Hafıza Merkezi’nden Melis Gebeş, Burcu Bingöllü ve Kerem Çiftçioğlu’yla 'Dava İzleme: Duruşma Salonunda Devlet ve Yurttaş' raporunu ve yıllardır süren davaların durumunu konuştuk.
Kürt sorununda çözüm umutlarının daha güçlü olduğu geçtiğimiz yıllarda, 1990’larda yaşanan sistematik hak ihlalleri, faili meçhullerin akıbeti, yaşananlara ilişkin açılan davalar sık sık gündeme gelir olmuştu. Ancak Kürt sorununda yeniden çatışmaların başlaması, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan OHAL süreciyle, 1990’larda yaşananlara ilişkin yüzleşme umutları da bir başka bahara kaldı. ‘Hakikat Adalet ve Hafıza Merkezi’, 1990’larda sistematik ve yaygın bir şekilde ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştiren devlet görevlileri hakkında açılan ve hâlâ sürmekte olan davalarla ilgili izleme faaliyeti yürütüyor. Sürmekte olan yargı süreçleriyle ilgili farkındalık yaratmaya çalışan Hafıza Merkezi, Musa Anter ve Ana JİTEM, Kızıltepe JİTEM, Dargeçit JİTEM, Ankara JİTEM, Kulp ve Lice davalarının duruşmalarına katılarak farklı disiplinlerden kişilerin oluştuğu heyetlerle bu davaları izledi. Davaların yürütülüş şekli, sanıkların ve mağdurların davranışları, maruz kaldıkları hareketler ile mahkeme heyetlerinin, savcıların ve avukatların tutumları farklı perspektiflerden gözlenerek, ortaya çıkan bulgular rapor haline getirildi. Bu davalarla ilgili elimizde artık kapsamlı bir veri bankası var.
Bu raporu ortaya çıkaran süreçte, pratikte nasıl bir çalışma yapıldı?
Melis Gebeş (M.G): Dava izleme, yargı süreçlerinin ve yargılama sırasında rol oynayan tüm öznelerin bağımsız izleyiciler tarafından gözlemlenerek, esasa ve sürece dair sorun alanlarına ilişkin bilgi toplanması ve raporlanmasını içeriyor. İzlenen davalarda tespit edilen sorun alanlarının kamusal alanda yaygınlaştırılmasına yönelik basın ve savunuculuk faaliyeti yapılıyor. Amaç yargı süreçlerinin şeffaflığını arttırmak, hak ihlallerine uğrayanların seslerini yükseltmek ve kamusal alanda farkındalık yaratmak. İzlenen davaların ortak bir özelliği var: Bu davalar, Türkiye’nin 1990’larda siyasi muhalefeti bastırmak için hukuk dışı yöntemlere başvurarak, sistematik ve yaygın bir şekilde ağır insan hakları ihlallerinde bulunan devlet görevlileri hakkında açılmış ve sürmekte olan davalar. Bahsettiğimiz eylemlerin şiddeti ve niteliği göz önünde bulundurulduğunda, bunların bir kamu davasının konusunu oluşturması, cezasızlık problemiyle nam salan Türkiye’de hesap verebilirliğin sağlanmasına, geçmişle ilgili hakikatlerin ortaya çıkartılmasına dair bir imkan ve umut sunuyor. Bu yönüyle de kritik bir önem taşıyor.
Ancak yalnızca hukuki değil, aynı zamanda etik ve politik boyutları olan cezasızlık sorununu aşmak, yalnızca bir ceza yargılamasının başlatılmasıyla mümkün olmuyor. 1990’llarda yaşananlarla ilgili bugüne dek açılmış az sayıda davanın çoğunun beraat kararlarıyla sonuçlanmış olması bunu bize söyleyen göstergelerden biri. Bu noktada, faillerin ceza mahkemelerinde etkili ve adil bir şekilde yargılanarak, işledikleri suçla orantılı bir cezaya çarptırılmasının hem geçmişle ilgili adaleti sağlamada hem de bu çok boyutlu cezasızlık sorunun üstesinden gelmede etkili ve yeterli bir yöntem olup olmadığının sorgulanmasına ihtiyaç olduğunu da vurgulamak isterim. Cezalandırıcı adalet anlayışının bir ürünü olan bu yöntem, elbette Türkiye gibi cezasızlığın çok çeşitli alanlarda bir gelenek haline geldiğinin söylenebileceği bir ülkede özel bir öneme sahip. Zira bu ülkede güvenlik gücü mensuplarının ve kamu görevlilerinin faili olduğu geçmiş hak ihlallerinin yanı sıra devlet aklının işlenmesini makbul gördüğü diğer suçlarda da failler için güçlü bir cezasızlık kalkanı oluşturuluyor. Başka bir deyişle, toplumun ötekileri olarak marjinalize edilen etnik, cinsel, dini, siyasi kimliklere yönelik işlenen suçların hesabı sorulmuyor. Yine de meseleye ihtiyatlı yaklaşarak, geçmişe ilişkin adaletin yalnızca geçmiş suçların faillerinin yargılanması yoluyla sağlanamayacak olabileceğini akılda tutmak gerekiyor.
Davaları duruşma salonlarında izlemek mağdurlar için neden önemli?
M.G.: Geçmişte meydana gelen zorla kaybetmeler ve hukuk dışı infazlarla ilgili süren davaların duruşmalarının gözlemlendiği dava izleme çalışması, esasında cezasızlıkla mücadelede başvurulabilecek alternatif yöntemlerinden biri olarak hayata geçirildi. Yargının son derece sorunlu olduğunu söyleyebileceğimiz Türkiye’de ceza adaletinden medet ummanın güçlüğü karşısında, yapılan yargılamaların, faillerin cezai hesap verebilirliğinin sağlamanın ötesinde bir işlevi olabileceği görüşünden yola çıktık. Bu bağlamda mahkeme salonlarının aynı zamanda uzun yıllar boyunca resmi makamlar önünde hakikati dile getirme çabaları sonuçsuz kalmış olan kaybedilmiş ya da infaz edilmiş kişilerin yakınlarının seslerini duyurabilmeleri için de bir alan oluşturabileceğini gördük.
Kamusal ve yargısal bir platformda hakikati söylenmesinin, kendi başına toplumsal hakikatin kurulmasındaki payı ve önemi büyük. Kutuplaşmış toplumun belirli bir kesimine ulaştırılamamış olan hakikatler, bu sayede, kamusal tartışmaya açılmış ve topluma farklı bir bilgi kaynağı sunulmuş oluyor. Bu bakımdan devletin hakikatleri gizlemeye veya çarpıtmaya çalıştığı Türkiye’de, mahkeme salonlarını boş bırakmamak oldukça kıymetli. Yargılamalarda gözlemci olarak rol almak, mahkeme salonlarında dile getirilen hakikatin yalnızca resmi yorumunun dolaşıma sokulmasına engel olmak anlamına da geliyor. Bu, mağdurların hakikatinin kamusal alanda yaygınlaştırılarak görünürlük kazanmasına, yaşananlara dair farkındalık yaratılmasına katkı sunuyor. Hak ihlallerine uğrayanların seslerinin güçlü çıkmasına, toplumsal hafızanın resmi tezlere alternatif anlatıları kapsamasına ve mitlerin yıkılmasına destek oluyor. Dava izleme yöntemi bu açıdan sade ve şeffaf bir direniş biçimi olarak görülüp, değerlendirilebilir. Bize aktarılanlardan anladığım kadarıyla, kaybedilmiş ya da infaz edilmiş kişilerin yakınlarını duruşmaları izlemeye motive eden en temel şeyin esasında yukarıda belirttiğim hakikati dile getirme arzusu olduğu söylenebilir. Duruşma salonları, bunun yanı sıra şiddet anına çoğunlukla kendi gözleriyle şahit olmuş olanların şiddete başvuran devlet görevlileriyle yıllar sonra karşılaştıkları, bir çeşit yüzleşme platformu haline dönüşüyor.
Peki, bu çalışma etkili olabildi mi?
Kerem Çiftçioğlu (K.Ç.): Türkiye’de dava izleme faaliyetleri kamuoyu baskısı yaratma konusunda nispeten ektili olabilirken, yargı reformunu hedefleyen boyutları itibariyle mevcut siyasi konjonktürde sonuç alması çok da beklenemez. Muhaliflere yönelik özellikle son dönem artan hukuki baskılar sebebiyle, çeşitli meslek ve dayanışma gruplarının kamuoyu baskısına yönelik izleme faaliyetlerinin arttığını görüyoruz. Duruşma öncesi ve sırasında bilgilendirme ve mağdurlarla dayanışmayı hedefleyen bu tür izleme faaliyetlerinin hedefleri itibariyle görece etkili olduğunu görüyoruz. Bu faaliyetler ulusal ve uluslararası demokrat camiada gündem yaratmada etkili olabiliyor. Ancak ana akım medyanın tamamen iktidarın güdümünde olduğu, son derece kutuplaşmış bir toplum dokusunda siyasete etkisi doğal olarak sınırlı kalıyor.
Sözünü ettiğiniz kayıt altına almanın ne tür yararları olacak?
Burcu Bingöllü (B.B.): Türkiye’de ne yazık ki soruşturma süreçleri de yargılama süreçleri de haddinden fazla uzun. Özellikle 1990’larda devlet görevlilerinin de dahil olduğu suçlara ilişkin bu süreçlerin yürütülmesindeki isteksizlik ve siyasi iradenin bu suçlarla hesaplaşmada sergilediği istikrarsız tutum, zaman bakımından maliyetin yanında bir de toplumsal maliyeti gündeme getiriyor ki bu açıdan en başta adalete inancı sarsan bir durum söz konusu. Bu açıdan bakıldığında dava izlemeyle hedeflenen; zamana yayılan tüm bu süreçlerin elden geldiğince kayıt altına alınması ve bu kayıtların, yargılamanın bütününe hakim anlayışın ve zihniyetin bir nebze de olsa profilini çıkarmaya hizmet etmesi. Bunun yargısal anlamda bir sonuç yaratması tabii ki beklenemez. Yani biz gidip bir duruşmanın notlarını tuttuk diye yargı birden tabiri caizse kendine çekidüzen verme ihtiyacı duyacak değil. Bu kayıtların uzun vadede Türkiye’de bir dönemle hesaplaşma konusunda yargısal pratiğin belgelenmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Ve tabii ki bu da tek başına bir şey söylemeyecektir. Bu hesaplaşmanın en başta siyasi bir irade gerektirdiğini unutmamak lazım.
Çalışma sırasında ne gibi sıkıntılarla karşı karşıya kaldınız?
B.G.: Dava izleme çalışmasını yürüten ekipler çok ciddi bir engellemeyle ya da olumsuz tavırla karşı karşıya kalmadı. Dava izleme çalışmasının savunuculuk bakımından etkileri anlamında Türkiye’nin içinden geçtiği süreçler dolayısıyla bu davaların görünürlüğü için yürüttüğümüz iletişim çalışmalarında birtakım zorluklardan bahsedebiliriz. 1990’lara dair hak ihlallerine ilişkin bu davaların gündemleştirilmesi tahmin edersiniz ki çatışmalı sürecin yeniden başladığı ve sonrasında 15 Temmuz darbe girişimiyle olağanüstü hal rejimine geçildiği bir atmosferde güçleşti. Zorla kaybedilen ya da hukuk dışı infaz edilen kişilerin akıbetinin aydınlatılmaya çalışıldığı bu davalara ilişkin farkındalık yaratmak, adalet arayan yakınlarının sesini duyurmak, dünün Kürt sorunu ekseninde işlenen bu suçlarla yüzleşmeye hazır görünen Türkiye’ye göre daha zor oldu. Ayrıca bu süreçten medyanın da nasibini alması nedeniyle, bu davalara ilişkin haber oranının da eskiye göre azalması gibi bir durumdan bahsedilebilir.