarsa militan gazetecilik onların hevesini tatmin eder.
Günümüzde Türkiye’de bağımsız sivil inisiyatiflerle medya kuruluşları arayışı var. Bu tür arayışları nasıl buluyorsun?
Bunlar çok faydalı ama durumu kurtarmaya yetmez. İnternet haber ve yorum siteleri önemlidir. Ama yazılı basın ölmez. Kağıt kalacak. Küçülür, daha rafine olur ama kalır. The Guardian satıyor ve bence satmaya da devam edecek.
En geç 2030’larda kağıt gazete dönemi kapanacak diyenler de var. Buna ne diyorsun?
Buna inanmıyorum. TV çıktığı zaman “sinema öldü” diyorlardı. Ama öyle olmadığını gördük. Sinema daha rafine bir hale gelerek devam etti. Aynı şey gazeteler için de geçerli. Gazete daha rafine bir şekilde sürmeye devam eder. Tirajlar küçülür ama daha nitelikli bir şekilde sürer.