Ark Kültür’de açılan ‘Bize Ait Bir Oda’ sergisi, dişil döngüler üzerindeki önyargıları ve klişeleri sorgulayan, kadınlık halleriyle ilgili yeni deneyimlere kapı açan 23 kadın sanatçının işlerini bir araya getiriyor.
Doğum, doğurganlık, regl, kürtaj, menopoz, annelik... Ark Kültür’de açılan ‘Bize Ait Bir Oda’ sergisi, dişil döngüler üzerindeki önyargıları ve klişeleri sorgulayan, kadınlık halleriyle ilgili yeni deneyimlere kapı açan 23 kadın sanatçının işlerini bir araya getiriyor. Küratörlüğünü Arzu Yayıntaş’ın, konsept geliştirme ve tasarımını Güneş Terkol ve Sevil Tunaboylu’nun üstlendiği sergi, iktidar mekanizmalarının anneliği tektipleştiren bakışına inat, izleyiciyi farklı kadınlık ve annelik hikâyelerini keşfe çıkarıyor. 9 Mayıs - 4 Haziran arası kapılarını ziyaretçilere açık tutacak sergi kapsamında ilerleyen günlerde atölyeler, performanslar ve konuşmalar da yapılacak. Serginin müelliflerinden Arzu Yayıntaş ve Sevil Tunaboylu’yla bir araya gelip ‘Bize Ait Bir Oda’yı konuştuk.
Sergi, Arzu Yayıntaş ve Güneş Terkol’un 2015’ten beri yaptığı annelik ve doğurganlık atölyelerinin bir devamı niteliğinde. Bu atölyeler nasıl başlamıştı?
Arzu Yayıntaş: Ben doğum yaptıktan sonra annelik dünyasına biraz daha girmiş oldum. Zaten üzerimizde bir çocuk yapma baskısı, kafamızda da “Acaba yaş geliyor mu?”, “Çocuk yaparsak ne olur?” çelişkileri vardı. Güneş’le beraber bu konuda bir atölye yapabilir miyiz diye düşündük, birkaç buluşma yaptık. Bu buluşmalarda hem sanatçılar, hem de sanat dışı insanlar vardı. Buluşmalar üretime değil, daha çok konuşmaya yönelikti. Anne olma, doğurup doğurmama üzerine konuşmaya herkesin o kadar ihtiyacı varmış ki, bu buluşmalar epey uzun sürdü. Sonra Sevil’i de dahil etmeye karar verdik, o ‘biyolojik saat’ konusunu açtı. Böylece konuşmalarımızı biraz da kadının geçirdiği süreçlere kaydırmış olduk.
Sevil Tunaboylu: Evlenmesi ya da çocuk yapması beklenen bir kız olarak büyütüldüğüm için, Arzu ve Güneş bunun üzerine çalışırken onlara katılmak istedim. 35 yaşındayım, sürekli bu var kafamda. Anneme her gittiğim zaman “Ne zaman evleneceksin, ne zaman çocuk yapacaksın?” soruları duyuyorum. Bir taraftan istiyor muyum, istemiyor muyum diye düşünüyorum. Benim yaşlarımdaki birçok arkadaşımın hayatında da bu sorular var. Anne sanatçılar ya da anne olmak istemeyen sanatçılarla da konuşuyoruz. Bu yüzden mevzu çok ilgimi çekti.
A.Y.: Atölyeler devam ederken, bizim artık bir şeyler üretmemiz lazım dedik. Kadınların doğurganlık aşamalarıyla ilgili başlıklar belirledik, kendi doğumu, biyolojik saat, ilk regl, regl öncesi sendromu, menopoz gibi konularda sorular çıkardık ve fikir almak amacıyla bu soruları çevremizdeki kadınlara göndermeye başladık.
Atölye sohbetlerinde bu konular nasıl konuşuluyordu?
A.Y.: Mutluluktan çok dert, öfke, konuşulmamışlığın verdiği bir sıkışmışlık hissi çıktı. Doğum konusuna baktığımızda, hamilelik süreci tozpembe görülüyor ama neredeyse herkes çocuğu kucağına aldığı ânı çok karanlık anlatıyor. Biri, doğum sonrasını “hayatımın en kötü dönemi” olarak betimlemişti. Doğumdan sonra tamamen size muhtaç bir canlıyla yapayalnız kalıyorsunuz. Aslında zor olmayabilir ama çekirdek aile sistemi, ailenin kadına yüklediği rol yanlış. Bunu da kadınlar çok fazla dillendirmiyorlar. Hayatın o kadar değişiyor ki... Şimdi geriye bakıyorum, kadınların çocuk yapması delilik gibi geliyor. Hayatında o kadar büyük bir kırılmaya niye ihtiyaç duyar ki insan? Regl de mesela, tamamen üstü kapatılan, utanılan bir şey. “Bana bir bez verdiler, ‘Bunu koyacaksın’ dediler, kendimi kirli hissettim” gibi söylemler var duyduğumuz hikâyelerde. İlk başta amacımız bu hikâyeleri sergide paylaşmak değildi, hikâyelerin hissettirdikleri üzerinden bir şey üretecektik ama sonra olduğu gibi paylaşmanın daha değerli olduğuna karar verdik.
Sergide 23 sanatçının işi bulunuyor. Hepsi de yaptığınız açık çağrı sonrası üretilmiş işler mi?
S.T.: Nancy Atakan çok önceden çektiği görüntüleri bu sergi için editleyip ilk kez sergiledi. Yasemin Nur da öyle – sanırım 1999’da yeni doğurduğu ya da yeni evlendiği sırada yaptığı, sonra sandığa kaldırdığı bir iş. Özgül Arslan’ın da doğurduktan sonra, 2005’te hazırladığı bir videosu var, o da daha önce hiç sergilenmemiş.
A.Y.: Aslında birçok kadın sanatçı bu mesele üzerine düşünmüş ama sergilerde koyacak yer olmadığı için bu düşünceler havada kalmış. Çünkü bu, sanat dünyasının çok değinmek istediği bir konu değil. Bazı sanatçılar özellikle sanatını ve anneliğini ayrı tutmaya çalışıyorlar. Güncel sanat da erkek egemen bir sistem. “Sen artık çocuk doğurdun, senden bir şey olmaz” ya da “Gider iki çocuk doğurursun, biter sanat hayatın” diyen sanatçılar var. Hep öyle bir çelişki var, o yüzden de kimi kadın sanatçı profesyonel görünmek için bu konulara çok değinmek istemiyor.
Dişil döngüler ve doğum meselesiyle ilgili, daha önce görmediğimiz türden posterler de var sergide. Bu işler nasıl ortaya çıktı?
A.Y.: Feminist mücadelede bir poster eksikliği var, sürekli aynı şeyler kullanılıyor görsellerde. ‘Sınırını aşma, göbeğime bulaşma’ posteri var mesela. Hiçbir hamile göbeğine dokunulmasını sevmez. Orada bebek var diye herkes gelip dokunamaz. Süt konusunda da kadınlar üzerinde çok baskı var. “Kamusal alanda emziremezsin” diye tartışmalar çıkıyor. Bu meseleleri de hep erkekler konuşuyor. Doğurmak, onların meselesi değil. Biz onların andropozu, prostatı hakkında konuşmuyoruz. Sistem çok acayip ve aslında kadınlar bunu kendi aralarında konuşuyor olsalar da çıkıp bunun politikasını yapmıyorlar.
“Doğum doğal ve çetrefilli, orman gibi”
Sanatçı Arzu Arbak, sergiye ‘Görsel Konuşmalar – VI’ başlıklı bir çalışmayla katılıyor. 10 katılımcıyla yapılan bu ‘fotoğraf diyaloğu’nda Arbak, her katılımcıya ilk olarak aynı fotoğrafı göndermiş ve karşı tarafın da fotoğraf göndermesiyle bu diyalog 10 fotoğraf tamamlanana kadar devam etmiş. Bu diyaloğun tüm fotoğraflarını sergileyen Arbak, katılımcılarla birlikte sergi kapsamında bir de konuşma düzenleyecek. Sanatçı, herkese gönderdiği ilk fotoğrafın doğaya, ormana ilişkin oluşunu şöyle açıklıyor: “Bu imge, kolektif olarak bilinçdışımızda var sanırım. Doğum çok doğal bir süreç ama çok da çetrefilli, tıpkı orman gibi. Benim görselimde de o var. Bir bilinmeze doğru gidiyorsunuz ve önünüzde engeller var. Hem bunun doğal olduğunu düşünüyorsunuz, hem de doğal bir şekilde yaşayamıyorsunuz, o engellerle mücadele etmeniz gerekiyor.”