700. cumartesi

Taleen Mardirossian, aile kökenleri Sasun, Maraş, Kilis ve Birecik’e dayanan, Amerikalı bir Ermeni. Columbia Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık alanında yüksek lisans çalışmalarını sürdürüyor. Mardirossian Cumartesi Anneleri’nin polis tarafından engellenen 700. hafta oturumunun öncesinde İstanbul’daydı. Ailelerle konuştu, izlenimlerini Agos için kaleme aldı.

Birkaç hafta önce cumartesi günü Galatasaray Meydanı’na yaklaşırken, kalabalığın arasında, insanların ellerinde tuttukları, kayıp kişilerin fotoğrafları dikkatimi çekti. Yabancı biri ilk bakışta bu toplantının bir acıyla ilişkili olduğunu anlayabilirdi, fakat o kolektif acıya damga vuran, belirgin bir dinginlik ve bütünlük vardı. Kadın-erkek, genç-yaşlı, bağdaş kurmuş, genellikle kendilerine benzeyen kişilere ait fotoğrafları sıkı sıkı tutarak, yan yana oturuyorlar. Beni İstanbul’a getiren, bu mücadeleyle aşinalığımdı. Diasporalı bir Ermeni olarak, bu insanların gözlerindeki unutmaya karşı direnişi, fotoğrafları tutan ellerindeki sevilen birine duyulan özlemi, seslerindeki meseleyi bir şekilde neticelendirme isteğini tanıyordum. Yabancı olduğum bu insanların yanında dikilirken kendi ailemi ve miras aldığımız, mezarsız atalarımızın hikâyelerini düşündüm 

Hanım, ağabeyi Hayrettin Eren’in kayboluşunu anlatırken, “Bu tür acılar insanları bir araya getiriyor” diyor.

Kayıpların aileleri, anılarını yavaş yavaş ama canlı bir şekilde anlatıyorlar. Her gün morga gidip ağabeyinin cesedini arayan bir erkek kardeş; aylarca oğlunu aradıktan sonra, gömmesi için eline iki parça kemik verilmiş bir anne; 38 yıl önce kardeşinin son olarak görüldüğü arabaya benzeyen araçların içine, hâlâ, “belki onu görürüm” umuduyla bakan bir abla...

Hasan Ocak’ın kardeşi Maside Hanım, oturma eylemlerinin başlamasından önceki zamanlardan söz ederken “Birbirimizden kopuk, her birimiz kendi dünyamızda, çok büyük bir karanlık içindeydik” diyor. İlk olarak 27 Mayıs 1995’te altı anne ve onlara destek olan yirmi beş kişi bir araya gelip Galatasaray Meydanı’nda oturmuşlar. Türkiye’de daha önce benzeri görülmemiş bir eylemmiş bu. Cumartesi Anneleri eylemlerini düzenleyenlerden Sebla Arcan anlatıyor: “Polisler orada ne yaptığımızı anlamamışlardı. Bize sordular; ‘Hiç, sadece oturuyoruz’ dedik. Ne yapacaklarını bilemediler.” Fakat Galatasaray’a her hafta gelmeye devam edince, polis şiddeti başlamış. Kadınlar her hafta üst üste gelmiş, bir önceki hafta aldıkları darbelerin yaraları henüz iyileşmeden, bir kez daha yaralanmışlar. Her geçen cumartesi, kayıp çocuklarının fotoğraflarıyla başka anneler katılmış eyleme. 700 cumartesi boyunca inkâra karşı hakikati savunarak ve hatırlayarak, zorla kaybetmelere son vermeyi başarmışlar. Fakat bunun bir bedeli de olmuş.

Hasan Ocak’ın ağabeyi Ali Bey, “İşimizi, sağlığımızı, kardeşlerimizi kaybettik ama buradaki dayanışma bizi ayakta tutuyor. Elimizde bir tek bu var” diyor.

Galatasaray Meydanı, 700 cumartesidir, bu aileler için geçici bir mezarlık. Anneler oraya giderken giyecekleri kıyafetleri dikkatle seçiyorlar. Onlar için Galatasaray Meydanı’nda olmak, kayıp çocuklarıyla birlikte vakit geçirmek demek. Oğullar, kızlar, kaybolmuş babalarıyla burada haberleşiyor. Bir kız babasına sesleniyor: “Baba, ben avukat oldum.” Burası bir öğrenme ve büyüme yeri olmuş. Anneler insan hakları aktivistlerine dönüşmüş. Torunları, pankartları açarak, fotoğrafları ve kırmızı karanfiller dağıtarak onlara yardımcı oluyor.

Maside Hanım, “İlk oturma eylemini yaptığımız güne kadar, bu anneler sadece kendi çocuklarının anneleriydi” diyor. Kardeşler de, aynı şekilde, yalnızca kayıp aile üyesinin kardeşi, ablası, ağabeyiymiş. Ama artık durum böyle değil. İkbal Hanım ekliyor: “Birbirimizle kardeş olduk burada. Hepimiz bir kardeşimizi kaybettik ama birçok başka kardeş kazandık.”

700 cumartesi boyunca, o meydanda yaşayanlar, sevdiği, canından can olan, kaybolmuş ama ‘kayıp’ olmayan birinin fotoğrafını tutmuş elinde. Aileleri ve onlara destek verenler, bu kişilerin hikâyelerinin ağırlığını bedenlerinde, zihinlerinde, gözyaşlarında, seslerinde, kelimelerinde, kucaklaşmalarında taşımışlar. Bir arada durarak, devletin dayatmaya çalıştığı toplumsal hafızayı bozup, geçmişin temsilini kendi istedikleri gibi şekillendirmişler. Sebla Hanım “O toplumsal hafızada katliam yoktur, soykırım yoktur, ortadan kaybolmalar yoktur, yakılan şehirler, köyler yoktur, tecavüze uğrayan kadınlar yoktur” sözleriyle açıklıyor bu durumu. 700 cumartesi boyunca, bu aile, hiç kimsenin, anılarının ‘küratörlüğü’nü yapmasına izin vermemiş. Oturarak, direnerek, bir araya gelerek, kimi, neyi, ne zaman ve nasıl hatırlayacaklarını kendileri seçmişler.

İkbal Hanım’ın sözleri, “Biz büyük bir aile olduk ama bu ailenin büyümesini istemiyoruz.”

 

 

 

 



Yazar Hakkında