Yersiz Kumpanya’nın ilk oyunu olan ‘Unutulan’, prömiyerini 11 Mart’ta Karaköy İkinci Kat’ta yaptı. Elif Ongan Tekçe’nin yazdığı, Sanem Öge’nin yönettiği iki kişilik oyunun karakterleri Mari ve Nıvart, Elif Ongan Tekçe ve Burçak Karaboğa Güney tarafından canlandırılıyor. ‘Unutulan’ı, oyuncuları ve yönetmeniyle konuştuk.
VARTAN ESTUKYAN
ALTUĞ YILMAZ
‘Unutulan’, Yersiz Tiyatro’nun ilk oyunu. Kumpanyanız nasıl kuruldu?
Elif Ongan Tekçe: Biz bu çalışmaya aslında bir kumpanya kuralım diye başlamamıştık. Oyun üzerine çalışırken yaşadığımız süreç belirleyici oldu. Yersizlik de o süreçte doğdu.
‘Yersizlik’ten kastınız ne?
Burçak Karaboğa Güney: Hem yersiz, hem de yerini bilmez şekilde konuşan, hadsiz... O yüzden de bu ismi tercih ettik.
Sanem Öge: İstanbul’da yersiz kalmak çok zor bir şey değil zaten.
Bu oyunu yazarken ne tür kaynaklardan beslendiniz?
EOT: En başta, Osmanlı dönemindeki feminist kadınlara dair bir araştırma yapıyorduk. O dönemi araştırıp Zabel Esayan’a rastlamayan ve ondan etkilenmeyen yoktur herhalde. Zamanla o konudan uzaklaşıp, dönemin tiyatro çalışmalarını ve bunlara dair kaynakları araştırmaya başladık. Boğaziçi Üniversitesi’nden Nilgün Firidinoğlu’yla görüştük; ondan Ermeni tiyatrosundan ve Tanzimat Dönemi’nden tiyatro metinleri, yeni çeviriler ve kitaplar aldık. Daha sonra, konuyla ilgili tezleri okumaya başladık. Bu okumalar aldı başını gitti. Ardından Zerrin Yanıkkaya’nın, Yeditepe Üniversitesi’nde verdiği, tam da o dönemde araştırdığımız konuya odaklanan derslere katıldık. Tüm bu süreçte hikâyelerini öğrendiğimiz kadınlar bizi çok etkiledi ve Burçak bana, bu konuda bir oyun yazmam gerektiğini söyledi.
BKG: Biz bir şey çıkarmıştık; doğaçlama yapmamız lazımdı ama olmazdı, bir şey yazılmalıydı. Oyun, bu konuları da içermeliydi, çünkü birçok şey okumuş, biriktirmiştik. Elif, sağ olsun, yazdı.
Oyunun yönetmeni olarak siz projeye nasıl dahil oldunuz?
SÖ: Ben oyunun yazım sürecinde çalışmanın içinde değildim. İki kişi de sahnede olduğundan kendilerine dışarıdan bakamıyorlardı. Elif “Sen de bakar mısın?” diye rica etti, başta yönetmen olarak girmesem de projeye bu şekilde dahil oldum.
Oyunda, 1915 ve sonrasıyla ilgili olarak birbirinden farklı travmaları olan iki kadın görüyoruz. Bu travmaları nasıl ‘bölüştürdünüz’?
EOT: Yazım sürecinde hep tek bir kadın üzerinden düşündük. Benim tez konum, biri olamadan diğeri olamayan ikili karakterleri konu alıyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış, çok tanınmış ve beğenilen bir oyuncu olan Mari Nıvart’ı, Mari ve Nıvart olarak iki karaktere böldük. Mari Nıvart’ın hikâyesi iyi biliniyor; bir Türk’le gönül ilişkisi yaşıyor ve ondan hamile kalıyor fakat etrafında yargılayıcı bir ortam olduğu için çocuğu düşürmek istiyor, bunun için de farklı yöntemler deniyor. Bir gün, Kamelyalı Kadın’ı oynarken, denediği yöntemlerden birinden dolayı sahnede kanama geçiriyor ve hayatını kaybediyor. Bu herkes için trajik ve büyük bir hikâye. O döneme dek görülmüş en büyük cenaze töreniyle defnediliyor. Mari Nıvart’ın bu hikâyesi karakterlere bölündüğü zaman, oyunun yapısı da oluşmaya başladı. ‘Kamelyalı Kadın’ bizim oyunumuzda da merkezde duruyor.
Karakterlerin travmalarının kaynağı oyun boyunca kadar çeşitli sembollerle, göndermelerle anlatılıyor fakat oyunun sonlarında, doğrudan 1915’e dair betimlemeler giriyor devreye. Orada bir didaktizm riski yok mu?
SÖ: Var. En çok dikkat etmeye çalıştığımız yer de orası oldu. Dokunaklı bir hikâyeye dokunaklı bir sanatsal biçim üretildiğinde, hikâyenin etkisi düşüyor. Anlatmaya çalıştığımız mesele çok acıklı, dokunaklı, trajik bir yere gidebiliyordu, öyle olunca da anlatı zayıflıyordu. Onu başka bir şekilde anlatmanın yollarını aradık. Oyunun metni çok daha uzun ve acıklıydı; metnin neredeyse yarısını kesmek zorunda kaldık. Metni kırparken, çok dokunaklı yerleri sadeleştirmeye de çalıştık. Niyetimiz acındırmak değildi çünkü. Böyle mevzularda acındırmanın hiçbir zaman işe yaramadığını düşünüyorum. O yüzden, “Kimseyi kimseye acındırmadan bu hikâyeyi nasıl anlatabiliriz?” sorusunu sorduk kendimize. Bunu yapmaya çalıştık, öyle olmaması için elimizden geleni yaptık ama izleyiciye ajite gelen yerler olabilir.
Oyun, hatırlama-unutma, rüya-hakikat, ümit-ümitsizlik gibi ikili karşıtlıklar üzerine kurulu...
EOT: Öyle. Karşıtlıkları yan yana getirebilirsek meseleyi daha derin ya da hakiki anlatabileceğimizi düşündük. Zaten, bir kavramdan bahsederken, onu tek başına değil, ancak karşıtıyla beraber var edebiliyorsunuz. Bütün oyun bunun üzerine kurulu. Unutmaktan ve unutulmaktan bahsettiğinizde, hatırlamak ve hatırlanmak da kendiliğinden geliyor.
Oyunda, iyi bilinen üç kanto seslendiriyorsunuz. Seçimi neye göre yaptınız?
BKG: Oyunda ikisi ezgili olarak, biri ezgisiz okunan üç kanto var: ‘Kalplere vur bir zımba’, ‘Koşa koşa’ ve ‘Bülbül Kantosu’. Bizim için, bunların bilinir olmalarından ziyade, sözlerinin oyunun içeriğiyle ilişkilendirilebilmesi önemliydi. Bu üç kantonun da sözleri, oyunun konusuna uygundu.
Oyuncuların aksanlı karakterler canlandırması yapaylık riski taşır. ‘Unutulan’daki iki karakter de, taklit havası vermeden, İstanbul Ermeni aksanıyla Türkçe konuşuyor. Bu konuda nasıl çalışma yaptınız?
Elif Ongan Tekçe: Önce Bercuhi Berberyan’la, ardından, yine bir tiyatrocu olan arkadaşımız Arlet’le çalıştık. Daha sonra yönetmenimiz Sanem, konuşmamızın, kulağa farklı bir lehçe gibi geldiğini söyledi. Bunun üzerine, Burçak’la birlikte Kurtuluş sokaklarında dolaşmaya başladık ve semtteki bazı kafelerde oturduk, etrafı dinledik. Daha sonra, bir Ermeni okulunun müdiresi aracılığıyla, canlandırdığımız karakterlerin yaşlarında iki Ermeni kadınla tanıştık. Onları dinleyince, o zamana kadar yaptığımız çalışmalarda ufak tefek yanlışlar olduğunu fark ettik ve aksanımızı yeniden düzenledik.
Oyun, 6 ve 28 Nisan’da Karaköy İkinci Kat’ta, 17 Nisan’da Kumbaracı 50’de, 23 Nisan’da Kuşadası’nda sahnelenecek.