Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden Yrd. Doç. Dr. Hakan Yücel’in derlemesiyle oluşan ‘Rum Olmak/Rum Kalmak’ kitabı, İstos Yayınları tarafından geçen ay yayımlandı. Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine ve günümüze kadar Rum kimliğini ele alan ve 6-7 Eylül’den 1964 sürgününe, sürgünün Türk ve Yunan basınına yansımalarına dair birçok makalenin yer aldığı kitabı, Yücel’le konuştuk.
Rumların, 6-7 Eylül sonrası Türkiye’yi kitlesel olarak terk etmediği biliniyor. Kitaptaki verilere göre, nüfus kırılmasının, öğrenci sayısının 7 binden 2 bine düştüğü 1965-75 arası olduğu görülüyor. 6-7 Eylül’deki Rum karşıtlığıyla Kıbrıs krizi sırasındaki Rum karşıtlığı arasındaki bu belirgin farkı nasıl yorumluyorsunuz?
6-7 Eylül’deki (1955) olaylar da Kıbrıs krizinin başlangıcıyla oluştu. Keza 64’teki sürgün kararı da öyle, hatta 1974’teki Kıbrıs müdahalesi de ayrı bir Rum göçüne yol açtı. Türkiye’deki Rum göçü çok büyük oranda Kıbrıs krizleriyle bağlantılı. Daha doğrusu bu kriz öne sürülerek sürgünler gerçekleştirildi veya Rumlar tedirgin olarak gitmeyi tercih ettiler. 1964 üzerine yayınlar çıkana kadar, Rum göçünün 6-7 Eylül 1955’te olduğu sanılırdı. Oysa o dönem kitlesel anlamda bir göç olmadı, 6-7 Eylül’den sonra bir nüfus sayımı yapıldı ve o sayımda 100 bin Rum olduğu tespit edildi, ancak bu nüfus, çeşitli tahminlere göre, 20 yıl içerisinde 20’de bire indi, 5 bine kadar düştü. 1974’te Kıbrıs harekâtından sonraki nüfus tahminlerinde Rumların sayısının 5 bin civarında olduğu düşünülüyor. Böylece, kilit rol oynayan tarihin 1964 olduğunu ve sonrasında nüfusun dramatik olarak düştüğünü söyleyebiliriz.
6-7 Eylül’den sonra İstanbul’daki Rum toplumu kalmaya karar verdi, bunun birçok nedeni var. Fakat 1964’te, Yunanistan vatandaşı olan Rumlar hakkında çıkartılan sürgün kararı, nüfusun azalmasındaki en etkin rolü oynadı. Burada doğru bilinmeyen bir gerçek var, Yunanistan vatandaşı denince, bir grup Yunan, oradan Türkiye’ye gelmiş gibi, tabiri caizse Almanya’ya çalışmaya giden Türkler gibi algılanıyor. Oysa o insanların birçoğu Yunanistan’a hiç gitmemiş, konsolosluğun yerini dahi bilmeyen kişilerdi. Farklı sebeplerden ötürü Yunanistan vatandaşlığı almış insanlar bunlar, hemen hepsi eski göçmen çocukları. Dolayısıyla, onlar Rum nüfusunun bir parçası. 10 bini aşkın Yunanistan vatandaşı Rumdan bahsediyoruz, bu insanların aileleri de var, dolayısıyla ilk etapta bu kararla hemen 40 bini aşkın Rum’un ülkeden göç etmek zorunda kaldığını biliyoruz. Bu çok büyük bir kırılma oldu. Daha sonra da hızlı bir göç süreci yaşandı, 74’ten sonra da bu süreç tamamlandı diyebiliriz. Kısaca 1964’de Yunan vatandaşı olanlar sınırdışı edilene kadar, İstanbul’daki Rum nüfus erimedi.brıs krizi boyunca basının Rum karşıtlığı konusunda önemli rolü olduğu belirtiliyor. Basında günümüzde de birçok ayrımcı ifade kullanılıyor. O dönemki basın, Rumlar için ne gibi ifadeler kullanıyordu, biraz açar mısınız?
Kıbrıs krizi boyunca basının Rum karşıtlığı konusunda önemli rolü olduğu belirtiliyor. Basında günümüzde de birçok ayrımcı ifade kullanılıyor. O dönemki basın, Rumlar için ne gibi ifadeler kullanıyordu, biraz açar mısınız?
Kitapta Ceren Sözeri Türkiye basınını, Yorgo Katsanos da hem Yunanistan hem Türkiye basınını ele alıyor. O dönem, Türkiye basınında ciddi bir Rum karşıtlığı bariz bir şekilde görülüyor. Kıbrıs kriziyle beraber, genel olarak gayrimüslimlere yönelen ırkçılığa varan söylemin daha da arttığını görebiliyoruz.
Kıbrıs krizleri döneminde Rumların Yunanlarla özdeşleştirilmesi, Kıbrıs’ta yaşayan Ortodoksların Rum olarak görülmesi, hatta bazen tüm gayrimüslimlerin bir çeşit Rum görülmesi, kesin bir Rum karşıtlığını da beraberinde getiriyor. Rumlar üzerinde odaklanan ırkçılık, böylece genele yayılıyor. Bu da Kıbrıs krizinin Türkiye’deki yansıması ve Kıbrıslıların Türkiye’deki Rumlarla özdeşleştirilmesiyle ilgili. Bu konuda basın da görevini yapmamış, Kıbrıslı Rumlarla Türkiyeli Rumlar arasında bir ayrıştırma dahi söz konusu değil. Popüler kültürde Rum karşıtlığını yönlendiren iki unsur var diyebiliriz. Biri popüler basın, ikincisi ise sinema. Mesela 1964’te çekilen ‘Gurbet Kuşları’ adlı bir Türk filmi var. Filmdeki kötü karakterler Rum, yabancı ve kötü olarak gösterilir. 60-70’li yıllarda Rum düşmanlığı, Yeşilçam’ın da körüklediği bir şey.
Bunun yanı sıra, aşırı milliyetçi bir söylem Yunanistan’da da var ama bu söylem, orada yaşayan Türkler veya Müslümanlara karşı bir düşmanlığa yol açmıyor. Ne 6-7 Eylül döneminde, ne 1964’te bu milliyetçi söylem ülkede yaşayan Türkleri hedef aldı. Bu söylem daha çok Türkiye’ye, Türkiye’de yaşayan Türklere dair, hükümetin izlediği siyasete ilişkindi.
Kitapta Pontus ve Antakya bölgelerindeki Rumlardan bahsedilmiyor. Oysa o bölgelerde de geçmişte ciddi bir Rum nüfus vardı. Çalışmanızı neden İstanbul, İmroz ve Atina’yla sınırladınız?
Bu kitap, fırsat bulursam tamamlamayı düşündüğüm büyük bir projenin parçası. Farklı Rum kimliklerini, farklı coğrafyalarda, Türkiye, Yunanistan ve diasporada, farklı kuşaklar ve temalar üzerinden tartışmayı düşündüğüm geniş kapsamlı bir projenin bir parçası. Rum olgusu, homojen bir olgu değil. Hatta Türkiye’de yaşayan Rum nüfus da homojen değil. Gökçeadalılar, çok küçük de olsa hâlâ Karamanlı Rumlardan oluşan bir nüfus var, Antakyalı Rum Ortodokslar ve İstanbullu Rumlar diyebileceğimiz farklı topluluklar var. Karmaşık yapıda bir topluluk olduğu gibi, kuşağa göre Rumluk algısı da değişiyor.
Şunu da unutmamak lazım, Rum kimliği ve kültürü, büyük oranda Türkiye dışında yaşanıyor. Türkiye dışında yaşayan İstanbullu veya İmroz’lu 10 binlerce Rum var, bunların birçoğu vatandaşlığı koruduğu gibi Türkçeyi de koruyorlar, Türkiye’yle ilişkilerini de sürdürüyorlar. Rum kimliğini de özellikle Yunanistan’da kurdukları derneklerle sürdürmeye çalışıyorlar. Günümüzde Atina, Rumlar üzerine bir araştırma yapmak için belki de İstanbul’dan daha doğru bir saha. Daha fazla kişiyle, daha fazla grupla karşılaşabiliyorsunuz. Sınıfsal açıdan çok daha karmaşık bir kitle var.
Bu derleme projesi, tesadüfi olarak hayata geçti. 2014’te Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen ‘1964 Sürgünleri: Türkiye Toplumunun Tek Tipleştirilmesinde Son Dönemeç’ başlıklı konferansa ben de katılmıştım. O konferansa katılan diğer meslektaşlarla da konuştuktan sonra, yayınlarımızı kitaplaştırmak istedim. Son yıllarda Rumlar üzerine az da olsa yayın yapılıyor ama o konuda büyük bir boşluk var. Yapılan yayınlar arşiv taraması veya saha araştırması gibi daha spesifik yayınlar. Biz burada iletişim, sosyoloji, antropoloji, tarih gibi çeşitli disiplinlerin kesişiminde bu konuyu tartışmak istedik. Toplam 10 makale var; bunların bazıları tarih, bazıları iletişim, bazıları da sosyoloji veya antropoloji disiplininde yapılmış araştırmalar. İleriki aşamada bu projeyi farklı gruplara yaymak istiyorum, Pontuslular gibi Karamanlılar da çok önemli bir yer tutacak.
Günümüzde Türkiye’de yaşayan Rumların kitabın başlığına atıfla ‘Rum olduğunu veya Rum kaldığını’ düşünüyor musunuz?
Nüfus konusunda tartışmalı veriler var. Sanırım 2006’da İstanbul Rumları üzerine bir konferans yapılmıştı, orada telefon ve adres kayıtlarıyla 3 bini bulan bir sayıdan bahsediliyordu. Her halükarda bu sayı çok az tabii. Ancak, Antakya’daki Arapça konuşan Rumları dahil edince görece genç ve geniş bir toplum oluşturabiliyorlar. Nüfus çok az ama, Rumlar anadillerini konuşuyorlar, okul sistemi iyi işliyor. Her ne kadar artık bir Rum mahallesinden bahsedilemese de, Rum nüfusunun çok büyük oranı İstanbul’da odaklanmış durumda. İmroz’da birkaç yüz kişi yaşıyor ama onlar da birkaç köyde yoğunlaşmış durumdalar ve adadaki üç köyün muhtarı Rum. Dolayısıyla cemaat, varlığını sürdürüyor.
Patrikhane burada çok önemli, Rumca yayın yapan bir yayınevi var, dernekler vakıflar var, dolayısıyla kimlik örgütlenmeleri yerinde duruyor. Rumlarda, kanaat önderi diyebileceğimiz birçok isim var, öğretmen sayısı çok yüksek, önemli bir yüzde oluşturan eğitimli nüfus var, bunların bir kısmı kamuoyunda da aktif kişiler. Öyle ki, nüfusları her ne kadar küçük bir mahalle nüfusu kadar olsa da, bu nüfus içerisinde belki birkaç yüz kişi aktif olarak yaşıyorlar. Bu başka azınlıklar için de söylenebilir ama Rumların nüfusu çok az olduğu için, bu daha görünür bir şey. Kabaca söyleyecek olursak, İstanbul’da Rum kültürü, halen önemli bir yerde duruyor. Sayısının çok ötesinde bir anlamı var. Dolayısıyla burada niceliksel veri üzerinden gitmek, pek doğru değil.
Türkiye’de Rum kalmakla Yunanistan’da Rum kalmak arasındaki belirgin farklılıklar sizce nelerdir?
Türkiye’deki sorun, Rum olmak, Rum olarak toplumda yer edinebilmek. Rumlar zaten dillerini, kültürlerini, dolayısıyla kimliklerini koruyabilen bir grup. Öncelikli sorun kamuoyunun ve devletin, eşit ve farklı olmayı kabullenmesi. Bu sorun tüm azınlıklar için geçerli.
Yunanistan’daki sorun ise, erimemek. Çünkü Yunanistan’da Ortodoks ve hemen hemen aynı dili konuşan bir toplum içinde varlıklarını sürdürüyorlar. İstanbul Rum kültürünün özelliği, kozmopolit bir kültür evreni içinde olmak. Başka türlü söyleyecek olursak, Müslüman olmazsa Rum olunmaz. Bu anlamda Atina ile İstanbul, birbirinden çok farklı. Çokdilli olmak, birçok kültürle etkileşim içinde olmak, kozmopolit mahallelerde oturmak, Rum olmanın olmazsa olmaz koşullarındandır. Atina’da da köken mekândan ve ilişkilerinden kopmuş bir nüfusun bu durumu yeniden sağlama mücadelesi var. Basitleştirerek anlatacak olursak, Türkiye’de Rum olma mücadelesinin bir parçası, sokakta Rumca konuşabilmektir, bunun karşılığı da, Atina’da da Türkçe konuşabilmektir çünkü çiftdilli olmak Rumluğu karakterize eden bir özellik. Yunanistan’da esas sorun, o çiftdilliliği koruyabilmek, yani konuşulan Rumca içerisine Türkçe kelimeler yerleştirmek. Atina’daki Rumlar aralarında Türkçe konuşmuyorlar ama Türkçeyle karışık bir dil konuşuyorlar. Hatta bu anlamda Yunanistan’a 1970’li yıllarda göç edenler, sorun da yaşamışlar ama bu sorun devletle değil, ara sıra Yunanistan halkıyla yaşanmış. Yani Vlastos’un ‘Baba konuşabilir miyim?’ adlı kitabı, tam da bunu anlatır.