Galata Rum İlkokulu’nda bir ütopya

Kirkor Sahakoğlu’nun ‘Ütopya’ adlı ikinci kişisel sergisi, Galata Rum İlkokulu’nda izleyicisiyle buluşmaya devam ediyor. Foucault’nun heterotopyası ve Adorno’nun gerçeklik anlayışı üzerine kurguladığı o ‘yer’i soyut resimleri üzerinden anlatan sanatçının işleri hem kendi kişisel tarihine, hem de toplumsal hafızaya göndermelerde bulunuyor. Ancak sanatçının tasvir ettiği ütopya ne tam anlamıyla nostaljik bir geçmiş, ne de –resimlerdeki açık referanslara rağmen– bugünün Yunanistan’ı. Sahakoğlu’yla önümüzdeki aylarda Atina’ya taşınacak olan sergi ve sanat pratiği üzerine konuştuk.

*Sergideki işler nasıl bir araya geldi, Galata Rum İlkokulu’nda bir sergi yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Yaklaşık olarak 2010’da başlayan bir biriktirme bu. Değişik dönemlerde hızlanan veya yavaşlayan bir süreç oldu. Hatta 2015’te ‘Eksik’ sergisi de devreye girdiğinde, ‘Ütopya’nın o süreçte biraz daha beklemesi gerekti. Çoğunluğu atölye çalışması olan resimlere küçük seyahat eklemeleri de oldu. Hayallerime olmayan bir yeri yerleştirirken bir yandan da var olan bir yeri amaçlıyordum aslında. Kurguladığım yer karşı kıyılar olduğu için zaten düşüncemde klasik bir galeri sergilemesi yoktu. Bu yer Balat da olabilirdi, o bünyeye ait bir başka mekân da. Galata Rum İlkokulu, üzerinde ara ara konuştuğumuz fakat kesin olmayan bir sergi alanıydı ve şans eseri, aniden oluverdi. İyi ki de burası oldu. Benim bir Getronaganlı olmam, ilkokuldan hemen sonra bu çevreye gelişim, beni sergiyi kurarken geçmişe götürdü.

*Sergideki işlerde bir gelecek tasavvurundan çok, geçmiş ile şimdinin iç içe geçtiği bir zamansallık ve yoğun Yunanistan referansları var. Bu anlamda sizin tasvir ettiğiniz ütopya Thomas More’un, Tomasso Campanella’nın veya Fracis Bacon’ın ütopyalarından farklılaşıyor. Resimleri yaparken de “Yeni bir ülke bulamazsın” diyen Kavafis’e kafa tuttuğunuzu söylemiştiniz. Sergideki işlerin kavramsal arkaplanından ve bu arkaplanın bir janr olarak soyut resimle nasıl konuştuğundan bahsedebilir misiniz?

Duvardaki manifestoda, “Sonra başka sorular sorarız aynadaki imgeye, aldığımız her cevap bizi bizden, o kurmaca dünyasından alır götürür, bir daha o distopyaya dönmemecesine kaçarız hayalini kurduğumuz bir başka ütopyaya. Çünkü geçmişin yaşanmışlıkları bugünkü gerçekliğin yapıtaşlarıdırlar” derken tam da bunu söylüyordum. Yani dünü gözardı ederek bugünü ve yarını inşa edemeyiz. Evet, Thomas More ile yola çıkıyorum ancak Platon’u da hiç aklımdan çıkarmamaya dikkat ediyorum. Sergideki işlerin kavramsal arkaplanının soyut resimle konuşması meselesine gelince, aslında bir tarz olarak var olmayanı resmetme mottosu benim resmimi etkin kılıyor. René Magritte, 1929’da bir pipo resmi yapmış ve tuvalin hemen altına “Bu bir pipo değildir” yazmış, bu resme ‘İmgelerin İhaneti’ ismini vermişti. Bu eser, nesne ve onun işaret ettiği şeyle ilgili bir sorgulama olduğu için kavramsal sanatta örnek eserlerden biri olarak kabul edilir ve iki kavramla değerlendirilir: Benzeyiş ve andırış. Bahsedilen benzeyiş sözcüğüne karşılık olarak Türkçedeki ‘aynı’ daha uygun gibi geliyor bana, çünkü benzeyiş bir gönderme yapar ve aslına benzeyerek onu temsil eder. Yani bir portakal portakaldır, bir nehir ise zaten nehirdir. Dolayısıyla özgür değildir, ona mecburdur. Andırışta ise, ‘şeyler’, aralarında ortak noktalar olmasına rağmen aynı değillerdir, onun için birbirlerine gönderme yapmazlar, biri diğerinin modeli değildir, benzer tarafları vardır ama hiçbiri diğerini temsil etmez. Özgürdürler, dolayısıyla yoruma açıktırlar. İşte benim de resimlerime bakış beklentim böyle bir anlayışı barındırıyor.

*Sergideki işlerin çoğu isimsiz. Onun yerine Galata Rum İlkokulu’nun her bir odasına bir ad vermeyi ve resimlerinizi ona göre tasnif etmeyi tercih etmişsiniz. Bu seçiminizin arkasında ne var?

Soyut dışavurum akımında bir resme isim vermek bana pek mantıklı gelmiyor. Galata Rum Okulu normal şartlarda bir sergi mekânı değil; resimleri gruplarken bu bir handikap gibi gelmişti bana fakat daha sonra benim için bir avantaja dönüştü. Yaşadığımız şu evreni Michel Foucault ‘heterotopya’ olarak adlandırıyor. Bu kavrama göre, gerçek bir mekânın içinde birden fazla zaman ve uzam var. Ne demek bu? Müzeler, kütüphaneler, mezarlıklar vs. demek. Biz mekânlarda somut bir uzamın parçasıyız fakat bu uzam içinde, bölünmüş, farklı zamanlar ve uzamlar da hüküm sürmekte. Gerçeklikse hiçbir zaman göründüğü gibi değildir; daha çok, öldüğünü varsaydığımız, zihinsel bir kurgudur. Tam olarak ifade etmek gerekirse, öyle olduğunu düşündüğümüz bir imgedir. Yani bu imge bizim uygun görsel bir denkleme oturttuğumuz düşünsel bir illüzyondur.

 *Sergi merdivenlerden çıkarken ilk oda olan ‘Skala’ ile başlayıp son oda olan ‘Ütopya’ ile bitiyor. Her odada renk ve üslup anlamında bir birlik ve diğer odalardan ayrışan taraflar görüyoruz. Ben bir izleyici olarak odalar ilerledikçe renklerin çeşitlendiğini gözlemledim. Bu anlamda sergi kendi içinde bir izlek veya bir önerme içeriyor mu?

Hem evet, hem de hayır. Fakat daha çok hayır. ‘Skala’ ile bir başlangıcı vurgulamaya çalıştım. Kaldı ki, tam da merdivenin hemen ucundaki odaya rast geliyordu. Bu odaların kurguları bir kreşendo biçiminde algılansın istemiyorum. Tek vuruşlu ve daha minimalist bir seçki yapmaya çalıştım ‘Skala’da. Daha girift ve içe dönük bir gruba ‘Mystika’ adını verdim.

 *Sergide gördüğümüz resimlerin tamamı soyut, her biri izleyicinin yorumuna geniş bir alan bırakıyor. Dolayısıyla resimlerinize doğrudan bir anlam yüklemek zor. İşlerinizin bugünün politik atmosferinde İstanbul’da sergileniyor olması ve serginin Atina’ya taşınacak olması size ne hissettiriyor?

Evet, doğrudan bir anlam yüklemek zor fakat serginin ilk üç haftasında birkaç kişi bu şifreleri şaşırtıcı bir şekilde çözdü. Tabii ki her resim politik veya benzer bir kaygı taşır. Yitirmenin resimlerinin arasından baktığımda, memleketinden 20 dolarla yollanan bir toplumu görüyorum. Veya, şu an içinde bulunduğumuz binada artık çocuk sesleri yoksa ve burası arada sırada sanat için hizmet veriyorsa, biz de buna şükrediyorsak, bu konuyu söylediğiniz anlamda bir kez daha düşünmek gerekir. Serginin Atina’ya taşınmasının bu tartışmalara vesile olmasını umuyorum. Sergi burada çok iyi yankı buldu, benzer bir yansıma orada da olur mu bilemiyorum. Ne de olsa bu bir fotoğraf sergisi değil; o soyutun içindeki asli gerçeği bulup çıkarmaya dayanıyor. Bazen aklıma Yannis Ritsos’un şu dizeleri geliyor ve serginin oradaki akıbeti için ümitleniyorum: “Göklere inanırdım eskiden, ama sen, denizlerin derinliğini gösterdin bana.”


Kategoriler

Kültür Sanat

Etiketler

Kirkor Sahakoğlu


Yazar Hakkında