24 Nisan yaklaşırken, bir torunun kaleminden, anneannesinin hiç görmediği Ermeni öz dedesi üzerinden yaşadığı ve paylaştığı yüzleşmeyi aktarıyoruz.
Geçmiş peşimizi bırakmıyor. Hiçbir zaman. Hele bir de peşimizi bırakmasını istiyorsak, daha sıkı sarılıyor sanki paçamıza. Yapışıyor, bırakmıyor. Geçmiş gitmiş diye düşünebilirsiniz. Ama gitmiyor. Asla gitmiyor.
1970’lerin sonları. Anneannemin babası yeni vefat etmiş. Sürpriz olmayan bir vefatın ardından bir taraftan yas tutulurken, bir taraftan da veraset işlemleri yapılıyormuş. Anneannem tek mirasçı olduğunu düşünürken, beklemediği bir şekilde bir miras davası açılmış. Görünürde babasının bir mirasçısı daha varmış. Anneannemin anlatılarla hafızasında tuttuğu ama hiç görmediği, göremediği biri. Öz dedesi. Bu şaşırtıcı davanın görüldüğü gün avukatıyla birlikte gitmişler mahkeme salonuna. Küçük bir mahkeme salonuymuş. Anneannem, kendi tabiriyle aval aval bakıyormuş etrafına. Katıldığı ilk mahkeme, kolay mı? T.C. devletiyle karşılaştığı ilk an belki de. Dava, hâkimin sözüyle başlamış: “Vefat eden Artin İplikçiyan’ın babası Cebrail İplikçiyan’ın vefatına dair hiçbir kayıt bulunamamıştır. Mezarı kayıtlarda yoktur. Kayıtlara göre o da babanızın mirasçısı konumundadır.” Avukat söz almış: “1915 Tehciri’nde kayıptır efendim.” Hâkim sessizce başını sallamış ve dava tek celsede kapanmış. 1915 Tehciri’nde kayıptır! Tehcir, soykırım, katliam, sürgün... Hangi kelime daha doğru? Yıllardır nasıl tanımlamalıyız diye tartışıp duruyoruz. Biri “Bunlar yaşanmadı” diyor, bir başkası “Adı soykırım olamaz” diyor. Ama ikisi de neler yaşandığını sormuyor. Hâkim, dedenin neden tehcirde kayıp olduğunu sormuyor mesela. Sorsalar çözülecek belki sorunlar. Bir halkın acıları kelime kelime dökülecek ağızlardan. Ve zamanla iyileşmez denen yaralar kabuk bağlayacak, daha az acıyacak belki de.
Kayseri’nin İplikçiyanları
Ama ben beklemeyeceğim bu sefer. Varsın sorulmasın, ben anlatayım. Bu sefer de ben konuşayım. 1915 senesinde Kayseri’de, dönemin Varsak mahallesi, günümüzün Melikgazi’sinde İplikçiyanlar yaşarmış. Ailenin babası, bölgenin tanınmış simalarından halı dokumacısı Hacı Cebrail Ağa’ymış. Varlıklı ve yardımsever biriymiş. Anneanneme anlatılanlara göre herkese yardım eden, komşuları tarafından sevilen bir zanaatkârmış. Hatta bulunduğu şehre bir kilise bile yaptırmış. Her şey yolunda diye düşünürken, kapısına dayanıvermişler bir gün. Apar topar alıp götürmüşler. Ailesi endişeli, çevresi tedirgin. “Hal hal değil” demiş komşular, “Sizi bir an önce İstanbul’a, akrabalarınızın yanına yollayalım.” Apar topar İstanbul’a kaçmışlar. Evlerini, eşyalarını, dostlarını ve en önemlisi, çocuklar babalarını, anne ise hayat arkadaşını geride bırakmış. Sıfırdan başlayıp yeni bir sayfa açmışlar. Ama geçmişleri peşlerini bırakmamış. Bir süre sonra, Kayseri’den halılar doluşmuş evlerine, İplikçiyan halıları. Evlerinden, atölyelerinden gelen halılar belki de. Çeşit çeşit, desen desen, türlü boyutlarda bir sürü halı. Kimin nasıl gönderdiğini bir türlü öğrenememişler. Ama tarihin, acıların tanığı bu halılar peşimizi bırakmayan geçmişin en önemli mirasları olmuş. Anneannem küçükken, evlerinin her yerinde kullanılmış bu halılar. Duvara ipek halı asılmış, divana halı serilmiş, yer ise zaten bu halılarla kaplıymış. O kadar fazlalarmış ki, anneannemin ailesi düğün hediyesi olarak ipek halılardan verirmiş yakınlarına. Ama zaman geçtikçe kullanımı azalmış halıların. Teker teker kaldırılmışlar. Günümüzde ise anneannemle birlikte her yıl yerlerinden çıkıyor, geçmişin tozunu silkeliyor, tarihi tekrar tekrar canlandırıyor ve en sonunda naftalinlenip ait oldukları yere, belleklere kaldırılıyorlar.
Peşimizi bırakmayan
İşte 24 Nisan, bu anlattığım hikâyelerin binlercesinin bir araya getirilip anıldığı tarih. Bir halkın aydınlarının ölüm yolculuğunun başladığı tarih. Neden ‘azınlık’ olduğumuzun cevabı. Turist, yabancı veya bu topraklara yeni göçmüş insanlar farz edilmemizin nedeni 24 Nisan.
24 Nisan, konusu açıldığında kesinlikle cevap vermememiz gereken, tembih edilen konu. Ve en önemlisi, bu topraklardaki barışın, yüzleşilmedikçe geri gelmemesine sebep olan gün...
24 Nisan. Peşimizi bırakmıyor. Geçmiş, anılar, masal gibi dinlediğimiz o yaşananlar, saklamaya çalıştıkça bir tokat gibi yüzümüze vuruyor.